ROMA İMPARATORLUĞU ve
HIRİSTİYANLIĞI KABULÜ
Antik Çağın aydınlığında gelişen Avrupa, Hıristiyanlığı kabul etti. Sonra, dini uyguladıklarını iddia eden Kilisenin bağnazlığı ve baskıları başladı. Romadan sonra büyük bir devletin kurulamaması sonucunda, uzun sürecek bir karanlık döneme girildi.
Dünyanın en büyük imparatorluklarından biri olan Roma İmparatorluğunun kuruluş tarihi hakkında tarihçiler farklı şeyler yazarlar. Ancak çoğu tarihçi, destanlarda kurtlar tarafından emzirildikleri söylenen iki kardeşten Romulusun, kardeşi Remusu (ya da Romus) öldürdüğü M.Ö. 753 yılında birleşirler. Bugünkü Roma kentinin olduğu bölgenin küçücük bir yerinde kurulan bu birlik, gittikçe büyüyerek site devleti halini aldı. Devletin genişlemesi ve fetihler ise M.Ö. II. ve I. yüzyıllarda oldu (Romalıların ve Türklerin bilinen tarihteki ilk imparatorlukları benzer dönemlerde kurulmuştur. Ancak son yıllarda bulunan tarihi verilere göre, Türklerin devletlerinin ve medeniyetlerinin daha önceki tarihlere dayandığı tahmin edilmektedir.)
Romalıların yaptıkları bu fetihlerin sonucu olan ganimet, savaş tazminatları ve yeni eyaletlerin ödedikleri vergiler hem devleti hem de Roma halkını (yurttaşları) zenginleştirdi. Ancak, Antik Helen Çağının etkisiyle oluşturulan cumhuriyet yönetimleri, fetihlerin siyasal alanda oluşturduğu sorunları çözemedi. Çünkü uygulanan cumhuriyet anlayışı bugünkünden farklı idi. Büyük Larousse ve Meydan Larousse ansiklopedilerine göre, Cumhuriyet, birbirinden kesin çizgilerle ayrılmış iki yurttaş sınıfını içeriyordu: Klan başkanlarının soylu ailelerinin oluşturduğu Patriciler ve Plebler denilen halk. Cumhuriyet yönetiminin yürütme organı olan Senato, başlangıçta büyük aile başkanlarının (patres) toplanmasından oluşuyordu. Senato, hem dış siyaseti yönetirdi hem de iç siyasete egemendi. Hazineye göz kulak olan Senato, dinin de koruyucusuydu. Pleblerin, yani halkın, mülk edinme hakları vardı. Ama seçme ve seçilme hakları yoktu. Sonraları kurulan halk meclisleri (comitia) ve magistratuslar, yalnız görünüşte iktidardılar. Senato ise iktidarın gerçek sahibiydi. Sonuç olarak Roma hükümeti bir oligarşiydi. ( Bu yönetim uygulaması çağdaşı olan Büyük Hun Türk İmparatorluğundaki yapıya bir açıdan benzemektedir. Türklerde de boyların ileri gelenlerinin katıldığı kurultaylar düzenli olarak her yıl Haziran ayında, düzensiz olarak önemli kararların öncesinde toplanırdı. Ancak Türklerde, sınıf ayrımı yoktu. Halkın yönetime katılması kademeli olarak gerçekleşirdi. Boyların ileri gelenleri kurultaya gelmeden önce obasını toplar danışırdı.)
Kimi tarihçiler, Romada soylular ve halk denilen iki sınıf arasındaki mücadelenin devletin iç dinamiğini oluşturduğunu söylerler. Bunun da, kurumları sürekli olarak geliştirdiğini iddia ederler. Ancak bu mücadele sadece Roma kentinde yapılabiliyordu. Çünkü, imparatorluk sınırları Akdenizi Romalıların gölü haline getirecek kadar büyüdüğü zaman bile, yalnızca Roma şehrinde oturanlar yurttaş sayılıyordu. Bu anlayışa karşı çıkanların başlattıkları M.Ö. 91-89 yıllarındaki Sosyal Savaşlarını zorla bastıran yönetim, Roma yurttaşlığı hakkını o da sadece- İtalya sınırı içerisindekilere tanımak zorunda kaldı.
Romanın güçlenişinden önce, Antik Çağın önemli filozoflarından Sokratesin öğrencisi olan Platon, hocasının fikirlerini toparlamıştı. O da hocası gibi, düşünürlerin tek başlarına esenliğe ulaşamayacaklarına inanıyordu. Diğer insanları da kurtarmak gerekirdi. Bunun için adalet fikrine göre düzenlenmiş bir sitenin (küçük, şehir devleti) kurulmasına öncülük edilmeliydi. Bu anlayıştan dolayı, Roma kentinde cumhuriyeti kuran ve Antik Çağın temsilcileriyiz diyen Romalılar, gittikleri yerlere kanun ve nizamı götürdüklerini düşünüyorlardı (Bu anlayışla Osmanlı Devletindeki Nizam-ı Alem ülküsü birbirine benzemektedir).
Ama egemenlik altına alınarak eyalet durumuna getirilen ülkeler -Romadan tayin edilen yöneticiler tarafından- idare edilmekten çok, ekonomik olarak sömürülüyorlardı. Romadaki yöneticilerin bir bölümü ise, arenalarda hayvanların, gladyatörlerin ve esirlerin birbirlerini parçalamalarını -halkla birlikte- zevk alarak seyrediyorlardı (Arenalardaki görüntülerin benzer bir örneği, İngilterede 1822 yılında yasaklanana kadar sürdürüldü. İngilterede, arenaya salınan bir boğanın, azgın köpekler tarafından parçalanarak öldürülüşünü halkın bir kısmı zevkle seyrediyordu). Romadaki bu ve benzeri bozulmalara Cicero direnmeye çalıştı. M.Ö. 106 yılında doğan (Marcus Tullius) Cicero önceleri çok iyi bir siyaset söylevcisi idi. Sonraları ise felsefeci oldu. M.Ö. 43 yılında da muhalefet yaptığı için Antonius, Octavius ve Aemilius Lipidusun kurdukları üçlü diktatörlük (triumviratus) tarafından öldürüldü.
Kendilerini Antik Helen Çağının temsilcisi gibi görmelerine rağmen Romalıların, bilhassa Antik Çağdan sonra siyasal konularda özgün düşünceler geliştirdikleri söylenemez. Ancak sanatta ve edebiyatta gelişme sağladılar.
Eski Roma dini, genel anlamda bir inançtan çok, bir yurtseverlik anlayışına benziyordu. Romaya bağlılığı sağlıyor gibiydi. (Hun Türklerindeki din anlayışı ise, kişiye özeldi ve devlet baskısı yoktu.) Roma dininin, aynı dönemde ortaya çıkan Konfüçyusun Çinde geliştirdiği öğretilerle benzer yönleri vardı. Fakat Roma tarihindeki Geç İmparatorluk döneminde bu din anlayışı gerilemeye ve M.S. II. yüzyıldan itibaren Hıristiyanlık yayılmaya başladı. Hıristiyanlar önceleri pek önemsenmediler. Ama, adam öldürmeyi ve Romanın resmi tanrılarına kurban vermeyi kabul etmemeleri gibi nedenlerle, yönetimin düşmanlığını çektiler. Nikomedeia fermanları ile 303-304 yıllarında Hıristiyanlara karşı kıyıma girişildi. Bu engellemelere rağmen Hıristiyanlar çoğaldı. Constantius 324 yılında İstanbulu bugünkü yerine taşıdı. Bir sene sonra da İznikte Hıristiyanların kilise kurmalarına izin verdi. Kendisini de kilise dışından piskopos ilan etti. Daha sonra imparator Theodosius (375-395) -herkesin önünde- kilise yetkilisi Milanolu Ambrosius karşısında günah çıkardı.
Bu olaydan sonra Hıristiyanlık, imparatorluk içerisinde hızla gelişti. 450 yılına gelindiğinde beş adet patrik oluşmuştu. Nitekim 451 yılında Romayı Hun Türklerinin hakanı Atillaya karşı koruyan, dönemin beş patriğinden biri olan I. Leo idi. Bu olaydan sonra ermiş olduğuna inanıldı ve Büyük Leo olarak tarihe geçti. Bu başarı papaların kentteki ve dünyadaki eşsiz güçlerinin başlangıcı oldu. Atilla Romayı almamıştı ama, sanki Avrupanın başına Papalığı sorun olarak bırakmıştı.
İmparator Theodosiusun oğulları Arcadius ve Honorius 395 yılında imparatorluğu paylaştılar. Oluşan devletlerden Batı Roma İmparatorluğu 476 yılında, Alman (Germen) aşiret reisi Odoaker tarafından yıkıldı. Tarihin bir cilvesi olarak, yenilen son İmparator Romulus Augustus, imparatorluğun kurucusunun adını taşıyordu. Ama imparatorluğu batırdığı iddiasıyla Romulus Augustulus yani Küçük Augustus diye anıldı.
İmparatorluğun sonunu belirginleştiren yıkım içerisinde, yalnız Hıristiyan kilisesi ayakta kaldı. Devletin parçalanmasının sonucunda güçlü krallar da kalmadı. Küçük devletçikler üzerinde kilisenin egemenlik kurması hiç de zor olmadı. Mehmet Ali Ağaoğulları ve Levent Kökere göre (s.138), Papa I. Gelasiustan (492-496) sonra Gelasius kuralları (öğretisi) gündeme geldi. Kilisenin devlet iktidarı üzerindeki üstünlüğü kabul edildi ve kilise bütün hayata egemen oldu. Daha sonraları çeşitli iç mücadeleler sonucunda bu üstünlükleri zayıfladı. Ancak I. Haçlı Seferinin sonucunda, Kudüsün Müslümanlardan geri alınmasıyla yeniden doruğa çıktı.
Kilisenin devlette ve halkın yaşamında etkili olmasından sonra Avrupa, Hıristiyanlığın bağnazca uygulanışının taassubuna girdi. Bilimde, sanatta, felsefede ve ekonomide geriledi. Papa Gelasius öğretisinin etkisi sürerken 800 yılında Papa III. Leo, imparatora taç giydirdi. Böylece Kilise güçlü bir sivil iktidarla birleşti. Sonuçta Avrupadaki gerileme hızlandı. Papalığın karşısında hiçbir güç kalmadı. Ta ki, Salisburyli John (1115!-1180) ve Aquinumlu Thomas (1225-1274) gibi ilahiyatçı düşünürlere kadar Kilisenin hakimiyeti bütün katılığıyla sürdü.
Nasıl Türklerde son üç-dört asırdır bilim, felsefe, sanat ve ekonomide geriye gidiş gözleniyorsa, Avrupalılarda da benzeri oldu. Batı Roma İmparatorluğunun yıkılışı ve Hıristiyanlığın yanlış uygulanışının devam etmesinin sonucunda, 1500lü yıllara kadar genel anlamda ciddi bir başarı gösteremediler. Neredeyse bin yıl süren bir karanlığın içine gömüldüler. Harekete geçebilecek her türlü iç dinamikler, Kilise tarafından çeşitli yöntemlerle engellendi.
Ancak, Avrupanın düşünce sisteminin ve ekonomisinin tekrar toparlanmaya başlaması, ilginç bir tesadüf eseri, Kilisenin başlattığı Haçlı Seferlerinin sonucunda oldu.
İsmail Hakkı Küpçü
Alıntı Merkezi:
HIRİSTİYANLIĞI KABULÜ
Antik Çağın aydınlığında gelişen Avrupa, Hıristiyanlığı kabul etti. Sonra, dini uyguladıklarını iddia eden Kilisenin bağnazlığı ve baskıları başladı. Romadan sonra büyük bir devletin kurulamaması sonucunda, uzun sürecek bir karanlık döneme girildi.
Dünyanın en büyük imparatorluklarından biri olan Roma İmparatorluğunun kuruluş tarihi hakkında tarihçiler farklı şeyler yazarlar. Ancak çoğu tarihçi, destanlarda kurtlar tarafından emzirildikleri söylenen iki kardeşten Romulusun, kardeşi Remusu (ya da Romus) öldürdüğü M.Ö. 753 yılında birleşirler. Bugünkü Roma kentinin olduğu bölgenin küçücük bir yerinde kurulan bu birlik, gittikçe büyüyerek site devleti halini aldı. Devletin genişlemesi ve fetihler ise M.Ö. II. ve I. yüzyıllarda oldu (Romalıların ve Türklerin bilinen tarihteki ilk imparatorlukları benzer dönemlerde kurulmuştur. Ancak son yıllarda bulunan tarihi verilere göre, Türklerin devletlerinin ve medeniyetlerinin daha önceki tarihlere dayandığı tahmin edilmektedir.)
Romalıların yaptıkları bu fetihlerin sonucu olan ganimet, savaş tazminatları ve yeni eyaletlerin ödedikleri vergiler hem devleti hem de Roma halkını (yurttaşları) zenginleştirdi. Ancak, Antik Helen Çağının etkisiyle oluşturulan cumhuriyet yönetimleri, fetihlerin siyasal alanda oluşturduğu sorunları çözemedi. Çünkü uygulanan cumhuriyet anlayışı bugünkünden farklı idi. Büyük Larousse ve Meydan Larousse ansiklopedilerine göre, Cumhuriyet, birbirinden kesin çizgilerle ayrılmış iki yurttaş sınıfını içeriyordu: Klan başkanlarının soylu ailelerinin oluşturduğu Patriciler ve Plebler denilen halk. Cumhuriyet yönetiminin yürütme organı olan Senato, başlangıçta büyük aile başkanlarının (patres) toplanmasından oluşuyordu. Senato, hem dış siyaseti yönetirdi hem de iç siyasete egemendi. Hazineye göz kulak olan Senato, dinin de koruyucusuydu. Pleblerin, yani halkın, mülk edinme hakları vardı. Ama seçme ve seçilme hakları yoktu. Sonraları kurulan halk meclisleri (comitia) ve magistratuslar, yalnız görünüşte iktidardılar. Senato ise iktidarın gerçek sahibiydi. Sonuç olarak Roma hükümeti bir oligarşiydi. ( Bu yönetim uygulaması çağdaşı olan Büyük Hun Türk İmparatorluğundaki yapıya bir açıdan benzemektedir. Türklerde de boyların ileri gelenlerinin katıldığı kurultaylar düzenli olarak her yıl Haziran ayında, düzensiz olarak önemli kararların öncesinde toplanırdı. Ancak Türklerde, sınıf ayrımı yoktu. Halkın yönetime katılması kademeli olarak gerçekleşirdi. Boyların ileri gelenleri kurultaya gelmeden önce obasını toplar danışırdı.)
Kimi tarihçiler, Romada soylular ve halk denilen iki sınıf arasındaki mücadelenin devletin iç dinamiğini oluşturduğunu söylerler. Bunun da, kurumları sürekli olarak geliştirdiğini iddia ederler. Ancak bu mücadele sadece Roma kentinde yapılabiliyordu. Çünkü, imparatorluk sınırları Akdenizi Romalıların gölü haline getirecek kadar büyüdüğü zaman bile, yalnızca Roma şehrinde oturanlar yurttaş sayılıyordu. Bu anlayışa karşı çıkanların başlattıkları M.Ö. 91-89 yıllarındaki Sosyal Savaşlarını zorla bastıran yönetim, Roma yurttaşlığı hakkını o da sadece- İtalya sınırı içerisindekilere tanımak zorunda kaldı.
Romanın güçlenişinden önce, Antik Çağın önemli filozoflarından Sokratesin öğrencisi olan Platon, hocasının fikirlerini toparlamıştı. O da hocası gibi, düşünürlerin tek başlarına esenliğe ulaşamayacaklarına inanıyordu. Diğer insanları da kurtarmak gerekirdi. Bunun için adalet fikrine göre düzenlenmiş bir sitenin (küçük, şehir devleti) kurulmasına öncülük edilmeliydi. Bu anlayıştan dolayı, Roma kentinde cumhuriyeti kuran ve Antik Çağın temsilcileriyiz diyen Romalılar, gittikleri yerlere kanun ve nizamı götürdüklerini düşünüyorlardı (Bu anlayışla Osmanlı Devletindeki Nizam-ı Alem ülküsü birbirine benzemektedir).
Ama egemenlik altına alınarak eyalet durumuna getirilen ülkeler -Romadan tayin edilen yöneticiler tarafından- idare edilmekten çok, ekonomik olarak sömürülüyorlardı. Romadaki yöneticilerin bir bölümü ise, arenalarda hayvanların, gladyatörlerin ve esirlerin birbirlerini parçalamalarını -halkla birlikte- zevk alarak seyrediyorlardı (Arenalardaki görüntülerin benzer bir örneği, İngilterede 1822 yılında yasaklanana kadar sürdürüldü. İngilterede, arenaya salınan bir boğanın, azgın köpekler tarafından parçalanarak öldürülüşünü halkın bir kısmı zevkle seyrediyordu). Romadaki bu ve benzeri bozulmalara Cicero direnmeye çalıştı. M.Ö. 106 yılında doğan (Marcus Tullius) Cicero önceleri çok iyi bir siyaset söylevcisi idi. Sonraları ise felsefeci oldu. M.Ö. 43 yılında da muhalefet yaptığı için Antonius, Octavius ve Aemilius Lipidusun kurdukları üçlü diktatörlük (triumviratus) tarafından öldürüldü.
Kendilerini Antik Helen Çağının temsilcisi gibi görmelerine rağmen Romalıların, bilhassa Antik Çağdan sonra siyasal konularda özgün düşünceler geliştirdikleri söylenemez. Ancak sanatta ve edebiyatta gelişme sağladılar.
Eski Roma dini, genel anlamda bir inançtan çok, bir yurtseverlik anlayışına benziyordu. Romaya bağlılığı sağlıyor gibiydi. (Hun Türklerindeki din anlayışı ise, kişiye özeldi ve devlet baskısı yoktu.) Roma dininin, aynı dönemde ortaya çıkan Konfüçyusun Çinde geliştirdiği öğretilerle benzer yönleri vardı. Fakat Roma tarihindeki Geç İmparatorluk döneminde bu din anlayışı gerilemeye ve M.S. II. yüzyıldan itibaren Hıristiyanlık yayılmaya başladı. Hıristiyanlar önceleri pek önemsenmediler. Ama, adam öldürmeyi ve Romanın resmi tanrılarına kurban vermeyi kabul etmemeleri gibi nedenlerle, yönetimin düşmanlığını çektiler. Nikomedeia fermanları ile 303-304 yıllarında Hıristiyanlara karşı kıyıma girişildi. Bu engellemelere rağmen Hıristiyanlar çoğaldı. Constantius 324 yılında İstanbulu bugünkü yerine taşıdı. Bir sene sonra da İznikte Hıristiyanların kilise kurmalarına izin verdi. Kendisini de kilise dışından piskopos ilan etti. Daha sonra imparator Theodosius (375-395) -herkesin önünde- kilise yetkilisi Milanolu Ambrosius karşısında günah çıkardı.
Bu olaydan sonra Hıristiyanlık, imparatorluk içerisinde hızla gelişti. 450 yılına gelindiğinde beş adet patrik oluşmuştu. Nitekim 451 yılında Romayı Hun Türklerinin hakanı Atillaya karşı koruyan, dönemin beş patriğinden biri olan I. Leo idi. Bu olaydan sonra ermiş olduğuna inanıldı ve Büyük Leo olarak tarihe geçti. Bu başarı papaların kentteki ve dünyadaki eşsiz güçlerinin başlangıcı oldu. Atilla Romayı almamıştı ama, sanki Avrupanın başına Papalığı sorun olarak bırakmıştı.
İmparator Theodosiusun oğulları Arcadius ve Honorius 395 yılında imparatorluğu paylaştılar. Oluşan devletlerden Batı Roma İmparatorluğu 476 yılında, Alman (Germen) aşiret reisi Odoaker tarafından yıkıldı. Tarihin bir cilvesi olarak, yenilen son İmparator Romulus Augustus, imparatorluğun kurucusunun adını taşıyordu. Ama imparatorluğu batırdığı iddiasıyla Romulus Augustulus yani Küçük Augustus diye anıldı.
İmparatorluğun sonunu belirginleştiren yıkım içerisinde, yalnız Hıristiyan kilisesi ayakta kaldı. Devletin parçalanmasının sonucunda güçlü krallar da kalmadı. Küçük devletçikler üzerinde kilisenin egemenlik kurması hiç de zor olmadı. Mehmet Ali Ağaoğulları ve Levent Kökere göre (s.138), Papa I. Gelasiustan (492-496) sonra Gelasius kuralları (öğretisi) gündeme geldi. Kilisenin devlet iktidarı üzerindeki üstünlüğü kabul edildi ve kilise bütün hayata egemen oldu. Daha sonraları çeşitli iç mücadeleler sonucunda bu üstünlükleri zayıfladı. Ancak I. Haçlı Seferinin sonucunda, Kudüsün Müslümanlardan geri alınmasıyla yeniden doruğa çıktı.
Kilisenin devlette ve halkın yaşamında etkili olmasından sonra Avrupa, Hıristiyanlığın bağnazca uygulanışının taassubuna girdi. Bilimde, sanatta, felsefede ve ekonomide geriledi. Papa Gelasius öğretisinin etkisi sürerken 800 yılında Papa III. Leo, imparatora taç giydirdi. Böylece Kilise güçlü bir sivil iktidarla birleşti. Sonuçta Avrupadaki gerileme hızlandı. Papalığın karşısında hiçbir güç kalmadı. Ta ki, Salisburyli John (1115!-1180) ve Aquinumlu Thomas (1225-1274) gibi ilahiyatçı düşünürlere kadar Kilisenin hakimiyeti bütün katılığıyla sürdü.
Nasıl Türklerde son üç-dört asırdır bilim, felsefe, sanat ve ekonomide geriye gidiş gözleniyorsa, Avrupalılarda da benzeri oldu. Batı Roma İmparatorluğunun yıkılışı ve Hıristiyanlığın yanlış uygulanışının devam etmesinin sonucunda, 1500lü yıllara kadar genel anlamda ciddi bir başarı gösteremediler. Neredeyse bin yıl süren bir karanlığın içine gömüldüler. Harekete geçebilecek her türlü iç dinamikler, Kilise tarafından çeşitli yöntemlerle engellendi.
Ancak, Avrupanın düşünce sisteminin ve ekonomisinin tekrar toparlanmaya başlaması, ilginç bir tesadüf eseri, Kilisenin başlattığı Haçlı Seferlerinin sonucunda oldu.
İsmail Hakkı Küpçü
Alıntı Merkezi:
Ziyaretçiler için gizlenmiş link,görmek için
Giriş yap veya üye ol.