Hırs
Publilius Cyrusun bir sözü var, çok ama çok hoşuma gider; Fakir insan çok şey ister; ama hırslı insan herşeyi.
İnsanların iktisat dilindeki tabirle home economicus vasfı ile tam anlamıyla bütünleştiği yani şahsi menfaatlerini herşeyin üzerinde gören bir tip olarak arz-ı endam ettiği bir dönemde yaşıyoruz. Fertler böyle olduğu gibi o fertlerin oluşturduğu içtimai yapılar da böyle, milletler de böyle, devletler de. Neredeyse istisnası yok veya yok gibi. Külliyet kesb etmiş, bütün insanlık adeta bir akıl tutulmasına maruz kamış ve bu çerçevenin dışına çıkamıyor; çıkılmasını imkansız görüyor.
Dikkat ederseniz dini, milli, coğrafi vb. ayırt edici hiçbir özelliğe işaret etmeden tüm insanlık diyorum; çünkü manzara külliyet planında öyle gözüküyor. Bu demek değildir ki bu halkanın dışında yer alan şahıslar, kendine alan açan cemaatler, arka plan şartlarının sürüklediği ortamda kendilerine yer bulan millet ve devletler yoktur! Hayır vardır; vardır ama bu var bahsini ettiğimiz külli manzaranın görünüşüne tesir etmemekte, yakın bir zamanda bu manzarayı değiştirebilecek güçte gözükmemektedir.
Eskiden böyle değil miydi? Bu ölçüde değildi. Çünkü home economius insanı frenleyecek panzehir mahiyetindeki değerlerin yaptırım güçleri bugüne nisbetle çok daha fazlaydı. Dini ve ahlaki değerler, vicdan mekanizmasını oluşturan latifeler ferdi ve içtimai hayatta daha canlı idi. Bu değerlerin hayatımızdan uzaklaşmasına paralel yukarıda resmetmeye çalıştığımız manzara karşımıza çıktı. Ressamı kim o manzaranın? Elbette bizleriz. Yani insanoğlu.
Pekala insanı bu çizgide tetikleyen ne diyecek olursanız ki bu yazının konusudur- yüzlerce faktör zikredilebilir. Ben bir tanesine işaret edeceğim; hırs. Bediüzzaman Hazretleri iktisat risalesinde hırsın, kanaatsizliği, başarısızlık, istediğini elde edememe manalarında haybet ve hüsranı ve her şeyi Allah rızası için yapması beklenen Müslümanın başkalarının rızalarını öncelemesinden kaynaklanan ihlassızlığı netice verdiğini söyler. Sözün söylendiği makam açısından baktığınızda iktisat ile alakalı yapılagelen bu tesbitlerin çok daha geniş bir perspektifte hatta genellemeler yapılarak ele alınabileceği kanaatındayım. Söz gelimi; siyasette, iktidarda, idarede.
Aralarında umum-husus farkı olsa da hemen hemen aynı noktaya işaret eden bu kavramların merkeze oturduğu alan açısından hırsı ele alalım isterseniz. Bir yapıda idari bir makama gelmek, onunla yetinmeyip yükselmek, en azından sabit kalmak ve herşeye rağmen terketmemek için bir insanın hırslı olduğunu düşünelim. Ne demişti Bediüzzaman Hazretleri, bir; kanaatsızlık. İslami çerçevede kanaata sahip olan bir insanın bulunduğu konumdan, makamdan, durumdan razı olmayıp bir adım öteyi istemesi tek kelime ile imkansızdır. Yani bu hal resmen kanaatsızlıktır. İki; haybet ve hüsran. Kanaatsızlık sebebiyle -halk tabiriyle arz edeyim- kasa ve masa peşinde koşan insan, ihtimal ki Bizans oyunlarına eşdeğer plan ve projelerle istediğini er veya geç elde edecektir. Ama haybet ve hüsran onu beklemektedir. Çünkü bu değişmez kaderdir. Hz. Ademin oğulları Habil ve Kabilden bu yana insanoğlunun serüveni hep bunu göstermektedir bize. Ve üçüncüsü; ihlassızlık. Müslümanlıkta hedef Rabbin rızasının herşeyin önünde tutulmasıdır. Buna muhalefet elbette cezasız kalmayacaktır. Fıtri ve tabii kanunların işleyişine ters bir durum olur aksi halde. Dünyada mı ukbada mı bu ceza? Allahın külli iradesine kalmış, suçun büyüklüğüne göre hem dünyada hem ukbada veya sadece ikisinden birinde olabilir.
Tek kelimelik bir soru soracağım burada; neden? Güzel ve anlaşılır bir soru; çünkü siyak-sibak bütünlüğü soruyu izaha ihtiyaç bırakmıyor. Öyleyse cevaba geçelim; aslında bu sorunun cevabını ilk cümlede verdik; isterseniz tekrarlayalım; fakir insan çok şey ister; ama hırslı insan herşeyi. Zira dini ve ahlaki değerler inanılsa bile fert vicdanında yaptırım gücünü kaybetmis. Öyleyse ötesi laf u güzaf.
Publilius Cyrusun bir sözü var, çok ama çok hoşuma gider; Fakir insan çok şey ister; ama hırslı insan herşeyi.
İnsanların iktisat dilindeki tabirle home economicus vasfı ile tam anlamıyla bütünleştiği yani şahsi menfaatlerini herşeyin üzerinde gören bir tip olarak arz-ı endam ettiği bir dönemde yaşıyoruz. Fertler böyle olduğu gibi o fertlerin oluşturduğu içtimai yapılar da böyle, milletler de böyle, devletler de. Neredeyse istisnası yok veya yok gibi. Külliyet kesb etmiş, bütün insanlık adeta bir akıl tutulmasına maruz kamış ve bu çerçevenin dışına çıkamıyor; çıkılmasını imkansız görüyor.
Dikkat ederseniz dini, milli, coğrafi vb. ayırt edici hiçbir özelliğe işaret etmeden tüm insanlık diyorum; çünkü manzara külliyet planında öyle gözüküyor. Bu demek değildir ki bu halkanın dışında yer alan şahıslar, kendine alan açan cemaatler, arka plan şartlarının sürüklediği ortamda kendilerine yer bulan millet ve devletler yoktur! Hayır vardır; vardır ama bu var bahsini ettiğimiz külli manzaranın görünüşüne tesir etmemekte, yakın bir zamanda bu manzarayı değiştirebilecek güçte gözükmemektedir.
Eskiden böyle değil miydi? Bu ölçüde değildi. Çünkü home economius insanı frenleyecek panzehir mahiyetindeki değerlerin yaptırım güçleri bugüne nisbetle çok daha fazlaydı. Dini ve ahlaki değerler, vicdan mekanizmasını oluşturan latifeler ferdi ve içtimai hayatta daha canlı idi. Bu değerlerin hayatımızdan uzaklaşmasına paralel yukarıda resmetmeye çalıştığımız manzara karşımıza çıktı. Ressamı kim o manzaranın? Elbette bizleriz. Yani insanoğlu.
Pekala insanı bu çizgide tetikleyen ne diyecek olursanız ki bu yazının konusudur- yüzlerce faktör zikredilebilir. Ben bir tanesine işaret edeceğim; hırs. Bediüzzaman Hazretleri iktisat risalesinde hırsın, kanaatsizliği, başarısızlık, istediğini elde edememe manalarında haybet ve hüsranı ve her şeyi Allah rızası için yapması beklenen Müslümanın başkalarının rızalarını öncelemesinden kaynaklanan ihlassızlığı netice verdiğini söyler. Sözün söylendiği makam açısından baktığınızda iktisat ile alakalı yapılagelen bu tesbitlerin çok daha geniş bir perspektifte hatta genellemeler yapılarak ele alınabileceği kanaatındayım. Söz gelimi; siyasette, iktidarda, idarede.
Aralarında umum-husus farkı olsa da hemen hemen aynı noktaya işaret eden bu kavramların merkeze oturduğu alan açısından hırsı ele alalım isterseniz. Bir yapıda idari bir makama gelmek, onunla yetinmeyip yükselmek, en azından sabit kalmak ve herşeye rağmen terketmemek için bir insanın hırslı olduğunu düşünelim. Ne demişti Bediüzzaman Hazretleri, bir; kanaatsızlık. İslami çerçevede kanaata sahip olan bir insanın bulunduğu konumdan, makamdan, durumdan razı olmayıp bir adım öteyi istemesi tek kelime ile imkansızdır. Yani bu hal resmen kanaatsızlıktır. İki; haybet ve hüsran. Kanaatsızlık sebebiyle -halk tabiriyle arz edeyim- kasa ve masa peşinde koşan insan, ihtimal ki Bizans oyunlarına eşdeğer plan ve projelerle istediğini er veya geç elde edecektir. Ama haybet ve hüsran onu beklemektedir. Çünkü bu değişmez kaderdir. Hz. Ademin oğulları Habil ve Kabilden bu yana insanoğlunun serüveni hep bunu göstermektedir bize. Ve üçüncüsü; ihlassızlık. Müslümanlıkta hedef Rabbin rızasının herşeyin önünde tutulmasıdır. Buna muhalefet elbette cezasız kalmayacaktır. Fıtri ve tabii kanunların işleyişine ters bir durum olur aksi halde. Dünyada mı ukbada mı bu ceza? Allahın külli iradesine kalmış, suçun büyüklüğüne göre hem dünyada hem ukbada veya sadece ikisinden birinde olabilir.
Tek kelimelik bir soru soracağım burada; neden? Güzel ve anlaşılır bir soru; çünkü siyak-sibak bütünlüğü soruyu izaha ihtiyaç bırakmıyor. Öyleyse cevaba geçelim; aslında bu sorunun cevabını ilk cümlede verdik; isterseniz tekrarlayalım; fakir insan çok şey ister; ama hırslı insan herşeyi. Zira dini ve ahlaki değerler inanılsa bile fert vicdanında yaptırım gücünü kaybetmis. Öyleyse ötesi laf u güzaf.