''Hakikat çeşmesi'' | Sayfa 3 | Define işaretleri ve anlamları

''Hakikat çeşmesi''

Lacivert24

Extra/Dini Konular
Admin
Katılım
20 Ocak 2013
Mesajlar
8,217
Beğeni
23,472
Puanları
113
Konum
Erzincan
Cevap: ''Hakikat çeşmesi''

Zikrullah Diriliği...

Zikrullah, Hak’la beraberlik şuuru oluşturduğundan, kişilik tohumumuzun yüce ve yüksek bir iklimde ve çevrede yeşermesini gerçekleştirir. İnsan da zaten yaşadığı çevrenin çocuğu ve ürünüdür.

ânevî diriliği söndüren virüsler, bilerek ya da bilmeyerek işlenen günahlardır. Kişiliğimizin duyarsızlaşması, donuklaşması, neşesini ve iç huzurunu kaybetmesi, çoğu zaman işte bu sebepledir.

“Gaflet” diye ifade edilen Hak’tan habersiz yaşamanın sonucu, içe doğru daralma, strese düşme, negatif enerji yüklenme ve ulvî duygulardan mahrum kalmaktır. Âdem -aleyhisselâm-’ın bir günah/zelle sebebiyle cennetten uzaklaştırılma gerçeği üzerinde ince düşünülürse denilebilir ki, esasen her bir günah, cennet ikliminden az ya da çok bir uzaklaşma neticesini doğurur.

Yaratılış özelliklerimiz itibariyle günaha meyilli bir yönümüz vardır. Bu durum, bizim hikmetini tam olarak idrak edemediğimiz bir imtihan sırrıdır. Ancak bu düşüşler karşısında çaresiz de bırakılmış değiliz. Rabbânî ve nebevî terbiye sisteminde, tevbe ve istiğfâr, yeniden kendimize gelme, arınma ve uyanma aracı olarak lütfedilmiştir. 20. yüzyılın büyük mürşitlerinden Sâhibü’l-vefâ Mûsâ Efendi’nin (v. 1999) anlattığı şu hatıra, istiğfârın bu sırrına güzel bir örnektir:

“Kayserili bir ahbabımız vardı. Ara sıra görüşür, hasbihal ederdik. Hâl ehli idi. Daimî huzur hâlini devam ettirenlerdendi. Muhabbet ehli, merhamet ehli idi. Uzun müddet görüşmek kâbil olmadı. Üç-beş sene evvel görüştüğümüzde kendisini çok kederli ve üzüntülü buldum. Kendisine sordum:

«–Kardeşim! Üzüntünün, telâşının sebebi nedir?» Cevaben dedi ki:

«–Derdim, dertlerin en büyüğü. Benden merhamet duygusu alındı. Herkese karşı âdeta düşman kesildim. Hatta haklı-haksız aileme zulmediyorum. Görüşlerim çok değişti. Allâh’ın kullarına, mahlûkâtına karşı içimde en ufak bir acıma duygusu kalmadı. Mahvoldum, hâlimin perişanlığını teemmül ediniz. Bir çare-i necat bulunuz».

Kendisine, kişinin, hastalığını bilmesinin büyük bir nimet olduğu söylenildi. Çünkü kusurunu, hatasını bilen, onu gidermeye gayret eder. Şüphesiz ki, kişinin hâlinin değişmesi, bilerek veya bilmeyerek işlemiş olduğu bir günahın neticesidir. Kendisine bilhassa seherlerde büyük bir nedamet içinde, ihlâs ile, can u gönülden, kırık bir kalple ısrarlı olarak “istiğfar”a devam etmesi tavsiye edildi.

Takriben bir yahut bir buçuk sene evvel tekrar görüşmek imkânı hâsıl oldu. Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri onu bağışlamış, eski hâlini iâde etmişti.

Kendisine hâlin nasıl diye sorulduğunda:

«−Elhamdülillah, Allahü Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, Habibi ve sevdikleri has kulları hürmetine eski hâlimi iade etti», dedi. Çok neşeli idi”1.

Hak’tan gaflet etmenin neticesinde oluşan donukluk ve sönüklük, ancak Hakk’ı zikretmekle, O’nu anmakla giderilebilir. Nitekim Allah Resûlü –sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Rabbini zikredenle, zikretmeyenin misali, diri ile ölü gibidir”2 buyurmakla, zikrullahın kişiliğimize verdiği dirilik enerjisine dikkat çekmişlerdir. Yine O, kulluk vazifelerini yerine getirmekte zorlandığından şikâyet eden bir sahabisine reçete olarak:

“Dilin daima Allah’ın zikri ile ıslak olsun”3 tavsiyesinde bulunmuştur.

İnsanın içini daraltan, huzurunu dağıtan şeyler, çoğu zaman insan ve cin şeytanlarının vesveseleri, kendi vehimlerimiz, şüphelerimiz, geçmişe dair hüzünlerimiz ya da geleceğe dair korku ve endişelerimizdir. İşte bütün bu dumanlı havanın dağıtılmasında, en etkili tedâvî yolu olarak Rabbimiz zikrullâha işâret eder ve buyurur ki:

“Dikkat ediniz, kalpler ancak Allah’ın zikri ile istikrar, huzur ve sükûnete kavuşur”.4

Zikrullah, hem kötü ve aşağılık duyguların giderilmesinde, hem de ulvî duyguların ve mânevî neşelerin oluşmasında son derece etkili bir gıdadır.

Alaeddin Attar -kuddise sirruh-: “Zikir bir kazmadır ki, onunla gönüldeki yabancı duygu dikenleri temizlenir” buyurur. Yine nakledilir ki: Cüneyd-i Bağdadî -kuddise sirruh- Hazretlerine on altı âlim gelmiş ve “bizi irşad et” demişler. Her birini bir odaya yerleştirmiş. Zikir ve ibâdetle bir hafta uğraşmışlar, yanına çağırmış:

«−Kalbinizde ne buldunuz?» diye sormuş.

«−Dünya sevgisi» diye cevap vermişler.

Bir hafta daha devam ettirmiş, yine sormuş:

«−Âhiret sevgisi» diye cevap vermişler.

«−Bunu da atın, yine devam edin» tavsiyesinde bulunmuş.

Bir hafta daha devam etmişler. Yine sormuş:

«−Kalbinizde ne buldunuz?»

«−Enaniyet (benlik sevgisi)» diye cevap vermişler.

«− Varlığınızı da terk ederek devam edin» demiş. Bir hafta sonra:

«−Kalbinizde ne buldunuz» diye sormuş.

«−Allah sevgisinden başka bir şey yok» cevabını vermişler. Cüneyd Hazretleri de:

«−Muradınıza erdiniz. Artık böyle devam ediniz» demiş ve onları yolcu etmiştir.

Zikrullah, kişinin kendisini Hakk’ın terbiyesine teslim etmesidir. Şunu itiraf etmeliyiz ki, kendimizi dönüştürmek o kadar kolay bir mesele değildir. Zira iç ve dış şartların hepsini kontrol etmek, bizim irademizin ve gücümüzün sınırlarını aşan bir husustur. Rüzgâr önündeki bir yaprak gibi savrulan iç dünyamızı/kalbimizi, Hak ve hakikat üzere sebat ettirmek, ancak Allah’a bağlılıkla sağlanabilecektir. İşte îmandan sonra zikrullah nimeti, bu bağlılığı devamlı kılan bir eğitim vasıtasıdır.

“Siz beni zikredin, ben de sizi zikredeyim”5 âyeti, zikreden kişinin zikri nispetinde Rabbin nimetlerinden ve hususi terbiyesinden nasip alacağına dikkat çeker. Bu sırrı iyi bilen büyük mürebbi ve mürşidler, terbiye vasıtası olarak zikrullaha, evrâd ü ezkâra büyük bir ehemmiyet vermişlerdir. Sâhibü’l-vefâ Mûsâ Efendi’nin şu tespitleri, bu hakikatin tecrübe edilmiş bir ifadesi sayılır:

“Evrâdlarını ihlâs ve istikâmet üzere tatbik edenlerde gözle görülür şekilde değişiklikler ve inkişâflar olur:

Kibrin yerini tevazû ve vakar,

İmansızlığın yerini, derin Allah sevgisi, Peygamber sevgisi,

Bâtılın yerini Hak, Hasedçiliğin yerini merhamet,

Cimriliğin yerini sehâvet, Anlayışsızlığın yerini fetânet,

Tembelliğin yerini dirâyet, gayret,

Korkaklığın yerini cesâret,

Kötü görüşün yerini müsâhamalı görüş,

Kabalığın yerini nezâket,

Dağınıklığın yerini tertiplilik ve nezâfet,

Bilgisizliğin yerini edep, irfan,

Aceleciliğin yerini itidâl ve teennî,

İddiacılığın yerini, yerinde uysallık,

Mahlûkat düşmanlığının yerini herkesi hallerine göre sevmek, alır”6.

Netice olarak zikrullah, Hak’la beraberlik şuuru oluşturduğundan, kişilik tohumumuzun yüce ve yüksek bir iklimde ve çevrede yeşermesini gerçekleştirir. İnsan da zaten yaşadığı çevrenin çocuğu ve ürünüdür.

1- Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 145-146.

2- Buhârî, Dea‘vât, 66.

3- Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 188.

4- Ra’d Sûresi, 28.

5- Bakara Sûresi, 152.

6- Sâdık Dânâ, Sultânü’l-Ârifîn eş-Şeyh Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu, sh. 13

Adem Ergül
 

Lacivert24

Extra/Dini Konular
Admin
Katılım
20 Ocak 2013
Mesajlar
8,217
Beğeni
23,472
Puanları
113
Konum
Erzincan
Cevap: ''Hakikat çeşmesi''

Tenâsüh Nedir ve İslâm İnançlarına Göre Doğru mudur?

Nesih kökünden gelir ve ruhların bedenden bedene göç etmesi mânâsınadır. Fransızlar, "metempsycose" derler. Bu anlayışa kâil olanlara göre, cesetler ruhların kalıpları gibidir; ervah, kışla mahiyetindeki bu kalıplar içine girer, yaşar ve şenlendirirler. Girdikleri cesetler çözülünce de, daha başkalarına ve derken bir devr-i dâim içinde, bu beden değiştirmeler sürer gider.

En ibtidâî cemaatler arasında dahi, tenâsüh akîdesine rastlamak mümkündür. Ancak, inanç, millî kültür ve muhit farklılığı itibarıyla, o da farklı görünümlerde olmuştur. Bir Mısır tenâsüh anlayışıyla, Ganj'ın ebediyetle büyülenmiş insanının tenâsüh anlayışı arasında ciddî farklılıklar vardır. Hele Atinalı filozofların zengin ve rengin ifadelerinde, bambaşka bir hüviyet kazanır.

Tenâsüh, çeşitli metapsişik tecrübelerin yaygınlaştırıldığı günümüzde de bir hayli meşhurdur. Ancak o, bugün, ruhların muhâceretini bir inanç sistemi hâline getiren mezhep gibidir. Hususîyle sosyete mahfillerinde maddenin yetersizliğine bir reaksiyon olarak, bu türlü hâdiselere o kadar ciddî bir alâka vardır ki; nerede birkaç kişi bir araya gelirse hep, ruhların temessülünden, rehberliklerinden; anti-fizik'in fiziğe ve onun kanunlarına tesirinden; hatta bir kısım ruhların ikaz ve irşatlarından veyahut aksine, baştan çıkarma ve saptırmalarından bahisler açılır ve söz edilir.

Sadedinde bulunduğumuz soru-cevap mevzûu, ne bütün bir tenâsüh tarihine, ne de günümüzün metapsişik ve parapsişik vak'alarını anlatmaya aktarmaya yetmeyeceğinden, soruda mevzû edilen tenâsühün menşelerine işaret ederek asıl meseleye geçmek istiyorum.

Bir kısım çevreler, tenâsüh akidesinin çok köklü ve kadîm olduğu kanaatindedirler. Hatta, bunun için bir sürü tarihî üstûreye baş vurulmakta, Herodot'un naklettiği -çoğu yalan- hikayelere birer hakikat nazarıyla bakılmakta ve hatta, "Ovide'in" eserlerindeki rengin ve zengin masallar bu işe mesnet yapılmağa çalışılmaktadır. Bu arada, bir kısım kimseler bu "ruhlar seyr-ü seferi"nin sadece insanlar arasında cereyan etmekle kalmayıp, hayvanlara, hatta otlara kadar uzayıp gittiğini iddia etmektedirler. "Camkitinüma" şârihinin beyanına göre: Tenâsühcüler, ruhların bütün bir varlık âlemini içine alacak şekilde muhâceret mecbûriyetinde olduğu kanaatindedirler. Bir alay ruh, insanların bedenlerinden hayvanlara, onlardan nebat âlemine, cansızlara ve madenlere.. böyle karalardan denizlere, denizlerden karalara bitip tükenme bilmeyen cebrî bir sevkiyât ile devam eder durur. Ruhun bir insan bedeninden diğer insan bedenine intikaline "nesh", kendine münasip bir hayvan bedenine geçmesine "mesh", ot ve ağaçlara girmesine "resh", madenlere hülûluna ise "fesh" derler.

Bu anlayışta âlemşümûl bir ruh telâkkisinin kabul edilmesinin tesiri var mıdır? Hülûl ve ittihatla alâkası ne kadardır? Mevzûu dağıtmadan hemen arz edeyim ki; inhiraf etmiş bu iki düşüncenin tenâsühe menşe olduğunu kabul etmemek oldukça güçtür. Hatta Taylor, tenâsüh anlayışının, ruh'un müstakillen bekâsıyla çok alâkadar bulunduğunu söyler. Bu anlayışa göre uzun asırlar, evlât ve torunların atalarına benzemesini de tenâsühle izâha kalkışmışlardı ki, bugün pek âlâ verâset kanunuyla izâh edilebilmektedir.

Tenâsühün, evvelâ Nil havzasında geliştiği söylenir ki, mumyaların sevimsiz çehrelerinde, ehramların esrarengiz bina edilişlerinde, hemen hemen bu sezilmektedir. Mısır'dan Hindistan'a ve oradan da Yunanistan'a götürülen bu düşünce, bir tarafta filozofların sehhâr beyanları, beri tarafta da, Ganj ve Send havzasının sonsuzluk fikriyle büyülenmiş insanın nağmeleri arasında, ebediyet isteyen insan gönlünün ümit ve tesellisi haline getirilmiştir. Bir kısım Kabbalistler tarafından daha sonraki dinlere ve hatta kelâmcıların bütün reddedici gayretlerine rağmen bir kısım mutasavvifeye de bulaştırılmış oluyordu. Ve bu arada, her iddiacı ortaya attığı şeyi ispat etmek için, bir kısım deliller de getiriyordu. Meselâ: Kabbalistler Tevrat'taki Niobe'nin mermer olmasını ve Hz. Lût'un zevcesinin tozdan bir heykel hâline gelmesini, daha sonrakilerin ise, Yahudilerin bir kısmının maymuna ve bir kısmının da hınzıra dönüşmesini zikrettikleri gibi.. bir kısım kimseler de hayvanlardaki sevk-i ilâhîyi ve nebât âlemindeki baş döndürücü nizam ve âhengi, ağaçlaşmış veya hayvanlaşmış birer insan ruhu ile idare edildiklerini kabullenecek kadar, işi ileriye götürüyor ve her şeye bir ruh kesip biçiyordu.

Aslında, aceleden verilmiş böyle bir hükmün, değil cansızlar ve nebat âlemine tamimi, insanlık âlemi için bahis mevzû edilişi dahi, o kadar tekellüflüdür ki, az bir düşünce ile öyle olmayacağı hemen anlaşılır.

Cansızlar ve nebatlar için bir program ve kaderîliğin bahis-mevzûu olduğunda şüphe yoktur. Ancak onlardaki nizam ve ölçüyü, onların içinde eskiden yaşamış tecrübeli ruhlarda aramak oldukça gülünç ve o kadar da mesnetsizdir. Vâkıa ağaç ve otların birer hayat-i nebâtiyeleri vardır, fakat bu hiçbir zaman alçalmış bir insan ruhu olmadığı gibi, yükselmeye hazırlanan ve insan olmaya namzet bulunan bir ruh da değildir.

Bu kadar umumî araştırmalara rağmen, hiçbir nebattan, kendisini idare eden tecrübeli bir insan ruhu'nun mevcudiyetine dair bir mesaj alınamadığı gibi, şu anda insanlık devresini sürdürdüğü kabul edilen, hiçbir ruhtan da, onun nebatî ve hayvanî hayatına dair bir hâtıranın tespit edildiği gösterilememiştir. Hâlbuki, bu husustaki iddialar arasında, eski mâlûmat ve müktesebâtın intikali de, mühim bir esas olarak üzerinde durulan meselelerdendir. Ne var ki, şu âna kadar bir iki akıl hastasının hezeyanından başka ve bir iki sansasyonel haberden gayri bir şey de bilmemekteyiz.

Tevrat'ta mevzû edilen Niobe'nin mermer ve Hz. Lût'un zevcesi Edithe'nin tozdan bir heykel hâline gelmesi, hiçbir zaman tenâsühe delil sayılmaz. Müsamahalı davranıp böyle bir şeyi kabul etsek bile, ruh kabzedilmiş, ceset ve mâruz kaldığı belânın keyfiyetine göre, ya yakıcı bir atmosferle toz toprak olmuş veya lâvlar altında kalan cansız cesetler gibi taşlaşmış demektir. Nitekim, dünyanın her yöresinde karşılaşılan bu kabil fosiller sayılmayacak kadar çoktur. Pompei'nin, Vezüv'ün püskürttüğü lâvlarla bir kül yığını hâline gelmesinden asırlarca sonra yapılan kazılar, karşımıza bir sürü mermerleşmiş Niobe çıkardı. Bugün sayfa sayfa bu enkaz yığınlarını çevirip dururken, ibretle seyrettiğimiz nâpak alınlarda utanç ve hacâlet dolu bir hayatın, insanı kudurtmuşluğu hissedilmekte ve ilâhî gazabın eserleri görülmektedir. İbret alınsın diye istikbâlin koruyucu sinesine teslim edilen bu etnoğrafik materyali tenâsühle tefsir etmek, hiçbir mesnede dayanmadan ortaya atılmış bir iddia ve işi hafife almaktan ibarettir.

Tenâsüh, vefat eden insanların ruhlarının başka cesetlere girip seyr-ü seyahatından ibaret ise, burada hangi ruh hangi cesede girmiştir. Belki pek çoğu itibarıyla mücrim bir topluluğun ruhları kabzedilmiş, arkadan gelenlere bir ders ve ibret olsun diye, cesetleri de taş haline getirilmiştir.

Mısır'da, Yunan'da ve Ganj havzasında tenâsüh akidesi su-i istimal edilmiş bir âhiret inancına ve ruhun bekası arzusuna dayalı olarak gelişmiştir. Ne "Ahen-Aten"in Mısır'ında, ne de "Pythagore'un "Yunanistan"ında tahriflerin doğurduğu tenâsühü kimse bilmiyordu. Aten'e göre, insanın yerdeki hayatının sona ermesiyle, semavî bir hayat başlar. Buna göre insan ölür ölmez ruhu yükseklerdeki "mahkeme-i kübra"ya varmak üzere yola çıkar ve yüksele yüksele Osiris'in huzuruna ulaşır. Huzura ulaşan her ruh, şu şekilde hesap verir: "Huzuruna günahsız geldim, ve hayatımda rabbanîleri hoşnut edecek her şeyi yaptım. Kan dökmedim, hırsızlık etmedim, fesat çıkarmadım ve huysuzluk yapmadım. Zinâ irtikabında bulunmadım..." Bunları söyleyen Osiris'in cemaatine katılır. Söylemeyen ve terazisi ağır basmayan, Cehennem'e atılır ve orada zebânîler tarafından parça parça edilir.

Yine, Aten dinine ait imanî hakikatleri aksettiren kitabelerde şu saf ve dupduru inanışı görüyoruz: "Senin yaptıkların pek çok ve çoğunu da gözümüz görmez. Ey biricik ilâh ki, senin kuvvetine kimse mâlik değildir. Sen bu arzı istediğin gibi yarattın ve sen yalnızdın. İnsanlar ve büyük-küçük yer yüzünde ayaklarıyla yürüyen bütün hayvanlar ve yükseklerde kanatlarıyla uçan bütün kuşlar, hepsine lâyık olduğu yeri sen seçersin ve bütün ihtiyaçlarını da sen görürsün... Bütün güzellikler senin sayende şekil alır ve bütün gözler bunlardan seni görür. Sen benim kalbimdesin..."[1] Hiçbir şey ilâve etmeden kaydettiğim şu mülâhazalar, takriben bundan dört bin sene evvel Mısır'da birer büyük hakikat olarak kabul edilen şeylerdi.

Yunan'da da, haşir ve bekâ-i ruh akîdesi oldukça sağlamdı. Büyük filozof Pythagore, cesetten ayrılan ruhun kendine mahsus bir hayatı olacağını ve esasen ruh, arza inmezden evvel bu hayata mazhar bulunduğunu ve yeryüzüne bir kısım mükellefiyetlerle geldiğini ve burada yapacağı fenalıklara karşı cehenneme atılacağını ve zebânîler tarafından parçalanacağını; bunun aksine iyilikler yaptığı zaman da yüksek mertebeler ve mesût bir hayata mazhar olacağını ifade etmektedir ki, aktarmalarla karıştırılan bir kısım aksaklıkların olabileceğini peşinen kabul edip, sonra anlatılanlara bakacak olursak, doğruya çok yakın bir haşir akidesinin rengin bir edâ ile ele alınmış olduğunu görürüz. Eflâtun'un "Cumhuriyet" kitabındaki beyanatı da bundan farksızdır. Eflâtun'a göre "Bedenden ayrılan ruh, cismanî hayatı büsbütün unutur ve yalnız hakikatin tefekkürüyle meşgul kalır. Bu hâliyle o, kendine münasip bir âleme, hikmet ve ebediyetle doygun lâhûtî bir âleme yükselerek, orada noksanlıklardan, hatalardan, korkulardan hatta maddî hayatta onu kıvrandıran muhabbetlerden, aşklardan.. hâsılı, beşer tabiatının gereği gibi bütün fenalıklardan âzâde olarak yüksek bir saadete ve rabbânîlerle içli-dışlı bir hayata nâil olur."

Aslında düşünce sistemleri böyle olan milletlerin akîdelerinde tenâsühvâri şeyler göze çarpacak olursa, artık bunun tahrif mahsûlü olmasından şüphe etmemek gerektir.

Mısır'da kök salan tenâsüh akîdesi, bir baştan bir başa bütün Nil havzasında türkülere ve destanlara mevzû olduktan sonra, Yunan filozoflarının velût dimağlarıyla daha rengin, daha hayalî kisvelere bürünerek masallara girdi ve topyekün yeryüzünün ustûresi hâline geldi.

Bu anlayışın esiri Hintli, maddeyi Brahman'ın son tecellîsi saymakta ve ruh ile cesedin birleşmesini bir düşüş ve bir şer telâkki etmektedir. Buna mukâbil, ölümü beşerî kusurlardan tecerrüt; vecd ve istiğrâka yükselmelere vesile ve gerçeğe visâl saymaktadır. Hinduizmin en mühim kitabı olan "Vedanta"da ruh, Brahman'ın bir cüz'ü, bir şeraresi tasavvur edilmekte ve bunun kalıptan kalıba intikal ederek, aslına avdet edeceği âna kadar, ızdıraptan kurtulamayacağı anlatılmaktadır. Ruh, maksadı olan "Marifet-i Mukaddese''yi benlikten ve ona ait bütün kötülüklerden sıyrılarak, bir nehrin denize koşması gibi, Mâbud-û Mutlak olan Allah'a koşmakla elde eder. Vuslat olunca da, Budizm'in Nirvana'sı gibi mutlak sükûn ve huzur hâsıl olur. Ne var ki, Budizm'le bir durgunlaşma ve hareketsizlik hüküm-ferma olmasına karşılık, Brahmanizm'de aktif bir ruh vardır.

Tenâsüh akidesi daha sonraları bazı Yahudilerce de benimsenmiştir. Kabbalistler tarafından İskenderiye kilisesi gibi bir kısım manastırlara sokulan tenâsüh düşüncesi, Gulât-ı Şiâ tarafından ehl-i İslâm arasına az dahi olsa girebilmiştir. Tenâsühe kâil olan eski-yeni bütün milletlerde, ortak bir düşünce göze çarpmaktadır. O da; hulûl ve ittihat. Atenizm'de Ahen-Aten, Brahmanizm'de Brahman, Yahudilik'te Uzeyr (as), Hıristiyanlık'ta Hz. Mesih (as) ve Gulât-ı Şiâ'da ise Hz. Ali (ra) hep aynı şey olarak kabul edilmek suretiyle, âlemşümûl bir hata işlenmiş ve aynı inhiraf çizgisinde birleşilmiştir. Bunun dışında, bir kısım mutasavvifenin beyanlarında tenâsühü iş'âr eden sözler ise, ya garazlı kimselerin karıştırmaları veya tevile tâbi tutulması gerekli olan remizlerdendir. Ehl-i Sünnet ulemâsı; hadisçisinden fıkıhçısına, ondan tefsir ve kelâmcısına kadar, bu anlayışın, İslâm'ın ruhuna aykırı olduğunda ittifak hâlindedirler. Her ferdin kendi kaderiyle yaşaması, kendi kaderiyle ölmesi ve kendi serencâmesiyle haşrolması; sonra imtihan hakikatinin muayyen ferde bakması, muayyen muhatabın kendi sevap veya günahıyla aynı muayyeniyet içinde hesaba çekilmesi gibi hususlardan ötürü, tenâsüh akîdesini merdut görmüşlerdir.

Bu meseleyi vâzıhan intikal ettirebilmek için, gelecek hususların serdedilmesinde fayda mülâhaza ediyoruz! Evet, aşağıda anlatılan şeyler muvâcehesinde, tenâsüh akîdesini kabul etmek mümkün değildir:

1) Haşir akidesi açısından, her ferdin hesabı, kendi hayatının girinti ve çıkıntılarına göre olacaktır. Buna göre, binlerce cesede girmiş-çıkmış bir ruh, hangi şahsiyetiyle haşrolacak ve hangi durumuna göre ceza veya mükâfat görecektir.

2) Bu dünya imtihan için açılmıştır. İmtihan da gaybe iman esası üzerine cereyan etmektedir. Yaptığı kötülüklerin cezasını aşağı bir mahlûk suretinde yaşayan bir ruh, ikinci bir cesede girme fırsatını bulunca, hem mesele gaybîlikten çıkacak, hem de görüp tattığı ızdıraplardan ötürü, sürekli beden değiştirme işini sona erdirebileceği bir yola girecektir ki, bu da tenâsüh düşüncesinin kendi kendini nakzetmesi, kendi kendini yıkması demektir.

3) Her ferdin mutlak saadete namzet olabilmesi için böyle çok ızdıraplı bir ruhlar muhâceretine lüzum görüldüğü takdirde, Allah'ın zalimlere ceza, iyi kimselere de, mükâfat va'di abes olacaktır. Bu ise Zât-ı Ulûhiyet hakkında muhâldir, bâtıldır.

4) Kur'ân ve sâir semavî kitapların, günahların affedileceğine dair olan beyanları, affedilebilmek için ruhların ızdıraplı ve uzun seyahatlerini fuzûlî ve mânâsız göstermektedir. Rahmeti Sonsuz olana şâyeste olan da budur. Buda, bir sükûnet ve bir atâlet olan "Nirvana"sını bu meşakkatli yolculuktan daha huzur verici bulmuş olacak ki, Brahmanizm muzdariplerini daha huzurlu bulduğu bu ufka davet etmektedir.

Bizde ise, affedilmeyecek günah yoktur. Ve Allah (celle celâluhu) tevbe eden herkesin günahını bağışlayacağını vadetmektedir. Bu hususta günahının azlığına çokluğuna bakılmadığı gibi, son dakikalara kadar ferdin günah içinde bulunmasına da bakılmayacaktır. Bütün hayatı isyanla geçmiş bir mücrim, bir tek saatlik nezih hayatıyla, Allah'ın rahmetine mazhar olabilir...

5) Kezâ tenâsüh devr-i dâim yücelebilmek için, uzun ve yorucu seyahat, Cenâb-ı Hakk'ın hususî iltifat ve rahmetine zıttır. Zira, o istediği zaman erâcif içinde aldığı en pesbayağı şeyleri dahi som altın hâline getirir ve en kıymetli yapar. Bu da onun, hususî atâyâsı, husûsi ihsânıdır.

6) Peygamberlere uyan kimseler arasında; ilk hayatları itibarıyla çok şerli kimseler de bulunuyordu. Bu insanlar, uzun, kirli bir geçmişten sonra, velîleri çok geride bırakacak kadar muallâ bir mevkiye yükselmeleri o kadar vâkidir ki, aksine fikir beyan etmek âdeta imkânsızdır. Böyle, bir hamlede ve bir nefhada olgunluğun zirvesine yükselmek, Allah'ın lûtfunu ifade ettiği gibi terakkî için umûmi bir muhâceretin yersizliğine de parmak basmaktadır.

7) Her ceset için ayrı bir ruh kabul etmek, Kudreti Sonsuz olan Allah'ın sonsuz yaratıcılığına imanın ifadesidir. Bunun yerine bir tabur ruhu bütün cesetlere sokup çıkarmak, Kudreti Sonsuza âcizlik isnadını işmâm eder. Bu noktada dahi tenâsüh akîdesinin akla mülâyim gelmediği açık ve vâzıhdır.

8) Bundan başka yeryüzünde yaşayan dört milyar insanın hiç olmazsa birkaç milyonunda, başka cesetteki sergüzeşt-i hayatlarına dair bir kısım emâreler bulunmalı değil miydi? Hiç olmazsa, bazı kimselerde, birkaç kere dünyaya gelip gitmiş olmadan birikmiş umumî bir kültür olamaz mıydı? Bunun dünya nüfusuna göre binde bir olması dahi, ne büyük rakamlara ulaşacağı düşünülecek olursa, her yerde böyle birkaç insanla karşılaşma zarureti, kendiliğinden ortaya çıkmaz mı? Hâlbuki nerede!?.

9) Bir de, toplumun hemen her kesiminde eski bir ruh taşıyan her fert, 3-4 yaşına girer girmez, bütün eski müktesebatıyla görünmesi gerekmez miydi? Bu hususta şimdiye kadar kaydedilmiş tek vak'a gösterilebilir mi? Bazı dâhi ve ilhama mazhar kimselerde bir kısım hârikalar görülse bile bu, hazır bir malûmâtın kullanılmasından daha çok, ya semâvî desteklenme veya yüce fetânetin eşya ve hâdiseleri kavramasından ibarettir.

Şimdiye kadar bir-iki akıl hastasının hezeyanıyla yine bir-iki gazetenin neşrettiği sansasyonel haberden başka, herhangi bir cesedin başkasına ait bir ruhla yaşadığını gösterir, müdellel bir şeyden bahsetmek mümkün değildir.

10) Sâir canlılarda insanî fonksiyonları gösterir, herhangi bir emâre keşfedilmemiştir. Hâlbuki, daha evvelki cesette kazanılmış bir kısım hususiyetleri taşıyan ruh, ne denli aşağı bir hayat yaşarsa yaşasın, fıtratın sınırlarını zorlayacak bir kısım infiâlleri olacaktı. Botanik çalışmaları çok ilerlemiş olmasına rağmen, bugüne kadar tenâsühü işmam eder herhangi bir garabete rastlanmamıştır.

Netice olarak diyebiliriz ki, tenâsüh akîdesi, eski toplumlar arasında bir inanç inhirafı olarak yaşadığı gibi, günümüzün insanında da, habis ruhların aldatmacalığından ve şeytanların, bazı bünyelere girip hâkim olmasından öteye herhangi bir hakikati yoktur. Evet, En Doğru Sözlü'nün beyanıyla, şeytanın kan damarları içinde dolaştığını,[2] kalb ve kafayı tesir altına aldığını öğreniyor, tenâsüh denen hezeyanın iç yüzüne biraz daha muttali olabiliyoruz.

Zaten hiçbir tecrübeye dayanmayan ve aklî mesnedi bulunmayan ve hele vahye müstenit olmayan böyle bir hurafeye, yaratılış itibarıyla çok şerefli olan insanın inanması asla düşünülemez. İşin doğrusunu O bilir.

Kâil Olma: Kabul etme
Kisve: Kılık, şekil, görünüm
Lâhûtî: Uluhiyet âlemine müteallik olan, ilahi
Mahkeme-i kübra: Pek büyük mahkeme
Merdut: Reddedilmiş, geçersiz, hükümsüz
Metapsişik: Normal psikolojinin sınırları dışında kalan olayların incelenmesi
Muhâceret: Göç, göç etme
Mutasavvife: Tasavvuf ehli
Mücrim: Cürüm işlemiş olan, kabahatli
Müdellel: Delille ispat edilmiş olan
Nakzetmek: Hükmü bozmak, yok saymak
Nirvana: Budizm'de, bencilliğin ve nefsi arzuların yok edilmesiyle ulaşılan hâl
Parapsişik: Tabiat üstü olaylarla ilgili
Rengin: Güzel, latif, süslü, sanatlı
Sehhâr: Sihirli, büyülü
Sergüzeşt-i hayat: Hayatta kişinin başından geçen olaylar, haller
Seyr ü sefer: Gidiş geliş, yolculuk
Şerare: Kıvılcım
Tenâsüh: Ruh göçü
Ulûhiyet: İlâh olma, ilâhlık
Üstûre: Efsane, mit, mitoloji
Ehram: Kaidesi üç, dört veya çok kenarlı olan ve tepeye doğru küçülerek bir noktada birleşen şekil, piramit
Etnoğrafik: Millet, kavim, aşiret ve toplulukların yaşayış tarihine ait
Gulat-ı şiâ: Şiilikte, aşırılığa gidenler
Hacâlet: Utandırıcı, yüz kızartıcı
Hulûl: Tenasüh inancına göre, ruhun bir bedenden çıktıktan sonra başka bir bedene girmesi
İnhiraf etmek: Doğru yoldan çıkmak, sapmak İrtikap: Kötü, fena, günah teşkil edecek bir şey yapma
İttihad: Birleşme
Kabbalistler: Tevrat'ın gizli manalarını araştıran ve yorumlayanlar
 

Lacivert24

Extra/Dini Konular
Admin
Katılım
20 Ocak 2013
Mesajlar
8,217
Beğeni
23,472
Puanları
113
Konum
Erzincan
Cevap: ''Hakikat çeşmesi''

İmtihan çeşitleri

Cenâb-ı Hak, ilahî âdeti gereğince insanları hayatları boyunca çeşit çeşit imtihanlara tâbi tutar. Böylece tıpkı elmasın kömürden, altının da taş ve topraktan ayrılması gibi onların hasını hamından, saf olanını olmayanından ayırır. Aynı zamanda her bir imtihan, bir yönüyle bize kendimizi gösterme tecrübesidir. Yani ezelde kamet-i kıymetimizi bilen Yüce Allah, bizi imtihan etmek suretiyle, neye ne kadar mukavemet edebileceğimizi, belâ ve musibetler karşısında nasıl bir tavır alacağımızı, nerede sabredip nerede yan çizeceğimizi, nerede dişimizi sıkıp dayanacağımızı, nerede kaderi tenkit mânâsına gelebilecek itirazvarî tavırlara girebileceğimizi bizzat bize gösterir. Bu yönüyle maruz kalınan imtihanlar, “İşte Halep, işte arşın. Alın boyunuzun ölçüsünü!” demek gibidir. Yunus Emre de, “Bu yol uzaktır, menzili çoktur, geçidi yoktur, derin sular var.” ifadeleriyle insanların dünya hayatında hırpalanacakları, değişik haddelerden geçirilecekleri, demir ocaklarında eritilir gibi eritilecekleri hakikatini dile getirmiştir.

Hedefin büyüklüğü ölçüsünde imtihanın zorluğu

Bakara Sûre-i Celilesi’nde,

وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْأَمْوَالِ وَالْأَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ
“Andolsun ki, sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. (Ey Peygamber) sen sabredenleri müjdele!” (Bakara Sûresi, 2/155)

buyrulmak suretiyle, insanın çok farklı imtihanlara maruz bırakılacağı ifade edilmiş, daha sonra da, bu belâ ve mihnetlere sabredenler müjdelenmiştir. Buna göre tıpkı ibadetlerin insanın derecesini yükselttiği gibi, menfî ibadet sayılan imtihanlar da sabredildiği takdirde insanı günahlarından arındırır ve onu en yüce ve yüksek makamlara çıkarır. O hâlde Allah’ın insanları imtihandan imtihana sürüklemesi ve onları farklı imtihan unsurlarıyla test etmesi karşısında mü’mine düşen vazife, maruz kaldığı her imtihanda dişini sıkıp sabretmesi; ayrıca bu durumu kendisiyle yüzleşme, kendini bir kere daha gözden geçirme ve iyi bir kıvam sergileyip sergileyemediğinin muhasebesini yapma adına bir fırsat bilmesidir.

“Mağnem” ölçüsünde “mağrem”e maruz kalınması yani neticedeki mükâfat ve sevap nispetinde meşakkat ve zorluk çekilmesi önemli bir düstur olduğuna göre, insanın varacağı hedefin büyüklük ve kıymetine göre maruz kalınan imtihanın şiddeti de farklı olacaktır. Mesela şehit olup farklı bir hayat mertebesine uçma çok önemli bir mazhariyettir. Fakat böyle bir mazhariyetin elde edilmesi Allah yolunda savaşmaya, yaralanmaya ve O’nun yolunda canın feda edilmesine bağlıdır. Bu sebepledir ki, yüksek bir mefkûreye gönül veren ve bu yüksek mefkûrenin gereklerini yerine getirmeye çalışan bir insan, karşısına çıkan belâ ve musibet her ne olursa olsun, katlanmasını bilmeli, dişini sıkıp sabretmeli ve çok defa kendisine rağmen yaşayabilmelidir.

İsterseniz bu noktada durup Hazreti Pîr’in şu sözlerine kulak verebilirsiniz: “Seksen küsur senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum; ömrüm hep, harp meydanlarında, esaret zindanlarında ve çeşitli çilehanelerde geçti. Çekmediğim eza, görmediğim cefa kalmadı. Divan-ı harplerde bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan (insanlarla görüşmekten) men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.” O hazretin maruz kaldığı imtihanlar bu denli ağır olunca, Allah (celle celâluhu) da onu, insanî kemâlâtın zirvesine çıkarmıştır. Bilemiyoruz belki de çektiği sıkıntılar ve onlara sabretmesi sebebiyle, Cenâb-ı Hak izni, inayeti, keremi ve lütfuyla onu arkada kalanlar için yol gösterici bir rehber kılmıştır.

Yolda kalanlar da var!

Hayatı, bir baştan bir başa imtihanlar zinciri olan insan, bu dünyada sadece belâ ve musibetlerle imtihan olmaz. Aynı zamanda o, maddî, manevî başarı ve ihsanlarla da imtihana tâbi tutulur. Evet, insan, hayatında öyle yerlere uğrayacak ve öyle menzillerden geçecektir ki, bazı yerler onun başını döndürecek, bazı makam ve payeler -Allah korusun- onun ayağını kaydıracak, geçip gittiği yerlerdeki bazı virüs ve mikroplar onun manevî hayatına musallat olacaktır. Kısaca insan, uğrayıp geçtiği yerlerde bazen rahatla, bazen şan u şöhretle, bazen makam ve mansıpla, bazen de alkış ve âlâyişle imtihana maruz kalacaktır.

İmam Gazzâli Hazretleri, insanın karşılaştığı bu imtihanları şöyle bir misalle anlatır: İnsan Cennet gibi bir yere gitmek üzere ciddî bir azim ve kararlılıkla yola çıkar. Çünkü gideceği yerin baş döndüren cazibedar güzellikleri daha önce kendisine anlatılmıştır. Fakat yolda suların şakır şakır aktığı, ağaçların üfül üfül estiği, kuşların ötüştüğü, gölgelerin insanı rahata çağırdığı serin ve rahat bir yer bulunca birden gideceği yeri unutarak orada yerleşmeye karar verir. Hemen orada bir kulübecik yapar ve içinde kalmaya başlar.

Esasında verilen bu misal, insanın hayat macerasını çok çarpıcı ve veciz bir şekilde ifade etmektedir. İsterseniz siz insanın takılıp kalacağı bu tür menzillerin farklı şekillerini de düşünebilirsiniz. Yani yol boyunca insan, tenperverlik ve rahat düşkünlüğünün yanında daha pek çok şeye takılıp kalabilir. Hâlbuki bu menziller aşılmadan Cennet’e ve Zât-ı Ulûhiyet’e ulaşılması mümkün değildir.

Servet hırsı

Dünya hayatında maruz kalınan bu tür imtihanların en önemlilerinden biri, mal, mülk arzusu, para hırsıdır. Hatta denilebilir ki, tarih boyu insanların büyük çoğunluğunun en büyük zaafı bu olmuştur. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde bu hakikati şu ifadeleriyle beyan buyurur:

لَوْ أَنَّ لِابْنِ اٰدَمَ وَادِيًا مِنْ ذَهَبٍ أَحَبَّ أَنْ يَكُونَ لَهُ وَادِيَانِ وَلَنْ يَمْلَأَ فَاهُ إِلَّا التُّرَابُ وَيَتُوبُ اللهُ عَلَى مَنْ تَابَ
“Âdemoğlunun bir vadi dolusu altını olsa bir vadi daha ister, onun ağzını topraktan başka bir şey doldurmaz. Şu kadar var ki, Allah tevbe edenin tevbesini kabul buyurur.” (Buhârî, rikâk 10; Müslim, zekât 116)

Evet, doyma bilmeyen bir hırsla sürekli daha fazlasını isteme, daha büyük şirket ve holdinglere sahip olmaya çalışma, her şeyi ele geçirme gayreti içine girme çoğunluğun zaafı olan bir husustur. Esasında toplumdaki pek çok kavga ve çatışmanın arkasında da böyle bir menfaat yarışı yer almaktadır.

Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri, Şam’da baskıya uğradığı bir zaman ayağını yere vurur ve “Sizin taptığınız tanrı, benim ayaklarımın altındadır.” der. Bazıları onun bu sözlerini ilhadına bir sebep sayarlar. Hâlbuki hazret, muhataplarının Karun gibi gönüllerini paraya kaptırdıklarını ve âdeta ona tapmaya başladıklarını düşünmektedir. Onların taptıkları bu tanrının, ayaklarının altında olduğunu ifade etmesinin ise, ayaklarının altında gömülü bulunan büyük bir hazineye işaret olduğu nice zaman sonra anlaşılmıştır.

Maalesef günümüzde çoklarının bu uğurda ölüp ölüp dirildikleri bir gerçektir. “Bir evim olsun”la başlayıp; “oğluma da bir ev alayım, kızım için de bir ev edineyim, torunumun da bir villası olması lazım…” mülahazalarıyla yaşayan dünya kadar dünyaperest görebilirsiniz. Hatta Allah’a hizmet için yola çıkıp da daha sonra paraya taparcasına bu tür arzuların peşinde koşan insanlarla karşılaşabilirsiniz. Öyle ki, bunlardan bazıları kendilerine verilen maaşı yeterli bulmaz, daha fazla kazanmak için din ve millet adına çok hayatî hizmetleri terk eder ve böylece selef-i salihînin yürüdüğü yolu bırakarak ehl-i dünyanın yoluna girerler.

Şehvet tutkusu

Hususiyle günümüzde önemli ve zor imtihanlardan bir diğeri de şehvet tutkusudur. Şehvet belâsı insanlık tarihi boyunca zor bir imtihan unsuru olmakla beraber bugün çok daha tehlikeli bir imtihana dönüşmüştür.

Hazreti Mevlana, Mesnevi’sinde şehvet zaafıyla alakalı bir hikâye anlatır ve bu hikâyede şeytanın Cenâb-ı Hak’la konuşmasına, daha doğrusu O’na karşı küstahça bir dil kullanmasına yer verir. Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde şeytanın demagoji adına serdettiği küstahça ifadeler vardır. Fakat Hazreti Mevlana burada farklı olarak şöyle bir hâdise anlatır: Şeytan, Cenâb-ı Hakk’a kendisini rezil ettiğini ve hüsrana uğrattığını ifade eder. Daha sonra da, insanlara karşı kullanabileceği, onları saptırabileceği, onları baştan çıkarabileceği bazı şeyler ister. Cenâb-ı Hak ona, servet, makam, şöhret gibi şeyler verir. Fakat o, bunların hiçbirisinden hoşnut olmaz. Sonunda kendisine, ‘Sana erkek için kadını, kadın için erkeği kullanma imkânı vereyim’ denilince, şeytan çok memnun olur ve zil takıp oynamaya başlar.

Aslî kaynaklarda geçmese de, burada bizim için esas önemli olan, bu hikâyenin ifade ettiği hakikattir. Evet, bilhassa bazı fıtratlar için bu dünyada en önemli imtihan unsuru, şehvettir. Bu hakikati şu hadis-i şerifle irtibatlandırmak da mümkündür:

حُجِبَتِ النَّارُ بِالشَّهَوَاتِ وَحُجِبَتِ الْجَنَّةُ بِالْمَكَارِهِ
“Cehennem şehvetle kuşatılıp örtülmüştür. Cennet ise zorluklar ve nefsin istemediği şeylerle çepeçevre sarılmıştır.” (Buhârî, rikâk 8; Müslim, cennet 1)

Evet, Cennet istikametinde uzun yollar, çok menziller, geçit vermeyen sular ve kandan irinden deryalar bulunmasına mukabil, Cehennem yolunda yeme, içme, yan gelip yatma, nefsin istekleri arkasında koşma gibi nefsin hoşuna giden şeyler vardır. Bunlara tutulan bir insan, hiç farkına varmaksızın adım adım aşağıların aşağısına sürüklenir gider.

Şöhret arzusu

İtibar, makam ve mansıp peşinde koşma, yapılan işleri takdir edilmeye bağlama da çoklarının kaybettiği imtihanlardandır. Hazreti Pir’in Hücumat-ı Sitte’de hubb-u câh ismiyle zikrettiği ve Mesnevi-i Nuriye’de zehirli bir bala benzettiği şöhret, bazı insanların takılacağı önemli zaaflardan birisidir ve asla unutulmaması gerekir ki, şöhret budalalığını (cenazem kalabalık olsun türünden mülahazalarla) öbür tarafa taşıyacak kadar zaafı olan bir insanın, şöhreti uğruna dünyada yapmayacağı şey yoktur.

Rabbim hepimizi bu öldürücü boşluklara düşmekten muhafaza buyursun, iman vizesi ve ihsan şuuru içinde ötelere yürümeyi nasip eylesin!
 

Lacivert24

Extra/Dini Konular
Admin
Katılım
20 Ocak 2013
Mesajlar
8,217
Beğeni
23,472
Puanları
113
Konum
Erzincan
Gönlünde Hararet Olanın Gözünde Yaş Olur

Gözyaşları, kalb inceliğinin, muhabbet ve merhametin ifadesidir; gönüldeki hüzün, neş'e, hasret, hicran, merhamet ve şefkat gibi duyguların billûr taneler şeklinde dışa vurmasıdır.

İnsan genellikle sevinç, keder, emel, ümit, ayrılık ve vuslat misillü sebep ve sâiklerle ağlar; fakat, kalb ufkunda Allah'a dost olanları, bütün bunlardan daha çok "mehâfetullah" ve "muhabbetullah" ağlatır.

Diğer ağlamalar cibillîdir; insanın tabiatından kaynaklanır. İman, mârifet, muhabbet, aşk ve şevkin tetiklediği ağlamalar ise, Hakk'ı bilmeye, her şeyde O'na dair alâmetler görmeye ve sürekli O'nun huzurunda bulunduğunun farkında olmaya bağlıdır. Nezd-i ilahîde her ağlamanın kıymeti âh u efgân edenin duygu ve düşünce ufkuna göre değerlendirilir. Bu açıdan, musibet ve belâlar karşısında rızasızlık ve kadere itiraz manasına gelen ağlamalar haram; yarınlar endişesiyle kıvranıp inlemek bir ruhî maraz; dünya hesabına fevt edilen şeyler karşısında sızlanıp durmak da boş bir telaştır ve bütün bu sâiklerle dökülen yaşlar gözyaşları adına israftır.

Allah için ağlama ise, Mevlâ-yı Müteâl'e muhabbetin, aşk u iştiyakın iniltiler şeklinde dışa aksetmesinden ibarettir. Gönlünde hararet olanın gözünde de yaş olur; aksine, gözleri suyu çekilmiş çeşmeler gibi kupkuru kimselerin -çoğunlukla- içlerinde hayat yoktur. Allah'ı bilen O'na karşı alâka duyar; bu alâka ruhta derinleştikçe sevgiye dönüşür ve zamanla bu sevgi de önü alınamaz bir aşk u iştiyaka inkılâp eder. Gönlü muhabbetle dolan bir insan, her zaman O'nu gösteren iz ve emareler arar, kâinat kitabının sayfalarını O'ndan gelen mektuplar olarak algılar, eşya ve hâdiseleri O'nun mesajları gibi okur, anlar ve O'nun beyanı karşısında rikkate gelir, tarifi imkansız hislerle ağlar.

Kur'ân-ı Kerim, ruhun selâmeti adına, ahiret yurdu hesabına, Hak mehâfeti ve mehâbeti ya da günahların kahrediciliği karşısında ağlayan insanları takdirle yâd eder ve her zaman onların örnek alınmasını salıklar. Mesela; değişik nebileri özel hususiyet ve fâikiyetleriyle bir bir tebcil ve takdir ettikten sonra, "Bunların hemen hepsi, kendilerine Rahmân'ın âyetleri okununca hıçkırıklarla secdeye kapanırlar." (Meryem, 19/58) diyerek konuyu âh u efgân etme fasl-ı müşterekiyle noktalar. Allah yolunda dökülen gözyaşlarını O'na arz edilmiş bir münacât armağanı gibi değerlendirir. Ağlamanın rabbânîlere mahsus bir hal olduğunu hatırlatmanın yanı sıra, hayatı oyun ve eğlence sanıp ömürlerini gülüp oynamakla geçirenleri de ikaz eder; "Gayrı onlar kazandıkları onca negatif şeyden ötürü az gülsün ve çok ağlasınlar." (Tevbe, 9/82) der.

Cehennem alevlerini söndürecek yegâne iksir

Kur'ân'ın mübarek Mübelliği Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), tıpkı şeytanın hilelerinden Allah'a sığındığı gibi, kalb katılığından ve göz kuruluğundan da Cenâb-ı Hakk'a ilticada bulunmuş; "Ürpermeyen kalbden, yaşarmayan gözden Sana sığınırım Allah'ım!" yakarışını sık sık tekrar etmiştir.

Rasûl-ü Ekrem (aleyhi ekmelüttehâyâ) "Müjdeler olsun nefsine hakim olana!.. Müjdeler olsun (misafir kabul etme hususunda) evini geniş ve müsait tutana!.. Müjdeler olsun hataları karşısında gözyaşı dökene!.." diyerek ümmetine âdeta üç basamaklı bir miraç yolu göstermiştir. Haşyetle dökülen gözyaşlarının ilâhî azaba karşı bir sütre olabileceğine dikkat çekmiştir: "İki göz vardır ki, Cehennem ateşi onlara dokun(a)maz: Birisi Cenâb-ı Allah'a duyduğu saygı ve haşyetten dolayı hep ağlayan Hak erinin, diğeri de Allah yolunda nöbet tutan yiğidin gözleridir."

Allah karşısında haşyetle dolup gözyaşı dökme konusunda çok önemli bir husus, kalbin tertemiz heyecanlarını ve saf hislerini, riya ve süm'a ile kirletmeden ifade edebilmektir. Göstermek ve duyurmak kastıyla ağlamak berrak gözyaşlarını şirk kirleriyle bulandırmak demektir. Riya ve süm'adan korunmak için özellikle nafile ibadetlerde ve Cenâb-ı Hakk'a iç dökme anlarında tenha yerlerin seçilmesi her bakımdan daha selâmetlidir. Nitekim, hadis-i şerifte, Arş-ı ilahînin gölgesinden başka sığınak olmayan kıyamet gününde, zıll-i ilahî altında himaye buyurulacak yedi grup insan anlatılırken, onlardan birinin de yapayalnızken Allah'ı anıp da gözleri yaşlarla dolan hüşyar insan olduğu haber verilmektedir. Öyle ki, Allah haşyetiyle ağlayan insan, diğer nebevî beyanlarda cephede nöbet bekleyen askere denk tutulurken, bu hadiste de, adaletin temsilcisi olan idareci, ömrünü ibadet neşvesi içinde geçiren genç ve mescidlere dilbeste olan âbid gibi Hak dostlarıyla aynı çizgide zikredilmektedir. Fakat, onun gözyaşlarını başkalarından kıskanırcasına tenha bir yer aradığına da vurguda bulunulmaktadır. Zira, ağlamanın aktörlüğünü yapmak çok tehlikelidir; riya ve süm'a niyetiyle ağlamak kalbi öldürücü ve insanı helak edici bir hastalıktır.

Bundan dolayıdır ki, İmam Gazalî Hazretleri "Ağlayan da kaybedebilir, ağlamayan da!.." demiştir. İnsan ağlamıyorsa, o bir gün mutlaka pişman olacaktır; çünkü, onun önünde kendisini ağlatacak çok badireler vardır ve o badirelerin bazıları ancak burada dökülen gözyaşlarıyla aşılabilecek mahiyettedir. Fakat, pek çok ağlayanlar da vardır ki, günahlarından ya da aşk u iştiyaktan dolayı değil de, başka şeyler sebebiyle, belli dünyevî hislerin tesirinde gözyaşı dökerler. Daha da kötüsü, hassas, duygulu, müttaki ve Allah sevgisiyle dolu bir insan gibi görünme ve bilinme maksadıyla ağlarlar. Böyle bir ağlama, dinimizce, en azından hiç gözyaşı dökmeme kadar tehlikeli sayılmış ve gizli şirk kabul edilmiştir. Demek ki, gözyaşının da meşru istikamette olanı makbuldür.

Mü'min, hususiyle de toplum içinde kalbinin heyecanlarına hâkim olmaya çalışmalı; iradesinin hakkını verip gözyaşlarını içine akıtmalı; buna güç yetiremiyorsa, ancak işte o zaman gözyaşı bendinin önünü açmalıdır.
 

Lacivert24

Extra/Dini Konular
Admin
Katılım
20 Ocak 2013
Mesajlar
8,217
Beğeni
23,472
Puanları
113
Konum
Erzincan



Bazı değerler vardır ki onları anlatmaktan aciz kalırsınız. Ancak hissedebildiğiniz ölçüde ifadenizin darlığıyla kendi hislerinizi dökmüş olursunuz. Hele bugün, bu değerlere gereken ilgiyi ve teveccühü gösteremiyorsanız, bu da sizin için ayrı bir eksiklik ve utanç sebebidir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), kendisine ümmet olmayı Allah’ın bize lutfettiği sertâcımız. Ama, arzu edilen manada tanıyıp, izini süremedeğimiz rehberimiz. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Kâinâtın Efendisi, varlığı varlığımızın sebebi. ağaçların selam durduğu, “Sen Rasûlüllah’sın” dediği, bir hurma kütüğünün bile O’ndan firâka dayanamayıp hicrana büründüğü Gönüller Sultanı.

Hazret-i Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) daha dünyaya gelmeden herkesin beklediği kurtarıcı eldi. İnsanlık O’na müştaktı. Karanlık sinelerini aydınlatacak ışığı bekler olmuşlardı. Ardından kâinâta bir güneş gibi doğmasıyla da insanlık için yeni bir sahife açılmıştı. Bir daha kulların Yaratıcılarına intisâbı ümidi doğmuştu. Artık Efendimiz’den öncesi, yani kapkaranlık bir çağ ve Efendimiz’den sonrası yani nura gark olmuş bir kâinât vardı. Bunu Habeşistan’a hicret eden sahabiler adına Hazret-i Cafer bin Ebî Talib Habeşistan melikine ne güzel söylemişti; “Ey Necaşi! Biz cahil bir millettik. Putlara tapardık. Leş yerdik. Ahlaksızlığın her türlüsünü yapar, komşularımıza kötülük yapmaktan çekinmezdik. Öz kardeşlerimize zulümlerin her türlüsünü reva görürdük. Kuvvetlilerimiz, zayıflarımızı ezerdi. Bu sırada içimizden biri çıktı, onun asaletini, doğruluğunu, namuslu olduğunu hepimiz biliyorduk. O, bizi müslümanlığa davet etti. Bize putperestlikten vazgeçmeyi öğretti. Kan dökmekten kaçınmayı tavsiye etti. Bize doğruluğu gösterdi. Öksüzlerin malına el uzatmayı yasakladı. Komşularımızı el, namuslu kadınları dil tecavüzünden kurtardı. Bizi namaza, niyaza, oruca, zekata davet etti. Biz de ona inandık. Putperestlikten, ahlaksızlıktan vazgeçtik. Bundan dolayı kavmimiz bize düşman oldu, bizi bu dinden döndürüp tekrar saptırmak istedi.” Efendimizden önce insanlar, iğrenilecek bir yaşantı içindeydi fakat onun irşadıyla şimdiki medenîlere medeniyeti öğretecek bir toplum haline gelmişlerdi.

Efendimizin irtihâl-i dâr-ı bekâsından sonra da insanlık kendi yetimliğine ağladı. Arkadaşlarından kimi O’nu her gece rüyasında görmekle teselli oldu, kimisi cennette O’na komşu olma ümidiyle iştiyakla vuslatını bekledi. Bir de, Hazret-i Bilal vardı ki, sesiyle Medine’ye inşirah veren sahabiydi. Fakat O, Efendimizin yokluğuna hiç alışamadı. Efendimiz’den sonra Medine sokakları onun sesine hasret kaldı. Ve sonunda, ısrarlarlara dayanamayıp bir daha O’nun Kainâtın Efendisi olduğunu duyurmaya yeltendi ama “eşhedü enne Muhammeden rasûlullah”ı bir türlü söyleyemedi. Hıçkırıkları boğazına düğümlendi. Bir daha firak ateşiyle kendisini ve etrafını hüzne boğdu. Ne o zamanlar ne de şimdilerde kimse O’nun yokluğuna alışamadı.

Efendimiz’in hayatı bizim için bir şifre. Bu şifreyi iyi anlayan ve O’nu (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatının vazgeçilmezi yapan dünyada da ukbada da saadete erer. Efendimiz’in hayatı sanki bizim kurtuluşumuz için yaşanmış bir hayat gibi. Ümmeti için doğmuş ümmeti için yaşamış gibi. Doğar doğmaz “ümmetî ümmetî” demesi de bunun göstergesi. O alemlere rahmet olarak gönderilmişti. Rahmet Peygamberinin yolunda gitmek ve onun yaşadığı gibi yaşamaya çalışma da bize hedef olarak gösterilmiş; “Vesvese ve evham zulmetleri içinde yürürken, Rasûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem)’in sünnetlerini birer yıldız vazifesini gördüklerini gördüm. Her bir sünnet zulmetli dalâlet yollarında güneş gibi parlıyor. O yollarda, insan zerre miskal o sünnetlerden inhiraf ederse; şeytanlara oyuncak, evhâma merkeb, ehvâl ve korkulara meşher ve dağlar kadar ağır yüklere köle olacaktır. Ayrıca, o sünnetleri, sanki semâdan inen ipler gibi gördüm ki, onlara temessük eden yükselir, saâdetlere nâil olur. Muhâlefet edip de akla dayananlar ise, uzun bir minare ile semaya çıkmak hamâkatinde bulunan Firavun gibi bir firavun olur.”

Efendimiz’e karşı sevgi ve bağlılıkla edep içinde olmamız da ayrı bir mesele. İnsan ancak saygı duyduğu, her yönüyle kabullendiği değerlerden istifade edebilir. Ashab-ı Kirâmın ve onlardan sonra gelenlerin O’na karşı saygısı bizi utandıracak seviyede. Bir keresinde Efendimiz hastalanıyor. Hazreti Ebû Bekir, hâl ve hatır sormak için ziyaretine gidiyor. Hakikaten Efendimiz rahatsızlar. Sohbet ediliyor. Ardından evine gelen Hazret-i Ebû Bekir üzüntüsünden yatağa düşüyor. Efendimiz iyileşince Hazreti Ebu Bekir’in iâde-i ziyaretine geliyor. Mahbubu Hazreti Muhammed’i karşısında görünce, hemen kalkıyor ve iyileşiyor ve şöyle diyor:” Habibim hastalandı, O’na teessürümden ben de yatağa düştüm. Sevgili Efendim afiyete kavuştu; O’nu afiyette görünce ben de iyi oldum, afiyet buldum.” Ve ondan sonra gelenlerin ona bağlılığını anlatma adına İmam-ı Şafii şunu anlatıyor: Medine’ye her yolculuğumda, İmam Malik’in kapısında her neviden atların bağlı olduğunu görüyordum. Binmiyordu. Sordum:

-Üstadım niçin bunlara binmiyorsun? İmam Malik vakar içinde şöyle cevap verdi:

-İki cihan Peygamberi Cenab-ı Muhammed’in yattığı beldede hayvan üzerinde gezemeyiz, hürmeti ihlal eder.

Netice olarak böyle bir peygambere ümmet olmanın şükrünü edâ etme bir vecîbe olmalı hepimize. Nâmının bütün dünyaya yayılması onu tanımayanların tanıması hedef olmalı bize. Bu vazife, “Osmanlı’nın cihan hakimiyetine değişilmeyecek” bir vazife. Nâm-ı Celîl-i Muhammedî (sallallahu aleyhi ve sellem) insanlığın bugün her şeyden çok muhtaç olduğu şey. O’nu tanımayan insanlık, birbirine uzak durmayı, kin beslemeyi ve herkesi düşman bilmeyi vazife bildi kendine. Nasıl ki O, bizim yolumuzun aydınlanmasına vesile oldu bizim de gayretimiz yine Efendimiz’le insanlığa ışık tutmak olmalı. Belki de, dünyada Efendimizi tanıyamamış bir çok insan, bizim kendilerine el uzatmamızı bekliyor. Duyuyoruz niceleri var ki, O’nun biraz anlatılması karşısında “biz O’nu yanlış tanımış ve O’na hep önyargılarla bakmışız”, diyorlar. Dahası, hergün O’nun isminin karalanmaya çalışıldığı ve onu dünyaya yanlış tanıtmayı kendine yegane vazife edinenler karşısında vazifemizin gerekliliğini biraz daha iyi anlıyoruz.
 

Warning

Kullanıcı
Katılım
17 Eylül 2014
Mesajlar
1,547
Beğeni
5,232
Puanları
113
Yaş
42
Konum
istanbul
(Allah1 c.c) c.c. razı olsun ağabeyim eline yüreğine sağlık (Allah1 c.c) c.c. sağlık sıhhat nasip eylesin bilgilendirmeyi her daim yapasın inşaallah ellerinden öperim
 

komana

Ali Doğan Usta
Kullanıcı
Katılım
15 Eylül 2013
Mesajlar
3,052
Beğeni
9,713
Puanları
113
Yaş
56
Konum
Comana Pontica
Cümle Nebiler sana ümmet olmak dilediler
Hüvviyet bâbının miftahı sensin ya Resulullah

Salihbaba divânı.
Allah cc razı olsun
 
Üst Alt