Yaramaz Nesiller ve Hayırlı Halefler
Meryem Sûresinde farklı hususiyetleriyle peygamberler zikredilip Kendilerinden sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki namazı zâyi ettiler, şehvetlerinin peşine düştüler. İşte bunlar da azgınlıklarının cezasını bulacaklardır. buyuruluyor. Bu ayet zaviyesinden, selef-i sâlihînin yolunda sâbit kalabilmek hangi hususlara bağlıdır? Emanette emin bir halef olma ile namazı ikâme arasında nasıl bir münasebet vardır?
-Meryem Sûresi, kadınlık âleminin sultanlarından olan Hazreti Meryemin adıyla anılmasına ve Hazreti Îsanın dünyaya gelişini tafsilatlı olarak anlatmasına rağmen önce Hazreti Zekeriyyadan (aleyhisselam) bahsederek başlamaktadır. Kehf suresindeki bazı peygamber kıssalarının peşinden Hazreti Zekeriyya, Hazreti Yahya, Hazreti İsa, Hazreti İbrâhim, Hazreti Mûsâ, Hazreti İsmâil ve Hazreti İdris (alâ nebiyyina ve aleyhimus-salâtü vesselam)ı yâd etmektedir. Sonra nebîlerin yolundan sapanlara dikkat çekmekte ve her çeşidiyle şirki çürütmektedir.
-Günümüzde mihrab denince caminin ön tarafında imamın namaz kılarken cemaatin önünde durduğu yer anlaşılmaktadır. Bu kelime, zikr-i cüz irade-i küll (bir bütünün, parçasını söyleyerek tamamını kasdetme) kabilinden mescid ve mabed hakkında da kullanılabilir. Kuran-ı Kerimde Hazreti Meryemin ibadet ettiği yere da mihrab denilmektedir ki, mâbedde merdivenle çıkılan bir mahfel ya da tek başına ibadete elverişli, hususi oda gibi bir mekan olmalıdır.
-Bu sûrede Hazreti İsmail, evlad u ıyaline de namazı ve zekatı tavsiye etmesiyle anılıyor. Daha sonra deri elbiseler dikme, kalemle yazı yazan ilk insan olma, yıldızların haline ve hesap ilmine vakıf bulunma gibi pek çok mahareti nakledilen Hazreti İdris ve onun yüce bir makama yükseltilişi (miracı) anlatılıyor. Onun peşinden de (Ey şanı yüce Nebi!..) İşte bunlar, Allahın nimetine mazhar olmuş olan bu zatlar, Adem neslinden, Nuh ile beraber gemide taşıdıklarımızın evlatlarından, İbrâhim ve İsrailin nesillerinden ve hidâyete erdirip seçtiğimiz kimselerdendir. Onlar Rahmanın âyetleri okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı. (Meryem Sûresi, 19/58) buyurularak o sâlih kulların ortak özelliklerine dikkat çekiliyor.
-Kendilerinden sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki namazı zâyi ettiler, şehvetlerinin peşine düştüler. İşte bunlar da azgınlıklarının cezasını bulacaklardır. (Meryem Sûresi, 19/59) ayet-i kerimesinde peygamberlerden ve sâlih kullardan sonra gelen hayırsız torunlar anlatılırken half kelimesi kullanılıyor. Aslında halef, (ki biz bu kelimeyi hayrul-halef şeklinde kullanırız) birinin yerine sonradan geçen kimse, babadan sonra kalan oğul demektir. Ayette hususiyle half kelimesinin zikredilmesinde şöyle bir mana söz konusudur: Arkadan gelen bu kimseler, sanki evvelkilerin soyundan değilmiş ve onlara bütün bütün muhalifmiş gibi yaşıyorlar; öncekilerin hiçbir güzelliği bunların üzerine sirayet etmemiş ve bunlar her şeyin altını üstüne getirmiş ters insanlar.
-Hayırsız nesillerin ilk tersliği namazı zâyi etmeleridir. Onlardan bazıları belki namazı bütün bütün terketmiş değillerdir ama onu iç ve dış erkanıyla ikâme etmekten de uzaktırlar. Oysa, Kuran-ı Kerim ibadetleri nazara verirken, onların tamamiyetini huşu ve hudu ile yapılmalarına bağlamaktadır. Huşu; Allaha karşı korku ve sevgi ile boyun eğmektir, gönülden saygı ve inkıyattır. Hudu; Allahın azameti karşısında mahviyetle iki büklüm olmaktır, samimi teslimiyettir. Huşu ve hudu ise; bir kulun, Cenâb-ı Hakkın azamet, celâl ve ceberûtu ile kendi acz, fakr, ihtiyaç ve küçüklüğünü müşterek mülâhazaya alması sayesinde kalbinin hep saygı ve tâzimle atması; hâl ve beyanlarının da bu telâkkiye tam bir tercüman olmasıdır. Böyle bir kul, yolun başında da sonunda da her zaman edepli davranır, saygıyla oturup-kalkar, haşyet soluklar; meleklerle atbaşı hale gelse bile her zaman mahviyet ve tevazu mırıldanır. İşte, Kuran ancak bu hava içinde namazı ikâme edenlere, namazı iç ve dış derinlikleriyle yerine getirenlere (ve ubudiyette bulunanlara) kurtuluş vaad etmiştir.
-Bir insan, namazını kâmil mânâda eda ederse, onun hayatındaki nurlu zaman dilimleri alabildiğine genişler; zulmetli ve karanlıklı anları da daralır. Onun iç dünyasında şeytanlığa, nefsanîliğe açık menfezler daralır; melekliğe, ruhanîliğe açılan kapılar da ardına kadar açılır. Ancak bütün bunlar, namazın şuurluca idrak edilip eda edilmesine bağlıdır.. evet kalbin hoplaması, duyguların şahlanması, içten içe bir ürpetinin duyulmasına bağlıdır. Bu bakımdan Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. (Ankebût Sûresi, 29/45) âyetinin resmettiği namaz, kâmil mânâda bir namazdır. Böyle bir namaz ufkunu yakalayamayanların hata yapması ise kaçınılmazdır. Emredildiği ve Allahın hoşnutluğu için eda edilen bir namaz, diğer bir tabirle ihlâs yörüngeli, rıza hedefli kılınan bir namaz, bir de devam gözetilirse, bugün olmasa yarın mutlaka insanı fuhşiyat ve münkerattan alıkor. Onu fuhşiyat ve münkerattan alıkoyan bir ibadet, evleviyetle şirk ve şirki işmam eden şeylerden, dalâlet ve dalâlete sürükleyen saiklerden uzaklaştırır; uzaklaştırır zira namaz baştan sona kadar kavlî, fiilî ve hâlî zikrullah ile örülmüş bir ibadettir. Böyle bir zikir şekli çok büyüktür ve Allahın ululuğuna münasip bir keyfiyet arz etmektedir ki Kurân-ı Kerim de Hiç kuşkusuz Allahı zikir en büyüktür.. ve Allah sizin yapageldiğiniz her şeyi bilmektedir. (Ankebût Sûresi, 29/45) fermanıyla bu espriyi hatırlatmaktadır.
-Namaz zâyi edilince artık şehevâtın önündeki surlar yıkılmış olur; her türlü arzu ve iştiha insanı şeytanın yoluna sürükleyen bir dürtüye dönüşür. Öyle ki, şehvetlere tâbi olma zamanla o insanın tabiatı haline gelir. Şehevât kelimesi şehvet sözcüğünün çoğuludur; her türlü hayvanî duygu ve nefsânî istek bu söz ile ifade edilir. Kuran-ı Kerimde Kadınlar, oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş, güzel cins atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin hoşuna giden şeyler insanlara cazip gelmektedir. Bunlar dünya hayatının geçici bir metaından ibarettir. Asıl varılacak güzel yer ise, Allahın katındadır. (Âl-i İmran Sûresi, 3/14) buyurulmaktadır. Bu âyette şehevât olarak zikredilen sınıflar meşrû nimetlerdir; fakat gayr-i meşrû tarafa da sebep olma ihtimali vardır. Meşrû durumda bunları süsleyip cazip gösteren Allah Teâladır. Gayri meşrû olarak süsleyen ise, şeytan ve beşerin cehaletidir. Fena sayıp kınama bu itibarladır. Bu iştah çekici şeyler, dünya hayatını devam ettirmek ve geçip Allaha gitmek için birer araç olarak verilmişken bunları amaç haline getirmek, Allah katındaki güzel mevkiyi kaybetmek, büyük ahmaklıktır. Zira böyle yapanlar hayatlarının önemli bir kısmını o zevkleri elde etme hırsı ile yanıp tutuşarak geçirirler. Sonra da onlardan ayrılıp mahrum kalmanın acısını çekerler.
-Namazı zâyi etmenin ve şehvetlere tâbi olmanın neticesi gayyaya yuvarlanmaktır. Gayya; Cehennemin en azgın tabakasında, içine düşenin kolay kolay kurtulamayacağı çok korkunç bir kuyunun adıdır.
-İmanın tadını alamamış kimseler, sadece yaptıklarıyla ve sahip oldukları bir kısım vasıflarla değil, yapmadıkları işlerle ve hiçbir katkıda bulunmadıkları başarılarla da övülmeyi, hiç layık olmadıkları güzel sıfatlarla da vasfedilmeyi arzularlar. Nitekim, Kuran-ı Kerim böylelerini bekleyen acı sonu hatırlatma sadedinde meâlen şöyle buyurmuştur: Zannetme ki, yaptıklarından ötürü sevinip şımaran, yapmadıkları işlerden dolayı da övülmek isteyen kimseler evet, sanma ki onlar azaptan yakayı kurtaracaklar! Onlara hem de can yakıcı bir azap vardır. (Al-i İmran Sûresi, 3/188) Yaptıklarından ötürü sevinip şımarmak ve hiçbir katkıda bulunmadığı başarıların, hiç üzerinde taşımadığı güzel sıfatların bile kendisine atfedilmesini ve onlardan dolayı övülmeyi istemek bir küfür ve nifak sıfatıdır. Ne var ki, takdir ü tebcil beklentisi kalbi öldüren bir virüs olarak bazı müminlerde de bulunabilmektedir.
-Ayet-i kerimede -mealen- İman edip de salih amellerde bulunanlara gelince; onlar için çok merhametli olan Allah (gönüllerde) bir sevgi (vüdd: hüsn-ü kabul) yaratır. (Meryem Sûresi, 19/96) buyuruluyor. Arapçada fiil teceddüde (sürekli yenilenme) delâlet eder. Ayetteki âmenû kelimesi de fiildir. Öyleyse iman edenler bir kere iman ettikten sonra imanlarında duraklamaya girmeden sürekli kendilerini yenileyerek her gün yeni bir keşif, yeni bir düşünce ve yeni bir tespitle hep daha ileri ufukları takip ederler. Bununla da yetinmeyip ardından Amel edip imanlarının gereğine göre yaşarlar. Yani oturur kalkar ömürlerini salihâtla geçirirler. İşte böyle bir iman ve o imanın mûcebini Hakkın istediği ölçülerde yerine getiren bu insanlar, önce Hakkın sonra da halkın teveccühüne mazhar hâle gelmişlerdir ki Hazreti Rahmân onlar için sinelere sevgi vazedecek ve ins ü cinnin kalbini onlara olan alâka ile donatacaktır.
-Az önce meali verilen Meryem Sûresinin 96. ayet-i kerimesi vesilesiyle Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurur ki: Allah bir kulu sevdiğinde, Ben falan kimseyi sevdim siz de onu sevin. diye nida eder. Cibril de bunu göklere ve yere duyurur Aslında hemen her zaman muhabbet ve sevgi Ondan başlamış ve tedelli yoluyla gökleri ve yeri kuşatmıştır. Bu ya önce Allahın, muhabbet vesilelerini yaratıp sevgiyi onun üzerine bina etmesi şeklinde, ya da istikbaldeki kıvamlarına bir ücret-i âcile olarak önce onları sevip sonra da onların vicdanlarını iyiye, güzele, hasenat ve salihata uyarma şeklinde olur. Her iki mazhariyetin temel rengi de inayettir ve her ikisinde de temel kaynak ilâhî meveddettir. Bugün bazılarımız itibarıyla böyle bir mazhariyetten dem vurmak bir iddia sayılsa da dünyanın değişik yörelerinde hizmet veren sevgi erleri için bu husus ayn-ı hakikattir. Evet bu adanmış ruhların hizmet ettikleri coğrafyaya ve gördükleri hüsn-ü kabule bakılırsa bu hakikat açıkça görülecektir. Sadece onların açıldıkları coğrafya açısından mesele değerlendirildiğinde bile Cenâb-ı Hak, insanların kalbine bu arkadaşlar hakkında sevgi koymasa, hüsn-ü kabul vaz etmeseydi, bunlar olur muydu? dememek mümkün değildir.
-Bir iyiliği, güzelliği veya muvaffakiyeti ne kadar kendimizden bilirsek, biz yaptık.. biz ettik.. dersek ve gelip geçici dünyada insanların fâni alkışlarına meseleyi bağlarsak, o ölçüde Bâkiden gelecek lütuflardan mahrum olmakla karşı karşıya kalır ve -Allah muhafaza- Alın ağzınızın payını! denircesine bir muameleyle karşılaşırız.
Meryem Sûresinde farklı hususiyetleriyle peygamberler zikredilip Kendilerinden sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki namazı zâyi ettiler, şehvetlerinin peşine düştüler. İşte bunlar da azgınlıklarının cezasını bulacaklardır. buyuruluyor. Bu ayet zaviyesinden, selef-i sâlihînin yolunda sâbit kalabilmek hangi hususlara bağlıdır? Emanette emin bir halef olma ile namazı ikâme arasında nasıl bir münasebet vardır?

-Meryem Sûresi, kadınlık âleminin sultanlarından olan Hazreti Meryemin adıyla anılmasına ve Hazreti Îsanın dünyaya gelişini tafsilatlı olarak anlatmasına rağmen önce Hazreti Zekeriyyadan (aleyhisselam) bahsederek başlamaktadır. Kehf suresindeki bazı peygamber kıssalarının peşinden Hazreti Zekeriyya, Hazreti Yahya, Hazreti İsa, Hazreti İbrâhim, Hazreti Mûsâ, Hazreti İsmâil ve Hazreti İdris (alâ nebiyyina ve aleyhimus-salâtü vesselam)ı yâd etmektedir. Sonra nebîlerin yolundan sapanlara dikkat çekmekte ve her çeşidiyle şirki çürütmektedir.
-Günümüzde mihrab denince caminin ön tarafında imamın namaz kılarken cemaatin önünde durduğu yer anlaşılmaktadır. Bu kelime, zikr-i cüz irade-i küll (bir bütünün, parçasını söyleyerek tamamını kasdetme) kabilinden mescid ve mabed hakkında da kullanılabilir. Kuran-ı Kerimde Hazreti Meryemin ibadet ettiği yere da mihrab denilmektedir ki, mâbedde merdivenle çıkılan bir mahfel ya da tek başına ibadete elverişli, hususi oda gibi bir mekan olmalıdır.
-Bu sûrede Hazreti İsmail, evlad u ıyaline de namazı ve zekatı tavsiye etmesiyle anılıyor. Daha sonra deri elbiseler dikme, kalemle yazı yazan ilk insan olma, yıldızların haline ve hesap ilmine vakıf bulunma gibi pek çok mahareti nakledilen Hazreti İdris ve onun yüce bir makama yükseltilişi (miracı) anlatılıyor. Onun peşinden de (Ey şanı yüce Nebi!..) İşte bunlar, Allahın nimetine mazhar olmuş olan bu zatlar, Adem neslinden, Nuh ile beraber gemide taşıdıklarımızın evlatlarından, İbrâhim ve İsrailin nesillerinden ve hidâyete erdirip seçtiğimiz kimselerdendir. Onlar Rahmanın âyetleri okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı. (Meryem Sûresi, 19/58) buyurularak o sâlih kulların ortak özelliklerine dikkat çekiliyor.
-Kendilerinden sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki namazı zâyi ettiler, şehvetlerinin peşine düştüler. İşte bunlar da azgınlıklarının cezasını bulacaklardır. (Meryem Sûresi, 19/59) ayet-i kerimesinde peygamberlerden ve sâlih kullardan sonra gelen hayırsız torunlar anlatılırken half kelimesi kullanılıyor. Aslında halef, (ki biz bu kelimeyi hayrul-halef şeklinde kullanırız) birinin yerine sonradan geçen kimse, babadan sonra kalan oğul demektir. Ayette hususiyle half kelimesinin zikredilmesinde şöyle bir mana söz konusudur: Arkadan gelen bu kimseler, sanki evvelkilerin soyundan değilmiş ve onlara bütün bütün muhalifmiş gibi yaşıyorlar; öncekilerin hiçbir güzelliği bunların üzerine sirayet etmemiş ve bunlar her şeyin altını üstüne getirmiş ters insanlar.
-Hayırsız nesillerin ilk tersliği namazı zâyi etmeleridir. Onlardan bazıları belki namazı bütün bütün terketmiş değillerdir ama onu iç ve dış erkanıyla ikâme etmekten de uzaktırlar. Oysa, Kuran-ı Kerim ibadetleri nazara verirken, onların tamamiyetini huşu ve hudu ile yapılmalarına bağlamaktadır. Huşu; Allaha karşı korku ve sevgi ile boyun eğmektir, gönülden saygı ve inkıyattır. Hudu; Allahın azameti karşısında mahviyetle iki büklüm olmaktır, samimi teslimiyettir. Huşu ve hudu ise; bir kulun, Cenâb-ı Hakkın azamet, celâl ve ceberûtu ile kendi acz, fakr, ihtiyaç ve küçüklüğünü müşterek mülâhazaya alması sayesinde kalbinin hep saygı ve tâzimle atması; hâl ve beyanlarının da bu telâkkiye tam bir tercüman olmasıdır. Böyle bir kul, yolun başında da sonunda da her zaman edepli davranır, saygıyla oturup-kalkar, haşyet soluklar; meleklerle atbaşı hale gelse bile her zaman mahviyet ve tevazu mırıldanır. İşte, Kuran ancak bu hava içinde namazı ikâme edenlere, namazı iç ve dış derinlikleriyle yerine getirenlere (ve ubudiyette bulunanlara) kurtuluş vaad etmiştir.
-Bir insan, namazını kâmil mânâda eda ederse, onun hayatındaki nurlu zaman dilimleri alabildiğine genişler; zulmetli ve karanlıklı anları da daralır. Onun iç dünyasında şeytanlığa, nefsanîliğe açık menfezler daralır; melekliğe, ruhanîliğe açılan kapılar da ardına kadar açılır. Ancak bütün bunlar, namazın şuurluca idrak edilip eda edilmesine bağlıdır.. evet kalbin hoplaması, duyguların şahlanması, içten içe bir ürpetinin duyulmasına bağlıdır. Bu bakımdan Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. (Ankebût Sûresi, 29/45) âyetinin resmettiği namaz, kâmil mânâda bir namazdır. Böyle bir namaz ufkunu yakalayamayanların hata yapması ise kaçınılmazdır. Emredildiği ve Allahın hoşnutluğu için eda edilen bir namaz, diğer bir tabirle ihlâs yörüngeli, rıza hedefli kılınan bir namaz, bir de devam gözetilirse, bugün olmasa yarın mutlaka insanı fuhşiyat ve münkerattan alıkor. Onu fuhşiyat ve münkerattan alıkoyan bir ibadet, evleviyetle şirk ve şirki işmam eden şeylerden, dalâlet ve dalâlete sürükleyen saiklerden uzaklaştırır; uzaklaştırır zira namaz baştan sona kadar kavlî, fiilî ve hâlî zikrullah ile örülmüş bir ibadettir. Böyle bir zikir şekli çok büyüktür ve Allahın ululuğuna münasip bir keyfiyet arz etmektedir ki Kurân-ı Kerim de Hiç kuşkusuz Allahı zikir en büyüktür.. ve Allah sizin yapageldiğiniz her şeyi bilmektedir. (Ankebût Sûresi, 29/45) fermanıyla bu espriyi hatırlatmaktadır.
-Namaz zâyi edilince artık şehevâtın önündeki surlar yıkılmış olur; her türlü arzu ve iştiha insanı şeytanın yoluna sürükleyen bir dürtüye dönüşür. Öyle ki, şehvetlere tâbi olma zamanla o insanın tabiatı haline gelir. Şehevât kelimesi şehvet sözcüğünün çoğuludur; her türlü hayvanî duygu ve nefsânî istek bu söz ile ifade edilir. Kuran-ı Kerimde Kadınlar, oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş, güzel cins atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin hoşuna giden şeyler insanlara cazip gelmektedir. Bunlar dünya hayatının geçici bir metaından ibarettir. Asıl varılacak güzel yer ise, Allahın katındadır. (Âl-i İmran Sûresi, 3/14) buyurulmaktadır. Bu âyette şehevât olarak zikredilen sınıflar meşrû nimetlerdir; fakat gayr-i meşrû tarafa da sebep olma ihtimali vardır. Meşrû durumda bunları süsleyip cazip gösteren Allah Teâladır. Gayri meşrû olarak süsleyen ise, şeytan ve beşerin cehaletidir. Fena sayıp kınama bu itibarladır. Bu iştah çekici şeyler, dünya hayatını devam ettirmek ve geçip Allaha gitmek için birer araç olarak verilmişken bunları amaç haline getirmek, Allah katındaki güzel mevkiyi kaybetmek, büyük ahmaklıktır. Zira böyle yapanlar hayatlarının önemli bir kısmını o zevkleri elde etme hırsı ile yanıp tutuşarak geçirirler. Sonra da onlardan ayrılıp mahrum kalmanın acısını çekerler.
-Namazı zâyi etmenin ve şehvetlere tâbi olmanın neticesi gayyaya yuvarlanmaktır. Gayya; Cehennemin en azgın tabakasında, içine düşenin kolay kolay kurtulamayacağı çok korkunç bir kuyunun adıdır.
-İmanın tadını alamamış kimseler, sadece yaptıklarıyla ve sahip oldukları bir kısım vasıflarla değil, yapmadıkları işlerle ve hiçbir katkıda bulunmadıkları başarılarla da övülmeyi, hiç layık olmadıkları güzel sıfatlarla da vasfedilmeyi arzularlar. Nitekim, Kuran-ı Kerim böylelerini bekleyen acı sonu hatırlatma sadedinde meâlen şöyle buyurmuştur: Zannetme ki, yaptıklarından ötürü sevinip şımaran, yapmadıkları işlerden dolayı da övülmek isteyen kimseler evet, sanma ki onlar azaptan yakayı kurtaracaklar! Onlara hem de can yakıcı bir azap vardır. (Al-i İmran Sûresi, 3/188) Yaptıklarından ötürü sevinip şımarmak ve hiçbir katkıda bulunmadığı başarıların, hiç üzerinde taşımadığı güzel sıfatların bile kendisine atfedilmesini ve onlardan dolayı övülmeyi istemek bir küfür ve nifak sıfatıdır. Ne var ki, takdir ü tebcil beklentisi kalbi öldüren bir virüs olarak bazı müminlerde de bulunabilmektedir.
-Ayet-i kerimede -mealen- İman edip de salih amellerde bulunanlara gelince; onlar için çok merhametli olan Allah (gönüllerde) bir sevgi (vüdd: hüsn-ü kabul) yaratır. (Meryem Sûresi, 19/96) buyuruluyor. Arapçada fiil teceddüde (sürekli yenilenme) delâlet eder. Ayetteki âmenû kelimesi de fiildir. Öyleyse iman edenler bir kere iman ettikten sonra imanlarında duraklamaya girmeden sürekli kendilerini yenileyerek her gün yeni bir keşif, yeni bir düşünce ve yeni bir tespitle hep daha ileri ufukları takip ederler. Bununla da yetinmeyip ardından Amel edip imanlarının gereğine göre yaşarlar. Yani oturur kalkar ömürlerini salihâtla geçirirler. İşte böyle bir iman ve o imanın mûcebini Hakkın istediği ölçülerde yerine getiren bu insanlar, önce Hakkın sonra da halkın teveccühüne mazhar hâle gelmişlerdir ki Hazreti Rahmân onlar için sinelere sevgi vazedecek ve ins ü cinnin kalbini onlara olan alâka ile donatacaktır.
-Az önce meali verilen Meryem Sûresinin 96. ayet-i kerimesi vesilesiyle Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurur ki: Allah bir kulu sevdiğinde, Ben falan kimseyi sevdim siz de onu sevin. diye nida eder. Cibril de bunu göklere ve yere duyurur Aslında hemen her zaman muhabbet ve sevgi Ondan başlamış ve tedelli yoluyla gökleri ve yeri kuşatmıştır. Bu ya önce Allahın, muhabbet vesilelerini yaratıp sevgiyi onun üzerine bina etmesi şeklinde, ya da istikbaldeki kıvamlarına bir ücret-i âcile olarak önce onları sevip sonra da onların vicdanlarını iyiye, güzele, hasenat ve salihata uyarma şeklinde olur. Her iki mazhariyetin temel rengi de inayettir ve her ikisinde de temel kaynak ilâhî meveddettir. Bugün bazılarımız itibarıyla böyle bir mazhariyetten dem vurmak bir iddia sayılsa da dünyanın değişik yörelerinde hizmet veren sevgi erleri için bu husus ayn-ı hakikattir. Evet bu adanmış ruhların hizmet ettikleri coğrafyaya ve gördükleri hüsn-ü kabule bakılırsa bu hakikat açıkça görülecektir. Sadece onların açıldıkları coğrafya açısından mesele değerlendirildiğinde bile Cenâb-ı Hak, insanların kalbine bu arkadaşlar hakkında sevgi koymasa, hüsn-ü kabul vaz etmeseydi, bunlar olur muydu? dememek mümkün değildir.
-Bir iyiliği, güzelliği veya muvaffakiyeti ne kadar kendimizden bilirsek, biz yaptık.. biz ettik.. dersek ve gelip geçici dünyada insanların fâni alkışlarına meseleyi bağlarsak, o ölçüde Bâkiden gelecek lütuflardan mahrum olmakla karşı karşıya kalır ve -Allah muhafaza- Alın ağzınızın payını! denircesine bir muameleyle karşılaşırız.