Teslîs, hristiyanların Baba, oğul ve Rûhul-Kudüs üçlüsün*den oluşan tanrı inançlarını ifâde eden bir kavramdır. Aslında Hristiyanlık, umûmiyetle tek Tanrıya inanan dinler arasında zikre*dilir. Hristiyanlığın dayandığı Eski Ahidde titiz bir şekilde üzerinde durulan tevhîd inancı, hristiyanların merkezi olan Kudüste aralarında sıkışıp kaldığı Hint ve Yunan kültürünün etkisiyle, tevhîde aykırı bir şekle dönüşmüştür.
Teslîsin Hristiyanlığa girmesi hayli sonra olmuştur. 325 yılın*da toplanan İznik Konsülünde henüz teslîs inancı yoktu. Orada sadece Baba ve Oğulun Tanrı olduğundan ve onların aynı cevherden olduklarından bahsediliyordu. Daha sonra 381 yılında toplanan Konstantinopolis Konsülü ise, Rûhul-Kudüsü de Tanrılığa ilâve edip(!) teslîs inancını kabûl ederek, hristiyanlardan üç uknuma, yâni üç unsurlu tek ulûhiyete tapınmalarını istedi.
Bugün yapılan îtirazlar karşısında teslîs için tevîl yoluna gi*dilerek; Tanrı tektir, güç ondadır; Îsâ ise sadece onun oğludur; Rûhul-Kudüs de gücüdür gibi ifâdeler, yapılan şirki tevhîde yak*laştırmaz. Ayrıca her türlü noksanlıklardan ve beşerî sıfatlardan münezzeh olan Allâha oğul isnâdı, dehşetli bir azâba dûçâr edecek büyük bir şirkten başka bir şey değildir. Bu hususta Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
وَقَالُواْ اتَّخَذَ اللّهُ وَلَدًا سُبْحَانَهُ بَل لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ كُلٌّ لَّهُ قَانِتُونَ
(O yüce bir sübhân olduğu hâlde) «Allâh çocuk edindi!» dediler. Hâşâ! O, bundan münezzehtir. Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi Onundur, hepsi Ona boyun eğmiştir. (el-Bakara, 116)
قَالُواْ اتَّخَذَ اللّهُ وَلَدًا سُبْحَانَهُ هُوَ الْغَنِيُّ لَهُ مَا فِي السَّمَاوَات وَمَا فِي الأَرْضِ إِنْ عِندَكُم مِّن سُلْطَانٍ بِهَـذَا أَتقُولُونَ عَلَى اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
(Evet O yüce bir sübhân olduğu hâlde) «Allâh çocuk edin*di!» dediler. Hâşâ! O, bundan münezzehtir. Onun (çocuğa) ihtiyâcı yoktur. Göklerde ve yerde ne varsa Onundur. Bu hususta yanınızda herhangi bir delil yoktur. Allâh hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz? (Yûnus, 68)
قُلْ إِنَّ الَّذِينَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللّهِ الْكَذِبَ لاَ يُفْلِحُونَ
(Ey Rasûlüm!) De ki: Allâh katında yalan uyduranlar as*lâ kurtuluşa eremezler. (Yûnus, 69)
مَتَاعٌ فِي الدُّنْيَا ثُمَّ إِلَيْنَا مَرْجِعُهُمْ ثُمَّ نُذِيقُهُمُ الْعَذَابَ الشَّدِيدَ بِمَا كَانُواْ يَكْفُرُونَ
Dünyâda bir miktar geçim (sağlarlar), sonra dönüşleri Bizedir; sonra inkâr etmekte oldukları şeylerden ötürü onla*ra şiddetli azâbı tattırırız. (Yûnus, 70)
مَا اتَّخَذَ اللَّهُ مِن وَلَدٍ وَمَا كَانَ مَعَهُ مِنْ إِلَهٍ إِذًا لَّذَهَبَ كُلُّ إِلَهٍ بِمَا خَلَقَ وَلَعَلَا بَعْضُهُمْ عَلَى بَعْضٍ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يَصِفُونَ
Allâh evlâd edinmemiştir. Onunla beraber hiçbir ilâh da yoktur. Aksi takdirde (Onunla beraber başka ilâhların bu*lunması hâlinde) her ilâh kendi yarattığını sevk ve idâre eder ve mutlakâ onlardan biri diğerine galebe çalardı. Allâh, (müşriklerin) yakıştırdıkları şeylerden münezzehtir. (el-Müminûn, 91)
Başlangıçta pürüzsüz bir tevhîd anlayışına sâhip olan hristiyan akîdesine sonradan girmiş bulunan teslîs inancının, İncîllerde ciddî bir delîline rastlanmamaktadır. Üçleme mânâsına gelen teslîsin Batı dillerindeki karşılığı, Trinitedir. Trinite kelimesi, İncîllerin hiçbir yerinde geçmez. Hristiyanlık târihinde ilk defa M.S. 2. asırda Tertüllien tarafından kullanılmıştır.
Ayrıca Yeni Ahidin hiçbir yerinde Hazret-i Îsâ Ben Tanrıyım demez. Bilakis tam zıddını, yâni kul olduğunu söyler.[25] Yüce Allâh Kurân-ı Kerîmde de Hazret-i Îsânın kul olduğunu haber verir.[26] Îsâ -aleyhisselâm-, bu kulluk sıfatından kendisi rencide olmamış, bilakis Kitâb-ı Mukaddeste beyân edildiği üzere bundan şeref duymuş,[27] ömrünü zirve bir kulluk muhtevâsı içinde yaşamıştır. Ayrıca Hazret-i Îsâ devamlı olarak, hattâ gece boyunca Allâha ibâdet ederdi. Hâlbuki ibâdet etmek, ulûhiyet şiârı değil, bilakis kulluğun tescîlidir.
Hristiyanlar, teslîsin İncîllerdeki delîli olarak bula bula şu ifâdeleri zikrederler:
Ve Îsâ vaftiz olunup hemen sudan çıktı. Ve işte gökler açıl*dı ve Allâhın rûhunun güvercin gibi inip üzerine geldiğini gördü ve işte göklerden bir ses dedi: «Sevgili oğlum budur, ondan râzıyım.» (Matta 3, 16-17)
Benzer ifâdeler, İncîlin diğer bölümlerinde de geçer.[28] Fakat dikkatle incelendiğinde görülür ki, bu metinlerden üç tan*rı veya üç uknumlu, yâni üç unsurdan müteşekkil bir tanrı mânâsı çıkarmak mümkün değildir.
İfâde etmek gerekir ki, aslının tahrîf edildiği, Kurân-ı Kerîm ta*rafından da bildirilen Hristiyanlığın temel kitabı olan İncîllerde bile sağlam ve anlaşılır bir delili bulunmayan teslîs inancı, nasıl tevîl edilirse edilsin veya hristiyanlar tarafından ne şekilde îzah edilmeye çalışılırsa çalışılsın, Allâh indinde son dîn olarak gön*derilen İslâmın getirdiği Tevhîd inancıyla aslâ bağdaşmaz!
Öte yandan, hristiyanların Tanrı için kullandıkları baba tâbiri de çok alçaltıcıdır. Zîrâ insan nazarında kötü intibâlar uyandıran baba tipleri de vardır. Aynı zamanda baba mefhûmu, birer beşerî keyfiyet olan cinsî alâkaları, kendisinden sonra bir vâris bırakma düşüncesini ve ölümü hatırlatır ki, Allâh -celle celâlühû- bütün bunlardan münezzehtir.
Allâh Teâlânın Îsâ -aleyhisselâm-ı babasız olarak yaratması fevkalâde büyük bir mûcizedir. Fakat bu durum, Onun ilâh olmasını gerektirmez. Zîrâ Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- da babasız olarak yaratılmıştır. Üstelik Onun yaratılışında bir anne de mevcut değildir. Hem anasız, hem de babasız yaratılan Hazret-i Âdeme bu vasfından ve Hazret-i Havvânın da kendisin*den yaratılmış olmasından dolayı, nasıl ki ulûhiyet izâfe edilemiyorsa, Hazret-i Îsâya da izâfe edilemez. Şâyet Allâh Teâlâ bir bâkireden babasız olarak bir çocuk yaratıyorsa bu, çocuğa değil bizzat onu yaratan Allâha kulluk etmeyi gerektirir.
İslâm, Allâhın, yüce sıfatlarla muttasıf, hiçbir mahlûka benzemeyen, her türlü noksanlıktan münezzeh, kendinden başka bir ilâh bulunmayan, azamet ve kud*ret sâhibi ve bir Rab ol*duğunu îlân eder. Bu ilân, pek veciz bir şekilde İhlâs Sûresinde beyân buyrulmuştur:
قُلْ هُوَ اللَّهُ أَحَدٌ
(1)
اللَّهُ الصَّمَدُ
(2)
لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ
(3)
وَلَمْ يَكُن لَّهُ كُفُوًا أَحَدٌ
(4)
(Ey Rasûlüm!) De ki: Allâh birdir. Allâh sameddir. Doğurmamıştır (hiç kimsenin babası değildir) ve doğurulmamıştır (hiç kimsenin evlâdı değildir). Hiçbir şey de Onun dengi değildir!
Bu kısa sûre, tevhîdin bütün husûsiyetlerini hülâsa ederek, Îsâ -aleyhisselâm- gibi doğum ve ölüm boyutlarıyla sınırlı yaratıl*mış bir varlığın, ulûhiyetle herhangi bir alâkası olmadığını beyân ile teslîsin muhâl olduğunu göstermeye kâfîdir.
Bu bakımdan Cenâb-ı Hak teslîs akîdesindekileri şiddetli bir şekilde îkaz buyurur:
لَقَدْ كَفَرَ الَّذِينَ قَالُواْ إِنَّ اللّهَ هُوَ الْمَسِيحُ ابْنُ مَرْيَمَ وَقَالَ الْمَسِيحُ يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ اعْبُدُواْ اللّهَ رَبِّي وَرَبَّكُمْ إِنَّهُ مَن يُشْرِكْ بِاللّهِ فَقَدْ حَرَّمَ اللّهُ عَلَيهِ الْجَنَّةَ وَمَأْوَاهُ النَّارُ وَمَا لِلظَّالِمِينَ مِنْ أَنصَارٍ
And olsun ki «Allâh, kesinlikle Meryem oğlu Mesîhtir!» diyenler kâfir olmuşlardır. Hâlbuki Mesîh: «Ey İsrâîloğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allâha kulluk ediniz! Biliniz ki, kim Allâha ortak koşarsa, muhakkak Allâh ona cenneti ha*ram kılar; artık onun yeri ateştir ve zâlimler için yardımcılar yoktur!» demişti. (el-Mâide, 72)
لَّقَدْ كَفَرَ الَّذِينَ قَالُواْ إِنَّ اللّهَ ثَالِثُ ثَلاَثَةٍ وَمَا مِنْ إِلَـهٍ إِلاَّ إِلَـهٌ وَاحِدٌ وَإِن لَّمْ يَنتَهُواْ عَمَّا يَقُولُونَ لَيَمَسَّنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِنْهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
And olsun «Allâh, üçün üçünsüdür!» diyenler de kâfir olmuşlardır. Hâlbuki bir tek Allâhtan başka hiçbir ilâh yok*tur. Eğer diyegeldiklerinden vazgeçmezlerse, içlerinden kâ*fir olanlara acı bir azap isâbet edecektir. (el-Mâide, 73)
أَفَلاَ يَتُوبُونَ إِلَى اللّهِ وَيَسْتَغْفِرُونَهُ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Hâlâ Allâha tevbe edip Ondan mağfiret dilemeyecek*ler mi? Allâh, Gafûr ve Rahîmdir. (el-Mâide, 74)
مَّا الْمَسِيحُ ابْنُ مَرْيَمَ إِلاَّ رَسُولٌ قَدْ خَلَتْ مِن قَبْلِهِ الرُّسُلُ وَأُمُّهُ صِدِّيقَةٌ كَانَا يَأْكُلاَنِ الطَّعَامَ انظُرْ كَيْفَ نُبَيِّنُ لَهُمُ الآيَاتِ ثُمَّ انظُرْ أَنَّى يُؤْفَكُونَ
Meryem oğlu Mesîh, ancak bir Rasûldür. Ondan önce de birçok rasûller gelip geçmiştir. Anası da çok doğru bir ka*dındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak, delilleri nasıl açıklı*yoruz; sonra bak ki (bunları görüp bildikleri hâlde ehl-i kitâb) nasıl (da hakîkatten) yüz çeviriyorlar! (el-Mâide, 75)
Âyet-i kerîmede buyrulan ikisi de yemek yerlerdi ifâde*si, Îsâ -aleyhisselâm-ın ve annesinin birer beşer olduklarını vurgulamak içindir. Çünkü onların yemek yemeleri, açlık ve tokluk gibi be*şerî husûsiyetleri îcâb ettirir ki, Cenâb-ı Hak elbette bundan mü*nezzehtir.
Buna rağmen ehl-i kitâbın onlar hakkında ulûhiyet isnâd edici bir inanca meyletmeleri, tamâmen kendi cehâlet ve gaflet*leri sebebiyledir. Yoksa Hazret-i Îsâ, bu hususta ehl-i kitâba en ufak bir kapı bile açmamıştır. Allâh Teâlâ buyurur:
يَوْمَ يَجْمَعُ اللّهُ الرُّسُلَ فَيَقُولُ مَاذَا أُجِبْتُمْ قَالُواْ لاَ عِلْمَ لَنَا إِنَّكَ أَنتَ عَلاَّمُ الْغُيُوبِ
Allâhın, peygamberleri toplayıp da: «Size ne cevap verildi?» dediği gün: «Bizim hiçbir bilgimiz yok, şüphe*siz gizlilikleri hakkıyla bilen ancak Sensin!» diyeceklerdir. (el-Mâide, 109)
وَإِذْ قَالَ اللّهُ يَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ أَأَنتَ قُلتَ لِلنَّاسِ اتَّخِذُونِي وَأُمِّيَ إِلَـهَيْنِ مِن دُونِ اللّهِ قَالَ سُبْحَانَكَ مَا يَكُونُ لِي أَنْ أَقُولَ مَا لَيْسَ لِي بِحَقٍّ إِن كُنتُ قُلْتُهُ فَقَدْ عَلِمْتَهُ تَعْلَمُ مَا فِي نَفْسِي وَلاَ أَعْلَمُ مَا فِي نَفْسِكَ إِنَّكَ أَنتَ عَلاَّمُ الْغُيُوبِ
p> (O zaman) Allâh: Ey Meryem oğlu Îsâ! İnsanlara: «Beni ve anamı, Allâhtan başka iki tanrı bilin!» diye Sen mi de*din, buyurduğunda, O (Îsâ diyecektir ki): «Hâşâ! Seni tenzîh ederim; hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Hem ben söyleseydim, Sen onu şüphesiz ki bilirdin. Sen be*nim içimdekini bilirsin, hâlbuki ben Senin zâtında olanı bil*mem. Gizlilikleri eksiksiz bilen yalnızca Sensin. (el-Mâide, 116)
مَا قُلْتُ لَهُمْ إِلاَّ مَا أَمَرْتَنِي بِهِ أَنِ اعْبُدُواْ اللّهَ رَبِّي وَرَبَّكُمْ
Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim. Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allâha kulluk edin, de*dim (el-Mâide, 117)
Sâlim akıl sâhipleri düşünürler ki, Hazret-i Îsâ, mîlâddan önceki senelerde hayatta olmayıp sonradan doğduğuna göre, Allâha sonradan bir ilâve mümkün müdür? Yuhanna İncîlinde ken*disine «Yâ Rab!» diye hitâb edilen Hazret-i Îsâya isnâd edilen ulûhiyet kudreti, insanlar tarafından haça gerilecek kadar acziyetle mi muttasıftır? Zîrâ İncîllerde, Hazret-i Îsânın istemeyerek asıldığını ifâde eden cümleler vardır. Bu cümlelere göre Hazret-i Îsâ, çarmıha gerilmeye götürülürken:
Allâhım, Allâhım beni niçin terk ettin?
(Matta 27, 46) diye yüksek sesle bağırmıştır.
Bu ifâdeler, acz ve isyan dolu beşerî zaaflar değil midir?
İslâm Dîni, tevhîd husûsunda son derece hassâsi*yet gösterilmesini emreder. Tevhîdi zedeleyecek en küçük hususları bile şirk olarak vasıflandırır. Bir misâl verecek olursak, bir kişinin, Allâhın emirlerini bir kenara bırakıp kendi arzusuna uyması hâlinde: hevâsını ilâh edindi (el-Furkân, 43) hükmünü verir. Ayrıca Allâhın helâl kıldığını haram, haram kıldığını da helâl kılanları rabler, onların bu arzularına uyanları da bunları rab edinen kimse*ler olarak tavsîf buyurur. İbâdette gösteriş demek olan riyâyı da gizli şirk olarak zikreder.
Tevhîd konusunda bu kadar hassas davranan Kurân, hristiyanların bâtıl teslîs inancını şiddetle reddeder ve bunun küfür olduğunu bildirir.
Allâh Teâlâ son ilâhî kitâbı olan Kurân-ı Kerîmde içine düş*tükleri teslîs dalâleti dolayısıyla ehl-i kitâbı şöyle îkâz buyurur:
يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لاَ تَغْلُواْ فِي دِينِكُمْ وَلاَ تَقُولُواْ عَلَى اللّهِ إِلاَّ الْحَقِّ إِنَّمَا الْمَسِيحُ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ رَسُولُ اللّهِ وَكَلِمَتُهُ أَلْقَاهَا إِلَى مَرْيَمَ وَرُوحٌ مِّنْهُ فَآمِنُواْ بِاللّهِ وَرُسُلِهِ وَلاَ تَقُولُواْ ثَلاَثَةٌ انتَهُواْ خَيْرًا لَّكُمْ إِنَّمَا اللّهُ إِلَـهٌ وَاحِدٌ سُبْحَانَهُ أَن يَكُونَ لَهُ وَلَدٌ لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَات وَمَا فِي الأَرْضِ وَكَفَى بِاللّهِ وَكِيلاً
Ey ehl-i kitâb! Dîninizde aşırı gitmeyin ve Allâh hakkın*da, hakîkatten başkasını söylemeyin! Meryem oğlu Îsâ Mesîh, ancak Allâhın Rasûlüdür; (O), Allâhın, Meryeme ulaş*tırdığı «Kün = Ol» kelimesi(nin eseri)dir. Ondan bir rûhtur. (Allâh tarafından gönderilmiş, teyîd edilmiş, Cebrâîl tarafından üfürülmüş bir rûhtur). Şu hâlde Allâha ve peygamberlerine îmân edin! «(Tanrı) üçtür» demeyin! Sizin için hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin! Allâh, ancak bir tek Allâhtır! O, ço*cuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Onundur. Vekîl olarak Allâh yeter! (en-Nisâ, 171)
لَّن يَسْتَنكِفَ الْمَسِيحُ أَن يَكُونَ عَبْداً لِّلّهِ وَلاَ الْمَلآئِكَةُ الْمُقَرَّبُونَ وَمَن يَسْتَنكِفْ عَنْ عِبَادَتِهِ وَيَسْتَكْبِرْ فَسَيَحْشُرُهُمْ إِلَيهِ جَمِيعًا
(Biliniz ki), ne Mesîh, ne de Allâha yakın melekler, Allâhın kulu olmaktan geri dururlar. Ona kulluktan geri durup büyüklenen kimselerin hepsini (Allâh) yakında huzûrunda toplayacaktır. (en-Nisâ, 172)
لَّقَدْ كَفَرَ الَّذِينَ قَآلُواْ إِنَّ اللّهَ هُوَ الْمَسِيحُ ابْنُ مَرْيَمَ قُلْ فَمَن يَمْلِكُ مِنَ اللّهِ شَيْئًا إِنْ أَرَادَ أَن يُهْلِكَ الْمَسِيحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَأُمَّهُ وَمَن فِي الأَرْضِ جَمِيعًا وَلِلّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا يَخْلُقُ مَا يَشَاء وَاللّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
«Şüphesiz Allâh, Meryem oğlu Mesîhtir!» diyenler, and olsun ki kâfir olmuşlardır. De ki: «Öyleyse Allâh Mer*yem oğlu Mesîhi, anasını ve yeryüzündekileri imhâ etmek isterse, Allâha kim bir şey yapabilecektir?! Göklerde, yer*de ve ikisi arasında ne varsa hepsinin mülkiyeti Allâha âittir. O dilediğini yaratır ve Allâh, her şeye hakkıyla kâdirdir.» (el-Mâide, 17)
Daha evvelce de ifâde edildiği gibi birçok araştırmacıya göre Hazret-i Îsânın ulûhiyeti fikri, Hristiyanlığa, Yunan, İskenderiye ve Hind felsefelerinin tesiriyle girmiştir.
Nitekim Britanica Ansiklopedisinde şöyle denilmektedir:
Îsâ, tabiat üstü bir unsurdan olduğunu asla iddiâ etmedi; beşer tabiatından üstün bir tabiatı olduğunu da söylemedi. (5. cilt s. 636)
Hazret-i Îsâ
şöyle demiştir:
Dinle ey İsrâîl! Allâhımız Rab, bir olan Rabdır. (Markos 12, 29. Ayrıca bkz. Matta 23, 8; Luka 13, 33)
Yine başka yerlerde de şu ifâdeler bulunmaktadır:
Herkesi korku aldı ve aramızdan büyük bir peygamber çıktı dediler. (Luka, 7/16)
İmdi Îsânın yapmış olduğu alâmeti halk görünce dünyâya gelecek peygamber budur, dediler. (Yuhanna, 6/14)
Görüldüğü üzere, aslında bizzat hristiyan kaynaklarındaki bilgiler bile Hazret-i Îsânın Allâhın kulu ve Rasûlü olduğunu, Onun ulûhiyetle bir alâ*kası bulunmadığını ispat etmeye kâfîdir. Fakat Pavlos gibi sahte din adamları, îman kisvesi altında din düşmanlığı yapmışlar ve Hazret-i Îsâ hakkında insanları yanıltmakla yetinmeyip sayısız yanlış bilgilerle onları dalâlete sürüklemişlerdir. Böyle olduğu hâl*de hristiyanlar bugün, kendi kendilerini kandırarak Allâhın sevgilileri olduklarını ve cennete yalnız kendilerinin gireceğini ifâde eder*ler. Onların bu zanlarını Cenâb-ı Hak şöyle cevaplandırır:
وَقَالُواْ لَن يَدْخُلَ الْجَنَّةَ إِلاَّ مَن كَانَ هُوداً أَوْ نَصَارَى تِلْكَ أَمَانِيُّهُمْ قُلْ هَاتُواْ بُرْهَانَكُمْ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
(Ehl-i kitâb
«Yahûdîler ve hristiyanlar hâriç hiç kimse cennete giremeyecek!» dediler. Bu, onların kuruntusudur. (Ey Rasûlüm!) Sen onlara de ki: «Eğer sâhiden doğru söy*lüyorsanız, delîlinizi getirin!» (el-Bakara, 111)
وَقَالَتِ الْيَهُودُ وَالنَّصَارَى نَحْنُ أَبْنَاء اللّهِ وَأَحِبَّاؤُهُ قُلْ فَلِمَ يُعَذِّبُكُم بِذُنُوبِكُم بَلْ أَنتُم بَشَرٌ مِّمَّنْ خَلَقَ يَغْفِرُ لِمَن يَشَاء وَيُعَذِّبُ مَن يَشَاء وَلِلّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا وَإِلَيْهِ الْمَصِيرُ
Hristiyanlar ve Yahûdîler: «Biz Allâhın oğulları ve sev*gilileriyiz!» dediler. De ki: Öyleyse günahlarınızdan dolayı si*ze niçin azâb ediyor? Doğrusu siz de Onun yarattığı insan*lardansınız. O, dilediğini bağışlar ve dilediğine azâb eder. Göklerde, yerde ve ikisinin arasında ne varsa mülkiyeti Allâha âittir. Sonunda dönüş de ancak Onadır. (el-Mâide, 18)
Hristiyanların içine düştükleri bu hazin âkıbet, onların da yahûdîler gibi kendilerine gönderilen ilâhî kitabı arzuları istikâ*metinde bozmuş, muhtevâsını beşerîleştirmiş olmalarından kay*naklanmaktadır. Çünkü böyle yapmak, nefislerine daha câzip gö*rünmüş ve irtikâb ettikleri cürümleri, ilâhî kitaplarına dâhil ederek onları meşrû*laştırma imkânı elde etmişlerdir. Ancak bu durum, tabiî olarak âhiret saâdetini kaybetmelerine mâl olmuştur. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aley*hi ve sellem-in teşrîfiyle bile intibâha gelemeyecek kadar bâtıla saplanmış olan pek çok ehl-i kitâbın hâli ne hazindir!
Necran hristiyanlarından bir heyet Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-e gelerek:
Kurân-ı Kerîm de Hazret-i Îsânın babasız doğduğunu kabûl ettiğine göre O Allâhtır! dediler.
Bunun üzerine şu mübâhele (haklının ortaya çıkması için karşılıklı lânetleşme) âyeti inzâl oldu:
فَمَنْ حَآجَّكَ فِيهِ مِن بَعْدِ مَا جَاءكَ مِنَ الْعِلْمِ فَقُلْ تَعَالَوْاْ نَدْعُ أَبْنَاءنَا وَأَبْنَاءكُمْ وَنِسَاءنَا وَنِسَاءكُمْ وَأَنفُسَنَا وأَنفُسَكُمْ ثُمَّ نَبْتَهِلْ فَنَجْعَل لَّعْنَةُ اللّهِ عَلَى الْكَاذِبِينَ
(Ey Rasûlüm!) Sana bu ilim geldikten sonra Seninle bu hususta çekişenlere de ki: Geliniz, sizler ve bizler dâhil ol*mak üzere, siz kendi çocuklarınızı biz de kendi çocuklarımı*zı, siz kendi kadınlarınızı biz de kendi kadınlarımızı çağıra*lım. Sonra da duâ edelim de Allâhtan yalancılar üzerine lânet dileyelim. (Âl-i İmrân, 61)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, âyet-i kerîme muktezâsınca teklifini yaptığında Necranlı hristiyanlar buna ya*naşamadılar. Müslümanların himâyesine girmeyi kabûl eden bir anlaşma imzâlayarak memleketlerine döndüler.
Allâh Teâlâ, ehl-i kitâbı îkaz sadedinde şöyle buyurur:
يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَكْفُرُونَ بِآيَاتِ اللّهِ وَأَنتُمْ تَشْهَدُونَ
Ey ehl-i kitâb! (Gerçeği) görüp de bildiğiniz hâlde niçin Allâhın âyetlerini inkâr edersiniz? (Âl-i İmrân, 70)
يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَلْبِسُونَ الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ وَتَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَأَنتُمْ تَعْلَمُونَ
Ey ehl-i kitâb! Neden doğruyu eğriye karıştırıyor ve bi*le bile gerçeği gizliyorsunuz?
(Âl-i İmrân, 71)
قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَصُدُّونَ عَن سَبِيلِ اللّهِ مَنْ آمَنَ تَبْغُونَهَا عِوَجًا وَأَنتُمْ شُهَدَاء وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Ey ehl-i kitâb! (Gerçeği) görüp bildiğiniz hâlde niçin Allâhın yolunu eğri göstermeye yeltenerek müminleri Allâh yolundan çevirmeye kalkışıyorsunuz? Allâh, yaptıklarınız*dan habersiz değildir. (Âl-i İmrân, 99)
Hristiyanların, âyet-i kerîmelerde ifâde edilen görüp bildikle*ri gerçek, kendi dinlerinin tahrîf edilmiş olup aslından uzaklaşmış bulunduğu, bu sebeple son ilâhî kitap olan Kurân-ı Kerîm ile Haz*ret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-in Cenâb-ı Hak ta*rafından gönderildiğidir. Onlar bunu açığa vurmasa da Allâh Te*âlâ açık bir şekilde beyân buyurur:
الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ أَبْنَاءهُمْ وَإِنَّ فَرِيقاً مِّنْهُمْ لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
Kendilerine kitap verdiklerimiz, Onu (Peygam*beri), öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen on*lardan bir grup, bile bile gerçeği gizler. (el-Bakara, 146)
إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا أَنزَلْنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالْهُدَى مِن بَعْدِ مَا بَيَّنَّاهُ لِلنَّاسِ فِي الْكِتَابِ أُولَـئِكَ يَلعَنُهُمُ اللّهُ وَيَلْعَنُهُمُ اللَّاعِنُونَ
(Lâkin bilsinler ki) indirdiğimiz açık delilleri ve kitapta in*sanlara apaçık (bir şekilde) gösterdiğimiz hidâyet yolunu giz*leyenlere hem Allâh, hem de bütün lânet ediciler lânet eder. (el-Bakara, 159)
Allâh indinde tek makbul dîn olan İslâma son derece uzak duran ehl-i kitâba çok yazık! Ancak onlardan yüce hakîkati anlayarak Allâha gerçek mânâda kulluğa yönelenlere de ne mutlu! Nitekim âyet-i kerîmede, ehl-i kitâbın, âhir zamanda Hazret-i Îsânın yeryüzüne inmesiyle birlikte îmân ede*cekleri ifâde buyrulmaktadır:
وَإِن مِّنْ أَهْلِ الْكِتَابِ إِلاَّ لَيُؤْمِنَنَّ بِهِ قَبْلَ مَوْتِهِ وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ يَكُونُ عَلَيْهِمْ شَهِيدًا
Ehl-i kitâbdan her biri, ölümünden önce Ona muhak*kak îmân edecektir. Kıyâmet gününde O, onlara şâhid ola*caktır. (en-Nisâ, 159)
Hristiyanların bugün içinde bulundukları dalâleti terk edemeyişlerinin yegâne sebebi ise, İncîllerin durumudur. Onları kaleme alanlar, İncîlleri kendi arzuları istikâmetinde o hâle getirmişlerdir ki, gerçek İncîl-i Şerîfi gönderen Cenâb-ı Hak:
فَوَيْلٌ لِّلَّذِينَ يَكْتُبُونَ الْكِتَابَ بِأَيْدِيهِمْ ثُمَّ يَقُولُونَ هَـذَا مِنْ عِندِ اللّهِ لِيَشْتَرُواْ بِهِ ثَمَناً قَلِيلاً فَوَيْلٌ لَّهُم مِّمَّا كَتَبَتْ أَيْدِيهِمْ وَوَيْلٌ لَّهُمْ مِّمَّا يَكْسِبُونَ
Elleriyle (bir) kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için «Bu Allâh katındandır» diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay onların hâline! Ve kazandıklarından ötürü vay onların hâline! (el-Bakara, 79) buyurmuştur.
Çünkü onların yaptıkları ilâhî kitâba müdâhale meselesi, peygamberlere dahî müsâade edilmeyen ilâhî bir yasaktır. Nite*kim bu husustaki ilâhî ferman, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hakkında dahî vârid olmuştur. Cenâb-ı Hak buyurur:
(44)وَلَوْ تَقَوَّلَ عَلَيْنَا بَعْضَ الْأَقَاوِيلِ
لَأَخَذْنَا مِنْهُ بِالْيَمِينِ
(45)
ثُمَّ لَقَطَعْنَا مِنْهُ الْوَتِينَ
(46)
فَمَا مِنكُم مِّنْ أَحَدٍ عَنْهُ حَاجِزِينَ
(47)
Eğer (Peygamber) Bize atfen bazı sözler uydurmuş ol*saydı, elbette Onu kıskıvrak yakalardık! Sonra Onun can damarını koparırdık (Onu yaşatmazdık). Hiçbiriniz buna mânî de olamazdınız! (el-Hâkka, 44-47)
Teslîsin Hristiyanlığa girmesi hayli sonra olmuştur. 325 yılın*da toplanan İznik Konsülünde henüz teslîs inancı yoktu. Orada sadece Baba ve Oğulun Tanrı olduğundan ve onların aynı cevherden olduklarından bahsediliyordu. Daha sonra 381 yılında toplanan Konstantinopolis Konsülü ise, Rûhul-Kudüsü de Tanrılığa ilâve edip(!) teslîs inancını kabûl ederek, hristiyanlardan üç uknuma, yâni üç unsurlu tek ulûhiyete tapınmalarını istedi.
Bugün yapılan îtirazlar karşısında teslîs için tevîl yoluna gi*dilerek; Tanrı tektir, güç ondadır; Îsâ ise sadece onun oğludur; Rûhul-Kudüs de gücüdür gibi ifâdeler, yapılan şirki tevhîde yak*laştırmaz. Ayrıca her türlü noksanlıklardan ve beşerî sıfatlardan münezzeh olan Allâha oğul isnâdı, dehşetli bir azâba dûçâr edecek büyük bir şirkten başka bir şey değildir. Bu hususta Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
وَقَالُواْ اتَّخَذَ اللّهُ وَلَدًا سُبْحَانَهُ بَل لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ كُلٌّ لَّهُ قَانِتُونَ
(O yüce bir sübhân olduğu hâlde) «Allâh çocuk edindi!» dediler. Hâşâ! O, bundan münezzehtir. Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi Onundur, hepsi Ona boyun eğmiştir. (el-Bakara, 116)
قَالُواْ اتَّخَذَ اللّهُ وَلَدًا سُبْحَانَهُ هُوَ الْغَنِيُّ لَهُ مَا فِي السَّمَاوَات وَمَا فِي الأَرْضِ إِنْ عِندَكُم مِّن سُلْطَانٍ بِهَـذَا أَتقُولُونَ عَلَى اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
(Evet O yüce bir sübhân olduğu hâlde) «Allâh çocuk edin*di!» dediler. Hâşâ! O, bundan münezzehtir. Onun (çocuğa) ihtiyâcı yoktur. Göklerde ve yerde ne varsa Onundur. Bu hususta yanınızda herhangi bir delil yoktur. Allâh hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz? (Yûnus, 68)
قُلْ إِنَّ الَّذِينَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللّهِ الْكَذِبَ لاَ يُفْلِحُونَ
(Ey Rasûlüm!) De ki: Allâh katında yalan uyduranlar as*lâ kurtuluşa eremezler. (Yûnus, 69)
مَتَاعٌ فِي الدُّنْيَا ثُمَّ إِلَيْنَا مَرْجِعُهُمْ ثُمَّ نُذِيقُهُمُ الْعَذَابَ الشَّدِيدَ بِمَا كَانُواْ يَكْفُرُونَ
Dünyâda bir miktar geçim (sağlarlar), sonra dönüşleri Bizedir; sonra inkâr etmekte oldukları şeylerden ötürü onla*ra şiddetli azâbı tattırırız. (Yûnus, 70)
مَا اتَّخَذَ اللَّهُ مِن وَلَدٍ وَمَا كَانَ مَعَهُ مِنْ إِلَهٍ إِذًا لَّذَهَبَ كُلُّ إِلَهٍ بِمَا خَلَقَ وَلَعَلَا بَعْضُهُمْ عَلَى بَعْضٍ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يَصِفُونَ
Allâh evlâd edinmemiştir. Onunla beraber hiçbir ilâh da yoktur. Aksi takdirde (Onunla beraber başka ilâhların bu*lunması hâlinde) her ilâh kendi yarattığını sevk ve idâre eder ve mutlakâ onlardan biri diğerine galebe çalardı. Allâh, (müşriklerin) yakıştırdıkları şeylerden münezzehtir. (el-Müminûn, 91)
Başlangıçta pürüzsüz bir tevhîd anlayışına sâhip olan hristiyan akîdesine sonradan girmiş bulunan teslîs inancının, İncîllerde ciddî bir delîline rastlanmamaktadır. Üçleme mânâsına gelen teslîsin Batı dillerindeki karşılığı, Trinitedir. Trinite kelimesi, İncîllerin hiçbir yerinde geçmez. Hristiyanlık târihinde ilk defa M.S. 2. asırda Tertüllien tarafından kullanılmıştır.
Ayrıca Yeni Ahidin hiçbir yerinde Hazret-i Îsâ Ben Tanrıyım demez. Bilakis tam zıddını, yâni kul olduğunu söyler.[25] Yüce Allâh Kurân-ı Kerîmde de Hazret-i Îsânın kul olduğunu haber verir.[26] Îsâ -aleyhisselâm-, bu kulluk sıfatından kendisi rencide olmamış, bilakis Kitâb-ı Mukaddeste beyân edildiği üzere bundan şeref duymuş,[27] ömrünü zirve bir kulluk muhtevâsı içinde yaşamıştır. Ayrıca Hazret-i Îsâ devamlı olarak, hattâ gece boyunca Allâha ibâdet ederdi. Hâlbuki ibâdet etmek, ulûhiyet şiârı değil, bilakis kulluğun tescîlidir.
Hristiyanlar, teslîsin İncîllerdeki delîli olarak bula bula şu ifâdeleri zikrederler:
Ve Îsâ vaftiz olunup hemen sudan çıktı. Ve işte gökler açıl*dı ve Allâhın rûhunun güvercin gibi inip üzerine geldiğini gördü ve işte göklerden bir ses dedi: «Sevgili oğlum budur, ondan râzıyım.» (Matta 3, 16-17)
Benzer ifâdeler, İncîlin diğer bölümlerinde de geçer.[28] Fakat dikkatle incelendiğinde görülür ki, bu metinlerden üç tan*rı veya üç uknumlu, yâni üç unsurdan müteşekkil bir tanrı mânâsı çıkarmak mümkün değildir.
İfâde etmek gerekir ki, aslının tahrîf edildiği, Kurân-ı Kerîm ta*rafından da bildirilen Hristiyanlığın temel kitabı olan İncîllerde bile sağlam ve anlaşılır bir delili bulunmayan teslîs inancı, nasıl tevîl edilirse edilsin veya hristiyanlar tarafından ne şekilde îzah edilmeye çalışılırsa çalışılsın, Allâh indinde son dîn olarak gön*derilen İslâmın getirdiği Tevhîd inancıyla aslâ bağdaşmaz!
Öte yandan, hristiyanların Tanrı için kullandıkları baba tâbiri de çok alçaltıcıdır. Zîrâ insan nazarında kötü intibâlar uyandıran baba tipleri de vardır. Aynı zamanda baba mefhûmu, birer beşerî keyfiyet olan cinsî alâkaları, kendisinden sonra bir vâris bırakma düşüncesini ve ölümü hatırlatır ki, Allâh -celle celâlühû- bütün bunlardan münezzehtir.
Allâh Teâlânın Îsâ -aleyhisselâm-ı babasız olarak yaratması fevkalâde büyük bir mûcizedir. Fakat bu durum, Onun ilâh olmasını gerektirmez. Zîrâ Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- da babasız olarak yaratılmıştır. Üstelik Onun yaratılışında bir anne de mevcut değildir. Hem anasız, hem de babasız yaratılan Hazret-i Âdeme bu vasfından ve Hazret-i Havvânın da kendisin*den yaratılmış olmasından dolayı, nasıl ki ulûhiyet izâfe edilemiyorsa, Hazret-i Îsâya da izâfe edilemez. Şâyet Allâh Teâlâ bir bâkireden babasız olarak bir çocuk yaratıyorsa bu, çocuğa değil bizzat onu yaratan Allâha kulluk etmeyi gerektirir.
İslâm, Allâhın, yüce sıfatlarla muttasıf, hiçbir mahlûka benzemeyen, her türlü noksanlıktan münezzeh, kendinden başka bir ilâh bulunmayan, azamet ve kud*ret sâhibi ve bir Rab ol*duğunu îlân eder. Bu ilân, pek veciz bir şekilde İhlâs Sûresinde beyân buyrulmuştur:
قُلْ هُوَ اللَّهُ أَحَدٌ
(1)
اللَّهُ الصَّمَدُ
(2)
لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ
(3)
وَلَمْ يَكُن لَّهُ كُفُوًا أَحَدٌ
(4)
(Ey Rasûlüm!) De ki: Allâh birdir. Allâh sameddir. Doğurmamıştır (hiç kimsenin babası değildir) ve doğurulmamıştır (hiç kimsenin evlâdı değildir). Hiçbir şey de Onun dengi değildir!
Bu kısa sûre, tevhîdin bütün husûsiyetlerini hülâsa ederek, Îsâ -aleyhisselâm- gibi doğum ve ölüm boyutlarıyla sınırlı yaratıl*mış bir varlığın, ulûhiyetle herhangi bir alâkası olmadığını beyân ile teslîsin muhâl olduğunu göstermeye kâfîdir.
Bu bakımdan Cenâb-ı Hak teslîs akîdesindekileri şiddetli bir şekilde îkaz buyurur:
لَقَدْ كَفَرَ الَّذِينَ قَالُواْ إِنَّ اللّهَ هُوَ الْمَسِيحُ ابْنُ مَرْيَمَ وَقَالَ الْمَسِيحُ يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ اعْبُدُواْ اللّهَ رَبِّي وَرَبَّكُمْ إِنَّهُ مَن يُشْرِكْ بِاللّهِ فَقَدْ حَرَّمَ اللّهُ عَلَيهِ الْجَنَّةَ وَمَأْوَاهُ النَّارُ وَمَا لِلظَّالِمِينَ مِنْ أَنصَارٍ
And olsun ki «Allâh, kesinlikle Meryem oğlu Mesîhtir!» diyenler kâfir olmuşlardır. Hâlbuki Mesîh: «Ey İsrâîloğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allâha kulluk ediniz! Biliniz ki, kim Allâha ortak koşarsa, muhakkak Allâh ona cenneti ha*ram kılar; artık onun yeri ateştir ve zâlimler için yardımcılar yoktur!» demişti. (el-Mâide, 72)
لَّقَدْ كَفَرَ الَّذِينَ قَالُواْ إِنَّ اللّهَ ثَالِثُ ثَلاَثَةٍ وَمَا مِنْ إِلَـهٍ إِلاَّ إِلَـهٌ وَاحِدٌ وَإِن لَّمْ يَنتَهُواْ عَمَّا يَقُولُونَ لَيَمَسَّنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِنْهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
And olsun «Allâh, üçün üçünsüdür!» diyenler de kâfir olmuşlardır. Hâlbuki bir tek Allâhtan başka hiçbir ilâh yok*tur. Eğer diyegeldiklerinden vazgeçmezlerse, içlerinden kâ*fir olanlara acı bir azap isâbet edecektir. (el-Mâide, 73)
أَفَلاَ يَتُوبُونَ إِلَى اللّهِ وَيَسْتَغْفِرُونَهُ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Hâlâ Allâha tevbe edip Ondan mağfiret dilemeyecek*ler mi? Allâh, Gafûr ve Rahîmdir. (el-Mâide, 74)
مَّا الْمَسِيحُ ابْنُ مَرْيَمَ إِلاَّ رَسُولٌ قَدْ خَلَتْ مِن قَبْلِهِ الرُّسُلُ وَأُمُّهُ صِدِّيقَةٌ كَانَا يَأْكُلاَنِ الطَّعَامَ انظُرْ كَيْفَ نُبَيِّنُ لَهُمُ الآيَاتِ ثُمَّ انظُرْ أَنَّى يُؤْفَكُونَ
Meryem oğlu Mesîh, ancak bir Rasûldür. Ondan önce de birçok rasûller gelip geçmiştir. Anası da çok doğru bir ka*dındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak, delilleri nasıl açıklı*yoruz; sonra bak ki (bunları görüp bildikleri hâlde ehl-i kitâb) nasıl (da hakîkatten) yüz çeviriyorlar! (el-Mâide, 75)
Âyet-i kerîmede buyrulan ikisi de yemek yerlerdi ifâde*si, Îsâ -aleyhisselâm-ın ve annesinin birer beşer olduklarını vurgulamak içindir. Çünkü onların yemek yemeleri, açlık ve tokluk gibi be*şerî husûsiyetleri îcâb ettirir ki, Cenâb-ı Hak elbette bundan mü*nezzehtir.
Buna rağmen ehl-i kitâbın onlar hakkında ulûhiyet isnâd edici bir inanca meyletmeleri, tamâmen kendi cehâlet ve gaflet*leri sebebiyledir. Yoksa Hazret-i Îsâ, bu hususta ehl-i kitâba en ufak bir kapı bile açmamıştır. Allâh Teâlâ buyurur:
يَوْمَ يَجْمَعُ اللّهُ الرُّسُلَ فَيَقُولُ مَاذَا أُجِبْتُمْ قَالُواْ لاَ عِلْمَ لَنَا إِنَّكَ أَنتَ عَلاَّمُ الْغُيُوبِ
Allâhın, peygamberleri toplayıp da: «Size ne cevap verildi?» dediği gün: «Bizim hiçbir bilgimiz yok, şüphe*siz gizlilikleri hakkıyla bilen ancak Sensin!» diyeceklerdir. (el-Mâide, 109)
وَإِذْ قَالَ اللّهُ يَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ أَأَنتَ قُلتَ لِلنَّاسِ اتَّخِذُونِي وَأُمِّيَ إِلَـهَيْنِ مِن دُونِ اللّهِ قَالَ سُبْحَانَكَ مَا يَكُونُ لِي أَنْ أَقُولَ مَا لَيْسَ لِي بِحَقٍّ إِن كُنتُ قُلْتُهُ فَقَدْ عَلِمْتَهُ تَعْلَمُ مَا فِي نَفْسِي وَلاَ أَعْلَمُ مَا فِي نَفْسِكَ إِنَّكَ أَنتَ عَلاَّمُ الْغُيُوبِ
p> (O zaman) Allâh: Ey Meryem oğlu Îsâ! İnsanlara: «Beni ve anamı, Allâhtan başka iki tanrı bilin!» diye Sen mi de*din, buyurduğunda, O (Îsâ diyecektir ki): «Hâşâ! Seni tenzîh ederim; hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Hem ben söyleseydim, Sen onu şüphesiz ki bilirdin. Sen be*nim içimdekini bilirsin, hâlbuki ben Senin zâtında olanı bil*mem. Gizlilikleri eksiksiz bilen yalnızca Sensin. (el-Mâide, 116)
مَا قُلْتُ لَهُمْ إِلاَّ مَا أَمَرْتَنِي بِهِ أَنِ اعْبُدُواْ اللّهَ رَبِّي وَرَبَّكُمْ
Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim. Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allâha kulluk edin, de*dim (el-Mâide, 117)
Sâlim akıl sâhipleri düşünürler ki, Hazret-i Îsâ, mîlâddan önceki senelerde hayatta olmayıp sonradan doğduğuna göre, Allâha sonradan bir ilâve mümkün müdür? Yuhanna İncîlinde ken*disine «Yâ Rab!» diye hitâb edilen Hazret-i Îsâya isnâd edilen ulûhiyet kudreti, insanlar tarafından haça gerilecek kadar acziyetle mi muttasıftır? Zîrâ İncîllerde, Hazret-i Îsânın istemeyerek asıldığını ifâde eden cümleler vardır. Bu cümlelere göre Hazret-i Îsâ, çarmıha gerilmeye götürülürken:
Allâhım, Allâhım beni niçin terk ettin?
(Matta 27, 46) diye yüksek sesle bağırmıştır.
Bu ifâdeler, acz ve isyan dolu beşerî zaaflar değil midir?
İslâm Dîni, tevhîd husûsunda son derece hassâsi*yet gösterilmesini emreder. Tevhîdi zedeleyecek en küçük hususları bile şirk olarak vasıflandırır. Bir misâl verecek olursak, bir kişinin, Allâhın emirlerini bir kenara bırakıp kendi arzusuna uyması hâlinde: hevâsını ilâh edindi (el-Furkân, 43) hükmünü verir. Ayrıca Allâhın helâl kıldığını haram, haram kıldığını da helâl kılanları rabler, onların bu arzularına uyanları da bunları rab edinen kimse*ler olarak tavsîf buyurur. İbâdette gösteriş demek olan riyâyı da gizli şirk olarak zikreder.
Tevhîd konusunda bu kadar hassas davranan Kurân, hristiyanların bâtıl teslîs inancını şiddetle reddeder ve bunun küfür olduğunu bildirir.
Allâh Teâlâ son ilâhî kitâbı olan Kurân-ı Kerîmde içine düş*tükleri teslîs dalâleti dolayısıyla ehl-i kitâbı şöyle îkâz buyurur:
يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لاَ تَغْلُواْ فِي دِينِكُمْ وَلاَ تَقُولُواْ عَلَى اللّهِ إِلاَّ الْحَقِّ إِنَّمَا الْمَسِيحُ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ رَسُولُ اللّهِ وَكَلِمَتُهُ أَلْقَاهَا إِلَى مَرْيَمَ وَرُوحٌ مِّنْهُ فَآمِنُواْ بِاللّهِ وَرُسُلِهِ وَلاَ تَقُولُواْ ثَلاَثَةٌ انتَهُواْ خَيْرًا لَّكُمْ إِنَّمَا اللّهُ إِلَـهٌ وَاحِدٌ سُبْحَانَهُ أَن يَكُونَ لَهُ وَلَدٌ لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَات وَمَا فِي الأَرْضِ وَكَفَى بِاللّهِ وَكِيلاً
Ey ehl-i kitâb! Dîninizde aşırı gitmeyin ve Allâh hakkın*da, hakîkatten başkasını söylemeyin! Meryem oğlu Îsâ Mesîh, ancak Allâhın Rasûlüdür; (O), Allâhın, Meryeme ulaş*tırdığı «Kün = Ol» kelimesi(nin eseri)dir. Ondan bir rûhtur. (Allâh tarafından gönderilmiş, teyîd edilmiş, Cebrâîl tarafından üfürülmüş bir rûhtur). Şu hâlde Allâha ve peygamberlerine îmân edin! «(Tanrı) üçtür» demeyin! Sizin için hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin! Allâh, ancak bir tek Allâhtır! O, ço*cuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Onundur. Vekîl olarak Allâh yeter! (en-Nisâ, 171)
لَّن يَسْتَنكِفَ الْمَسِيحُ أَن يَكُونَ عَبْداً لِّلّهِ وَلاَ الْمَلآئِكَةُ الْمُقَرَّبُونَ وَمَن يَسْتَنكِفْ عَنْ عِبَادَتِهِ وَيَسْتَكْبِرْ فَسَيَحْشُرُهُمْ إِلَيهِ جَمِيعًا
(Biliniz ki), ne Mesîh, ne de Allâha yakın melekler, Allâhın kulu olmaktan geri dururlar. Ona kulluktan geri durup büyüklenen kimselerin hepsini (Allâh) yakında huzûrunda toplayacaktır. (en-Nisâ, 172)
لَّقَدْ كَفَرَ الَّذِينَ قَآلُواْ إِنَّ اللّهَ هُوَ الْمَسِيحُ ابْنُ مَرْيَمَ قُلْ فَمَن يَمْلِكُ مِنَ اللّهِ شَيْئًا إِنْ أَرَادَ أَن يُهْلِكَ الْمَسِيحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَأُمَّهُ وَمَن فِي الأَرْضِ جَمِيعًا وَلِلّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا يَخْلُقُ مَا يَشَاء وَاللّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
«Şüphesiz Allâh, Meryem oğlu Mesîhtir!» diyenler, and olsun ki kâfir olmuşlardır. De ki: «Öyleyse Allâh Mer*yem oğlu Mesîhi, anasını ve yeryüzündekileri imhâ etmek isterse, Allâha kim bir şey yapabilecektir?! Göklerde, yer*de ve ikisi arasında ne varsa hepsinin mülkiyeti Allâha âittir. O dilediğini yaratır ve Allâh, her şeye hakkıyla kâdirdir.» (el-Mâide, 17)
Daha evvelce de ifâde edildiği gibi birçok araştırmacıya göre Hazret-i Îsânın ulûhiyeti fikri, Hristiyanlığa, Yunan, İskenderiye ve Hind felsefelerinin tesiriyle girmiştir.
Nitekim Britanica Ansiklopedisinde şöyle denilmektedir:
Îsâ, tabiat üstü bir unsurdan olduğunu asla iddiâ etmedi; beşer tabiatından üstün bir tabiatı olduğunu da söylemedi. (5. cilt s. 636)
Hazret-i Îsâ
şöyle demiştir:
Dinle ey İsrâîl! Allâhımız Rab, bir olan Rabdır. (Markos 12, 29. Ayrıca bkz. Matta 23, 8; Luka 13, 33)
Yine başka yerlerde de şu ifâdeler bulunmaktadır:
Herkesi korku aldı ve aramızdan büyük bir peygamber çıktı dediler. (Luka, 7/16)
İmdi Îsânın yapmış olduğu alâmeti halk görünce dünyâya gelecek peygamber budur, dediler. (Yuhanna, 6/14)
Görüldüğü üzere, aslında bizzat hristiyan kaynaklarındaki bilgiler bile Hazret-i Îsânın Allâhın kulu ve Rasûlü olduğunu, Onun ulûhiyetle bir alâ*kası bulunmadığını ispat etmeye kâfîdir. Fakat Pavlos gibi sahte din adamları, îman kisvesi altında din düşmanlığı yapmışlar ve Hazret-i Îsâ hakkında insanları yanıltmakla yetinmeyip sayısız yanlış bilgilerle onları dalâlete sürüklemişlerdir. Böyle olduğu hâl*de hristiyanlar bugün, kendi kendilerini kandırarak Allâhın sevgilileri olduklarını ve cennete yalnız kendilerinin gireceğini ifâde eder*ler. Onların bu zanlarını Cenâb-ı Hak şöyle cevaplandırır:
وَقَالُواْ لَن يَدْخُلَ الْجَنَّةَ إِلاَّ مَن كَانَ هُوداً أَوْ نَصَارَى تِلْكَ أَمَانِيُّهُمْ قُلْ هَاتُواْ بُرْهَانَكُمْ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
(Ehl-i kitâb
وَقَالَتِ الْيَهُودُ وَالنَّصَارَى نَحْنُ أَبْنَاء اللّهِ وَأَحِبَّاؤُهُ قُلْ فَلِمَ يُعَذِّبُكُم بِذُنُوبِكُم بَلْ أَنتُم بَشَرٌ مِّمَّنْ خَلَقَ يَغْفِرُ لِمَن يَشَاء وَيُعَذِّبُ مَن يَشَاء وَلِلّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا وَإِلَيْهِ الْمَصِيرُ
Hristiyanlar ve Yahûdîler: «Biz Allâhın oğulları ve sev*gilileriyiz!» dediler. De ki: Öyleyse günahlarınızdan dolayı si*ze niçin azâb ediyor? Doğrusu siz de Onun yarattığı insan*lardansınız. O, dilediğini bağışlar ve dilediğine azâb eder. Göklerde, yerde ve ikisinin arasında ne varsa mülkiyeti Allâha âittir. Sonunda dönüş de ancak Onadır. (el-Mâide, 18)
Hristiyanların içine düştükleri bu hazin âkıbet, onların da yahûdîler gibi kendilerine gönderilen ilâhî kitabı arzuları istikâ*metinde bozmuş, muhtevâsını beşerîleştirmiş olmalarından kay*naklanmaktadır. Çünkü böyle yapmak, nefislerine daha câzip gö*rünmüş ve irtikâb ettikleri cürümleri, ilâhî kitaplarına dâhil ederek onları meşrû*laştırma imkânı elde etmişlerdir. Ancak bu durum, tabiî olarak âhiret saâdetini kaybetmelerine mâl olmuştur. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aley*hi ve sellem-in teşrîfiyle bile intibâha gelemeyecek kadar bâtıla saplanmış olan pek çok ehl-i kitâbın hâli ne hazindir!
Necran hristiyanlarından bir heyet Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-e gelerek:
Kurân-ı Kerîm de Hazret-i Îsânın babasız doğduğunu kabûl ettiğine göre O Allâhtır! dediler.
Bunun üzerine şu mübâhele (haklının ortaya çıkması için karşılıklı lânetleşme) âyeti inzâl oldu:
فَمَنْ حَآجَّكَ فِيهِ مِن بَعْدِ مَا جَاءكَ مِنَ الْعِلْمِ فَقُلْ تَعَالَوْاْ نَدْعُ أَبْنَاءنَا وَأَبْنَاءكُمْ وَنِسَاءنَا وَنِسَاءكُمْ وَأَنفُسَنَا وأَنفُسَكُمْ ثُمَّ نَبْتَهِلْ فَنَجْعَل لَّعْنَةُ اللّهِ عَلَى الْكَاذِبِينَ
(Ey Rasûlüm!) Sana bu ilim geldikten sonra Seninle bu hususta çekişenlere de ki: Geliniz, sizler ve bizler dâhil ol*mak üzere, siz kendi çocuklarınızı biz de kendi çocuklarımı*zı, siz kendi kadınlarınızı biz de kendi kadınlarımızı çağıra*lım. Sonra da duâ edelim de Allâhtan yalancılar üzerine lânet dileyelim. (Âl-i İmrân, 61)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, âyet-i kerîme muktezâsınca teklifini yaptığında Necranlı hristiyanlar buna ya*naşamadılar. Müslümanların himâyesine girmeyi kabûl eden bir anlaşma imzâlayarak memleketlerine döndüler.
Allâh Teâlâ, ehl-i kitâbı îkaz sadedinde şöyle buyurur:
يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَكْفُرُونَ بِآيَاتِ اللّهِ وَأَنتُمْ تَشْهَدُونَ
Ey ehl-i kitâb! (Gerçeği) görüp de bildiğiniz hâlde niçin Allâhın âyetlerini inkâr edersiniz? (Âl-i İmrân, 70)
يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَلْبِسُونَ الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ وَتَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَأَنتُمْ تَعْلَمُونَ
Ey ehl-i kitâb! Neden doğruyu eğriye karıştırıyor ve bi*le bile gerçeği gizliyorsunuz?
(Âl-i İmrân, 71)
قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَصُدُّونَ عَن سَبِيلِ اللّهِ مَنْ آمَنَ تَبْغُونَهَا عِوَجًا وَأَنتُمْ شُهَدَاء وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Ey ehl-i kitâb! (Gerçeği) görüp bildiğiniz hâlde niçin Allâhın yolunu eğri göstermeye yeltenerek müminleri Allâh yolundan çevirmeye kalkışıyorsunuz? Allâh, yaptıklarınız*dan habersiz değildir. (Âl-i İmrân, 99)
Hristiyanların, âyet-i kerîmelerde ifâde edilen görüp bildikle*ri gerçek, kendi dinlerinin tahrîf edilmiş olup aslından uzaklaşmış bulunduğu, bu sebeple son ilâhî kitap olan Kurân-ı Kerîm ile Haz*ret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-in Cenâb-ı Hak ta*rafından gönderildiğidir. Onlar bunu açığa vurmasa da Allâh Te*âlâ açık bir şekilde beyân buyurur:
الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ أَبْنَاءهُمْ وَإِنَّ فَرِيقاً مِّنْهُمْ لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
Kendilerine kitap verdiklerimiz, Onu (Peygam*beri), öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen on*lardan bir grup, bile bile gerçeği gizler. (el-Bakara, 146)
إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا أَنزَلْنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالْهُدَى مِن بَعْدِ مَا بَيَّنَّاهُ لِلنَّاسِ فِي الْكِتَابِ أُولَـئِكَ يَلعَنُهُمُ اللّهُ وَيَلْعَنُهُمُ اللَّاعِنُونَ
(Lâkin bilsinler ki) indirdiğimiz açık delilleri ve kitapta in*sanlara apaçık (bir şekilde) gösterdiğimiz hidâyet yolunu giz*leyenlere hem Allâh, hem de bütün lânet ediciler lânet eder. (el-Bakara, 159)
Allâh indinde tek makbul dîn olan İslâma son derece uzak duran ehl-i kitâba çok yazık! Ancak onlardan yüce hakîkati anlayarak Allâha gerçek mânâda kulluğa yönelenlere de ne mutlu! Nitekim âyet-i kerîmede, ehl-i kitâbın, âhir zamanda Hazret-i Îsânın yeryüzüne inmesiyle birlikte îmân ede*cekleri ifâde buyrulmaktadır:
وَإِن مِّنْ أَهْلِ الْكِتَابِ إِلاَّ لَيُؤْمِنَنَّ بِهِ قَبْلَ مَوْتِهِ وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ يَكُونُ عَلَيْهِمْ شَهِيدًا
Ehl-i kitâbdan her biri, ölümünden önce Ona muhak*kak îmân edecektir. Kıyâmet gününde O, onlara şâhid ola*caktır. (en-Nisâ, 159)
Hristiyanların bugün içinde bulundukları dalâleti terk edemeyişlerinin yegâne sebebi ise, İncîllerin durumudur. Onları kaleme alanlar, İncîlleri kendi arzuları istikâmetinde o hâle getirmişlerdir ki, gerçek İncîl-i Şerîfi gönderen Cenâb-ı Hak:
فَوَيْلٌ لِّلَّذِينَ يَكْتُبُونَ الْكِتَابَ بِأَيْدِيهِمْ ثُمَّ يَقُولُونَ هَـذَا مِنْ عِندِ اللّهِ لِيَشْتَرُواْ بِهِ ثَمَناً قَلِيلاً فَوَيْلٌ لَّهُم مِّمَّا كَتَبَتْ أَيْدِيهِمْ وَوَيْلٌ لَّهُمْ مِّمَّا يَكْسِبُونَ
Elleriyle (bir) kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için «Bu Allâh katındandır» diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay onların hâline! Ve kazandıklarından ötürü vay onların hâline! (el-Bakara, 79) buyurmuştur.
Çünkü onların yaptıkları ilâhî kitâba müdâhale meselesi, peygamberlere dahî müsâade edilmeyen ilâhî bir yasaktır. Nite*kim bu husustaki ilâhî ferman, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hakkında dahî vârid olmuştur. Cenâb-ı Hak buyurur:
(44)وَلَوْ تَقَوَّلَ عَلَيْنَا بَعْضَ الْأَقَاوِيلِ
لَأَخَذْنَا مِنْهُ بِالْيَمِينِ
(45)
ثُمَّ لَقَطَعْنَا مِنْهُ الْوَتِينَ
(46)
فَمَا مِنكُم مِّنْ أَحَدٍ عَنْهُ حَاجِزِينَ
(47)
Eğer (Peygamber) Bize atfen bazı sözler uydurmuş ol*saydı, elbette Onu kıskıvrak yakalardık! Sonra Onun can damarını koparırdık (Onu yaşatmazdık). Hiçbiriniz buna mânî de olamazdınız! (el-Hâkka, 44-47)