''Hakikat çeşmesi'' | Sayfa 2 | Define işaretleri ve anlamları

''Hakikat çeşmesi''

BoZKurT

"R@m@z@N" ☪︎
Forum Düzeni
Katılım
22 Mart 2012
Mesajlar
9,746
Beğeni
17,853
Puanları
113
Konum
İstanbul
Cevap: ''Hakikat çeşmesi''

selamunaleykum,

güzel abim.
Allah c.c razı olsun inş.
rabbim ilmini arttırsın inş,Allah emeklerini zayi etmesin.
paylaştıgın her konudaki her harfe milyarlarca sevap ihsan etsin inş.

sevgiler saygılar
 

Lacivert24

Extra/Dini Konular
Admin
Katılım
20 Ocak 2013
Mesajlar
8,207
Beğeni
23,420
Puanları
113
Konum
Erzincan
Cevap: ''Hakikat çeşmesi''

selamunaleykum,

güzel abim.
Allah c.c razı olsun inş.
rabbim ilmini arttırsın inş,Allah emeklerini zayi etmesin.
paylaştıgın her konudaki her harfe milyarlarca sevap ihsan etsin inş.

sevgiler saygılar

Aleykümselam ve rahmetullahi ve berekatühü...
bozkurtum güzel insan yüce mevlam sizlerden de razı olsun...
şahsınızda tüm kardeşlerimize saygı ve sevgilerimi sunarım mevlam cümlenizi doğru itikat üzere sabit kılsın inşAllah...
 

Lacivert24

Extra/Dini Konular
Admin
Katılım
20 Ocak 2013
Mesajlar
8,207
Beğeni
23,420
Puanları
113
Konum
Erzincan
Cevap: ''Hakikat çeşmesi''

Basiret ve Firaset


Sözlüklerin; idrâk, fetânet, delil ve şâhit kelimeleriyle karşılamaya çalıştıkları basîret, kâmus ve ta'rifât kitaplarında: "Kalb gözünün açıklığı, idrâk genişliği, daha başlangıçta iken neticeyi görüp-sezme ve yarınları bugünle beraber değerlendirebilme melekesi" olarak tarif edilmiştir.

Gönül erlerinin muhâverelerinde basîret, bir başka derinlik ve ihâtaya ulaşır. Şöyle ki; o, tefekkür ve ilhâmın rehberliğinde biricik irfan kaynağı, eşyânın hakikatini kavramada rûhun ilk idrâk mertebesi; aklın, renk, şekil ve keyfiyetlere takılıp kaldığı noktalarda, rûhî değerleri görüp tesbit eden bir vicdânî şuur ve ilâhî tecellilerle nurlanıp Zât-ı Ulûhiyetin ünsiyeti ziyâsıyla sürmelenmiş öyle bir idrâktir ki, idrâklerin yalın ayak, baş açık hayâllerle yorulup bîtâp düştükleri vâdilerde o, delil ve şâhide ihtiyaç duymadan eşyânın perde arkası sırlarıyla halvet olur ve aklın şaşkın şaşkın dolaştığı yerlerde gider hakikatler hakikatine ulaşır.

Basar, Allah'ın nur-efşân bir sıfatıdır; her müstaidin basîreti de نَحْنُ قَسَمْنَا بَيْنَهُمْ "Aralarında taksimi yapan Biziz."[1] mîzânıyla bu ilâhî sıfattan hissesi ölçüsündedir. Böyle kaderî bir tecellide en büyük hisse ile, bu lâhûtî kaynaktan kana kana istifâde edip, sonra da rûhunun ilhâmlarını, arkasında saf bağlamış bendelerinin sînelerine boşaltma mazhariyetinin biricik sîmâsı, Hak tecellilerinin mücellâ âyinesi Hz. Muhammed (s.a.s.)'dir ve bu mevzuda O'nun eşi-menendi yoktur.قُلْ هَذِهِ سَبِيليِ أَدْعُوا إِلَى اللهِ عَلَى بَصِيرَةٍ أَنَا وَمَنِ اتَّبَعَنِي "De ki: İşte benim yolum! Ben Allah'a -körü körüne değil- basîret üzere davet ediyorum.. bana tâbi olanlar da öyle..."[2] beyânı, Nebîler Sultanı ve arkasındakilerin bu ilâhî mevhibe ve onun vâridâtından istifâdelerinin hususiyet ve azametine işâret etmektedir.

Bu ışıktan idrâk sayesindedir ki, miracın kutlu yolcusu, idrâksizler için hemen her zaman, anlaşılmaz bir "amâ" sanılan varlığın perde arkasını, bir solukta gezip gördü.. bir kitap gibi mütâlaa etti..iman rükünlerinin misâlî levhalarının sergilendiği gayb yamaçlarında dolaştı.. kader kalemlerinin yürekleri hoplatan nağmeleriyle ürperdi.. hûri-gılman teşrifatçılığına uğrayıp geçti.. "ne mekân var ânda, ne arz u semâ..." duygularının mûsikîleştiği noktada قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى "İki yay arası kadar, hatta daha da yakın..."[3] nefehâtiyle istikbâl edildi ve armağanlandırıldı...

Bazen basîretteki temâşâ zevki firâsetle ayrı bir derinliğe ulaşır ki, o zaman idrâk "te'vîlü'l-ehâdîs"e (eşyânın melekûtî yönlerine nüfuz ve hâdiselerin yorumuna) uyanır ve ruh, üç buudlu şu mekânda, birkaç buudu birden yaşamaya başlar. Derken vicdan, varlığın gören gözü, atan nabzı ve kavrayan aklı olur.

Sezme, anlama mânâlarına gelen firâset, idrâkin iz'ânlaşması ve basîretin daha da derinleşmesi demektir. Hak nurunun tecellisine açık firâsetli gözler, gölgelere aldanmayan öyle ay yüzlülerdir ki, basîretlerinin nuruyla en karanlık zeminde dahi her şeyi apaçık görür, iltibasları aşar, benzerliklere aslâ takılıp kalmaz.. cüz'iyyâtın esiri olmaz.. kamışın içinde şekeri, suyun ruhunda oksijen ve hidrojeni birden müşâhede ve idrâk eder ve gönlü hep "fark" ikliminde dolaşır.

İnsan sîmâsından kâinat çehresine kadar her nokta, her kelime, her satırإِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِلْمُتَوَسِّمِينَ"Elbette bunda basîret ve firâseti olanlar için ibretler vardır."[4] gölgesinde seyahat edenlere çok mânâlı birer lâfız, hatta birer kitaptır.اِتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ، فَإِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللهِ"Mü'minin firâsetinden korkun ve titreyin. Çünkü o, Allah'ın nuruyla nazar eder."[5] sırrıyla her tarafı görebilecek bir tarassut noktasına oturmuş bu yüksek kâmetler, eşyânın hakikatiyle temasa geçer, varlığın perde arkası itibarıyla gerçek çehresine muttali olur, her şeyin hakikî yüzünü kavrayıp ortaya koyarak hâdiselerin yüzlerine nur saçar.. ve ömrünü karadelikler etrafında geçirenlere rağmen hep firdevsî yamaçlarda zevkten zevke koşar dururlar.

Gözleri firâsetle açılıp-kapanan bir rûhun nazarında, varlık, yaprak yaprak bir kitap, canlı-cansız bütün eşyâ bin bir mânâ ile ışıldayan kelimeler, varlığın çehresi ve insanların sîmâları da aldatmayan birer beyân olur. Gönül erleri o kitabın tekvînî âyetlerinden, o âyetlerin nur-efşân cümlelerinden, her gözün göremediği, her kulağın işitemediği öyle şeyler duyar, öyle şeyler görürler ki, en muhteşem dimağlar dahi bunların tasavvurundan âciz kalır. Her mü'minin derecesine göre, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir insanın tasavvur edemeyeceği sürprizleri, onlar her lâhza burada duyar, sezer ve zevk ederler.
 

Lacivert24

Extra/Dini Konular
Admin
Katılım
20 Ocak 2013
Mesajlar
8,207
Beğeni
23,420
Puanları
113
Konum
Erzincan
Cevap: ''Hakikat çeşmesi''

İnsanların Yaptıkları Hile ve Oyunlara Aynen Karşılık Verebilir miyiz?

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

İsimlerinden de anlaşıldığı üzere, hile ve oyun, inanan kimselere yakışmayan çirkin şeylerdendir. Hak bir din, doğru bir yol ve nurlu kitap, hileyi ve oyunu şiddetle reddeder. Evet, en olgun insanlık mertebesine namzet, eşsiz rehberin müstesna cemaatı, namzet oldukları yerin yüceliği kadar, hile ve aldatmadan uzaktırlar..!

Hilenin, inanan insana yaraşmadığını, biraz da umûmîleştirerek, aşağıdaki şekliyle takdim etmek istiyoruz:

1. Hedefi hak olan bir cemaatın, hedefine ulaşmasının en mühim bir şartı, hak olan yol ve vesilelerden ayrılmamasıdır. Bâtıl bir hedefe, bâtıl bir yolla varılır veya varılmaz; bunun her zaman münakaşası yapılabilir. Ancak; bâtıl yol ve vesilelerle, hak olan hedefe varmak, ilahî prensipler açısından mümkün olmadığında şüphe yoktur. Ne acıdır ki, günümüzde, doğruyu ve doğruluğu temsil ediyor gibi görünen pek-çok zümreler, kendilerine bir menfaat getireceği mülahazasıyla, gayr-i meşru vesilelere baş vurmakta ve hattâ bu davranışı, hasımlarına karşı muvaffakiyetin tek yolu olarak görmektedirler.

Temelden sakat ve gayr-i insanî olan bu faydacılık felsefesi, gönülden Hakk'a dübeşte olmuş insanların tertemiz atmosferlerinden fersah fersah uzaktır.

2. Hile, oyun birer kötü haslet ve kötülükleri de sürekli ve herkes içindir. Kimden kime, ne zaman ve hangi şartlar altında yapılırsa yapılsın bunlar daima kötüdürler. Yoksa, belli zamanlarda iyi, belli zamanlarda kötü; belli şahıslara karşı iyi, belli şahıslara karşı kötüdür şeklinde izafî olarak mütâlâa edilmemelidirler.

Bu itibarla, kim kime, ne zaman bir hile ve oyun yaparsa, mutlaka ona fenalık yapmış olur. İsterse, yaptığı şeyin aynısına aynı şahıs tarafından, daha önce kendisi de maruz kalmış bulunsun. Zira, başkalarının, bize karşı yaptıkları fenalıklar, hiçbir zaman aynı fenalıkları onlara karşı yapmamıza, meşru sebep sayılamazlar ve sayılmamalıdırlar.

Evet, kötülüğün türlü türlüsüne de maruz kalınsa, aynı kötülüklerle karşılık vermeye müsaade edilmemektedir. 'Sizi Mescid-i Haramdan menettiler diye bir cemaata karşı beslediğiniz kin, sakın sizi tecavüze götürmesin. İyilik etmek ve fenalıktan sakınmak hususunda birbirinizle yardımlaşınız.' (Kur'an-ı Kerim)

Açıktan açığa onlarla karşılaşma ve muharebe hâli bahsimizden hariçtir.

3. Ticâretin esası doğruluk ve emniyettir. Hile ve iş oyunları ise, bu iki hususu da temelinden sarsar. Hile ve aldatmaya tevessül eden insan, ticarî hayatında, emniyet ve itimat edilmez bir insan olarak tanınır. Bu ise inanan bir insan için, oldukça haysiyet kırıcı bir husustur. Bir de buna, 'Aldatan bizden değildir' şeklinde yapılan tehditler ilave edilecek olursa, aldatmanın tamamen, aldatanın aleyhinde cereyan ettiği ortaya çıkar.

4. Hile ve iş oyunlarında, zahiren ve geçici olarak bir kısım kazançlar melhuz olsa bile, karşı tarafın, bu oyun ve aldatmaları sezeceği ana kadar devam eder. Böyle bir şeyin, onların nazarında uzun zaman gizli kalamayacağı düşünülecek olursa, kısa bir süre sonra, aldatılanların yapacağı tahribât, tamir edilemeyecek şekilde korkunç olacaktır. Belki de hile yoluyla kazanılan şeylerin bir kaç katı, böyle bir tahriple yok olup gidecektir. Üstelik, aldatanın haysiyetini de önüne katıp beraber götürecektir.

5. İnanan insanın hile ve iş oyununda bulunması, aynı kesimde bulunan bütün inançlıların, hilekâr ve aldatıcı olabilecekleri hissini uyaracaktır ki, böyle bir şey bütün mü'minlere karşı işlenmiş bir hıyanet ve cinayet sayılacaktır. Zira, bu türlü bir hareket, bütün inançsızları, imana ve imanlıya saldırtacağı gibi, bütün mü'minleri de mahcup ve perişan edecektir.

Bütün bunlardan sonra; tafsilatını bir başka zamana bırakarak; zaruretler muvacehesinde ve belli ölçüler içinde ve harplerde düşmanlara karşı hile yapmanın gerekli olduğunu da kaydederek mevzuu bağlamış olalım.
 

Kafkaslı

Vip Üye
Katılım
3 Nisan 2013
Mesajlar
1,135
Beğeni
3,711
Puanları
113
Cevap: ''Hakikat çeşmesi''

esselamünaleykum
can kardeşim senin bu işi en güzel şekilde icra edeceğine canı gönülden innanmıştım ve yanılmadığı anladım

allah iki cihanda yolunu açık eder inşallah


Ayrıca, her inanan insan, yüce hedefine doğru giderken, yürüyeceği yolun ve kullanacağı vesilelerin de hak olması lazımdır. Zira, batıl yol ve vesilelerle hak hedefe ulaşılamaz
 

Lacivert24

Extra/Dini Konular
Admin
Katılım
20 Ocak 2013
Mesajlar
8,207
Beğeni
23,420
Puanları
113
Konum
Erzincan
Cevap: ''Hakikat çeşmesi''

esselamünaleykum
can kardeşim senin bu işi en güzel şekilde icra edeceğine canı gönülden innanmıştım ve yanılmadığı anladım

allah iki cihanda yolunu açık eder inşallah


Ayrıca, her inanan insan, yüce hedefine doğru giderken, yürüyeceği yolun ve kullanacağı vesilelerin de hak olması lazımdır. Zira, batıl yol ve vesilelerle hak hedefe ulaşılamaz

Aleykümselam ve rahmetullahi ve berekatühü
ALLAH cc. razı olsun hocam sizler gibi değerli dostlarımızın dua ve himmetleri mevlanın lutuf ve inayeti olmasaydı tek cümle edecek halimizmi vardı yüce mevlam siz kıymetli dostlarımızın dostluğunu ebedi dostum dediği kullarından yolumuzu nurevşan eylesin inşAllah saygı sevgi ve muhabbetlerimle...
 

Lacivert24

Extra/Dini Konular
Admin
Katılım
20 Ocak 2013
Mesajlar
8,207
Beğeni
23,420
Puanları
113
Konum
Erzincan
Cevap: ''Hakikat çeşmesi''

Son Derece Basit, Küçük ve Zayıf Bir İradeye Mukabil, Sonsuz Bir Cennet veya Cehennem'in Verilmesi Nasıl İzah Edilebilir?

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Aslında bizler Cennet gibi gelecekle ilgili lütf-u ilâhîye nail olmayı değil, daha çok, başımızdan aşağı sağanak sağanak dökülen nimetlerin şükrünü nasıl eda edebiliriz diye düşünmeliyiz. Karşılıksız ve peşin verilen nimetlerin şükrünü yaptığımız kullukla eda etmemiz asla mümkün değildir. Dünya hayatında bir gün yaşamak için bir gün çalışırız; altı ay yaşamak için altı ay çalışırız ve "Keşke altı ay çalışıp, bir sene yaşasaydım." der ve iki günlük hayat için bir günümüzü seve seve vermeye razı oluruz. Gerçek bu iken, dünya nimetleriyle asla kıyaslanamayacak kadar muhteşemlerden muhteşem Cennet'i kazanmak için, çoğu uyku, çocukluk ve dünyalık çalışmalarla geçen kısacık hayat nasıl yeterli olabilir? Bir de bu kazançta insanın yaptığı sadece düğmeye dokunmak ve parmağını uzatmak kadar ehemmiyetsiz bir fiil olursa?.. Ya, bu kadar basit bir meyil ve niyetle ebedî Cehennem'e nasıl müstahak olur insan? Şimdi meseleye birkaç cihetle ışık tutmaya çalışalım:

a. Niyet Yönünden

Ebedî Cennet, ebedî nimetler ve ebedî Cemalullah... Bütün bunlar, şu fâni, kısacık hayatımızın neticesi olamaz ve bizim maddî yönümüz de ebediyeti kat'iyen kucaklayamaz. Fakat, 'ebedî iman niyeti'dir ki, bizi ebediyete sahip kılabilir. Elhamdülillah, Rabbimiz'e iman ediyoruz; bu imanda sebata ve sadakate kararlıyız. İrade düğmemizi bu istikamette kullandık ve yine irademizle bu ebedî imana niyet yönünden sahip olacağız. Rabbimiz'in kalbimizde bir meş'ale hâlinde yakıp tutuşturduğu bu hidayet yoluna da yine bizzat O'nun tarafından sevk olunmuş bulunuyoruz. Yetmiş yıl yaşayacaksak eğer, yetmiş yıl imanlı olmaya niyetliyiz; Rabbimiz yetmiş değil, yüz yetmiş yıl ömür verse, hatta bin yetmiş yıl ömür verse, yine dönmeyecek ve imanımızda sadakatle sebat edeceğiz. Yaşadığımız müddetçe, hatta ebediyen dünyada kalsaydık, yine imanımızdan dönmeyecek ve ebedî olarak Allah'a (celle celâluhu) inanacaktık.

İşte, Cennet ve Cehennem'e girmekte asıl olan da bu niyettir. Zaten, Allah'ın Resûlü de (sallallâhu aleyhi ve sellem) "Ameller niyetlere göredir."[1] buyurmuyor mu? Herkes, niyetinin karşılığını görecektir. Niyetimiz ebedî iman çizgisinde kalmaksa, mükâfatımız da ona göre olacaktır. Ceza ve mükâfat, amelin cinsine göredir; ebedî imana ve ebedî iman niyetine ebedî Cennet. Bunun tam karşısında ebedî küfre ve ebedî küfür niyetine de ebedî Cehennem. Allah (celle celâluhu) suretlerimize, şeklimize ve şu fâni dünyada maddemizle ne kadar süre kaldığımıza değil, taşıdığımız niyete, sahip olduğumuz azme, kalbimizdeki imana, bu imandaki devamlılık niyet ve düşüncemize bakar.

Evet, niyet, yaşanan kısacık ömürde, imandaki sadakat ve sebat düşüncesiyle, yaşanmasa da, yaşanmış gibi ebedlere kadar zamanları aydınlatan bir ışıktır. Buna karşılık, her şeyi karanlık gören, karanlık niyetli kâfirin de ebedî hayatı, Cehennem mânâsına kapkaradır. Çünkü kâfir, ebedî iman nurunu yakmamak, daha doğru bir deyişle, irade düğmesini Allah'ın (celle celâluhu) kalb sarayının iman avizelerini yakmasına vesile kılmamak inat ve ısrarı içindedir ve milyonlarca yıl da yaşasa, bu inat, bu ısrarında devam edecek ve bir defa olsun o düğmeyi aydınlık yolunda kullanmak istemeyecektir. Böylece de kalbini, dünyasını ve ebedî hayatını karartan kara niyetinin kurbanı olacaktır.

Ebede uzansın niyetleriniz, ebede uzansın da, ebedler size bağrını açsın. Has niyetle geçen her saniyeniz, mukabele sırrıyla binlere ulaşsın...

b. Cezada takdir, suçun ağırlığına ve işlenmesindeki kasıt, niyet ve neticeye bakar; işlenme süresine değil

Dünyada 5 dakika süren bir adam öldürme suçuna ceza olarak bazen 25 yıl, yani yaklaşık 13 milyon dakika, bazen müebbet hapis, hatta bazen de idam veriliyor ve hiçbir zaman bu cinayetin ne kadar sürede işlendiği hesaba katılmıyor; belki, suçun ağırlığına, suçu işlemekteki kasıt, niyet ve neticeye bakılıyor. Küfür ve inkârın sırtında taşıdığı cinayetler, bir insanı öldürmekten çok daha fazla, çok daha ağırdır. Kâinatın Yaratıcısı'nın varlığına zerreler, hücreler, melekler, yağmur damlaları, atomlar ve moleküller adedince.. kısaca, sayılamayacak kadar çok şahitler vardır ve küfür, bu kadar şahidin şehadetini bir anda yok saymak demek olduğu gibi, bütün kâinatı karanlığa mahkûm etmek ve aynı zamanda bu kadar şahide âdeta yalancılık ithamında bulunmak demektir. Hem küfür, Yüce Sanatkâr'ı tahkir, onun kâinattaki nakışlarını tezyif ve sayısız delillerini tekziple, kâinatın zerreleri adedince büyük bir cinayet sayılır. Dahası, hayatlarında yalanın mümkün olmadığı binlerce peygamberi, milyonlarca evliyâyı ve en önemli hususiyetleri sıdk olan milyarlarca mü'mini inkârdır, yalanlamaktır. Böyle bir suçun cezası da, herhâlde kendi cinsinden, dolayısıyla da ebedî Cehennem olması gerekir.

c. Cüz'î irade gerçekten küçüktür ama, neticesi pek büyük olup, Allah (celle celâluhu) da cezayı neticeye göre verir

Bir düğmeye basmakla bir anda milyonlarca lambayı söndürüp, çok büyük bir memleketi karanlıklar içinde bırakabilirsiniz. Veya bir davranışınızla -Birinci Cihan Harbi'nde olduğu gibi- milyonlarca insanın ölümüne, milyonlarca ailenin yıkılmasına, şehirlerin yerle bir olmasına, asırlık emeklerin bâd-i heva gitmesine ve dünya çapında pek büyük değişikliklere sebep olabilirsiniz. Aynı şekilde, bir kibritle koca bir ormanı yakabilir veya bir tuğlasını çekmekle büyük bir sarayı yerle bir edebilirsiniz. Küfür, tahrip demektir ve tahrip ise pek kolay ve netice itibarıyla pek şümullü, pek şedittir.

İşte, kâfir iradesini küfür istikametinde kullanmakla, neticesi böyle pek büyük bir tahribata sebep olduğu içindir ki, ebedî Cehennem'i hak eder. Buna karşılık mü'min, irade düğmesini müspet yöne çevirmekle hem dünyasını, hem de ahiretini aydınlatır.

d. Hadsiz nimetlerin sahibine sırtını çeviren insan, elbette tokatlar yemeye müstahaktır

Allah'ın (celle celâluhu) sonsuz azamet ve kudretini gösteren ve varlık adına sonsuz ağırlığı ve kıymeti bulunan o hadsiz nimetlerin sahibine sırtını çeviren.. sonra, vicdan gibi, Allah'ın (celle celâluhu) varlığının sessiz şahidi bir kitabı dürüp kapatarak akıl, şuur ve ebede âşık his ve duygularını öldüren.. ayrıca, kâinat kitabını Kur'ân'la dile getirerek, saadet yolunu gösteren nebiye gözlerini kapayan ve kalbinin kapısını sürmeleyen bir insan, kâinat çapındaki bu ağırlığa hüviyeti pek zayıf olan iradesini alet etmek; yaratmada ve icrada hiçbir ağırlığı olmayan birtakım hayalî ve itibarî şeylerin tüy kadarcık ağırlığını, tercihte kullanıp, nefsinin ve şeytanın iğvalarına kapılmakla, elbette kâinat ağırlığında tokatlar yemeğe müstahak olacaktır.

e. Emanete ihanetin cezası, emanetin ve sahibinin değeriyle doğru orantılı olarak verilir

Bir pencere camını kıran çocuğa verilecek ceza ile sultanın kristal tacını suiistimalle ziyan eden bir yaverin cezası bir olmaz. Yine, bir askerle bir ordu komutanına, rütbelerine uygun sermaye verilse ve her ikisi de gidip bu sermayeyi çarşı-pazarda çarçur etseler, elbette ki komutan Divan-ı Harp'te mahkeme edilecek ve askere verilecek cezanın çok üstünde bir cezaya çarptırılacaktır. Ve yine, ömrünü dağlarda koyunlarının arkasında geçiren bir çobanla, hayatını büyük keşiflerle geçiren bir ilim adamına durumlarına ve vazifelerine göre sermaye verilse ve ilim adamı o sermayeyi tıpkı çoban gibi koyunların bakımı ve yemi için harcasa, herhâlde çobana nazaran çok daha başka şekilde cezalandırılacaktır.

Misallerimizde olduğu gibi, dünya hayatında hayvanlara verilen ömür sermayesi ve daha başka sermaye ve nimetler, kendi çapları ve fonksiyonlarına göre tayin ve tespit edilmiş olup, onlar da bu sermayeyi hiç suiistimal etmeden kullanmaktadır. Evet, bu sermayeleri kimi yük taşımada, kimi et ve süt vermede, kimi de daha başka vazifelerde kullanır. Hâlbuki insan, ne bir hayvandır, ne de sermayesi hayvanlara verilen gibidir; bir insan eli, bin örümcek elinden, bir insan parmağı bin serçenin kanadından kıymetlidir. İnsan, kendisine verilen onca kıymetteki sermayeyi, vicdan, akıl, şuur, idrak, düşünce, muhâkeme, binlerce his, duygu ve kabiliyet gibi nimetleri suiistimal ettiğinde, elbette cezası da aynı ölçüde olmak gerektir. Hele, Allah'ın (celle celâluhu) mârifeti, saygı ve muhabbeti ile dolup doyması ve başkasına karşı sürmelenmesi gereken has tecellîler yurdu kalb, nefse ezdirilecek olursa, bu takdirde o kalbin sahibi elbette, yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem için taştan bir yakıt olma seviyesine düşecektir. Öyleyse, iradeyi yerinde kullanıp, kalbi Kalbin Sahibi'ne has kılarak, O'na kalb-i selîmle gitmelidir.
 

Lacivert24

Extra/Dini Konular
Admin
Katılım
20 Ocak 2013
Mesajlar
8,207
Beğeni
23,420
Puanları
113
Konum
Erzincan
Cevap: ''Hakikat çeşmesi''

Ülfet Nedir ve Menfî Tesirleri Nelerden İbarettir?

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Ülfet; alışıklık, dostluk, muhabbet karşılığı bir kelimedir. Burada kastedilen mânâ ise, az çok bunlarla alâkası bulunmakla beraber, daha geniş ve daha şümûllüdür.

İnsanın eşya ve hâdiselerle münasebeti, böyle bir münasebetten hâsıl olan mânâlar ve bu mânâların vicdan derûnunda bırakacağı akisler, esintiler ve daha sonra insanın davranışlarında beliren farklılıklar.. bir düzine vak'alardır ki, birbirini netice veren bütün bu şeinlerle, ruh canlı, dinamik ve duyarlı kalır.

Evet, varlığın güzellik ve cazibesine karşı insanın duyacağı hayranlık, kezâ bir saat gibi işleyen umumî nizama karşı onun içinde uyanan merak ve tecessüs, keşfettiği her yeni şeyle vasıl olduğu irfan ve daha derinlere inme arzusu; nihayet bu bilgi parçacıklarını bir araya getirerek derli toplu düşünmeye ulaşması, onu her hâdise karşısında duyarlılığa, zihnî cevvâliyete, ruhî faâliyete ve daima uyanık bulunmaya sevk eder.

Aksine, etrafındaki bin bir güzellik cümbüşünü duyup görmemesi ve birbiriyle uyum içinde olan kombinezonlar karşısında hissiz ve alâkasız kalması; gördüğü şeylerin sebep ve hikmetlerine inememesi; gördüğü şeyleri görüp geçmesi; ruhunda bir türlü irfana erememesi, onun duygusuzluğunun, ruhî ölgünlüğünün ve gözleri kapalı yaşamasının ifadesidir ki; böylelerine, ne kâinatın esrarlı kitabı, ne de her gün gözleri önünde enfüsün yaprak yaprak açılması hiçbir şey anlatamayacaktır. "Üzerine uğrayıp geçtikleri nice mucize (ve hârikalar) vardır ki, ondan yüz çevirip durmuşlardır."[1] Yararlanamamışlardır olup bitenlerden; ibret alamamışlardır doğup batanlardan!..

Etrafında olup bitenleri sezen bir insanın, varlığa karşı duyduğu hayranlık ve tecessüs, onun için, önü sonu olmayan nâmütenahî denizlere açılma gibidir. Bu seyahatin her merhalesinde kendisine esrarlı sarayların altın anahtarları verilir. Dupduru gönlüyle, kanatlanan duygularıyla, terkipçi zihniyle, ilham esintilerine hazır ruhuyla teveccüh edip yürüdükçe ve emip hazmettiği şeyleri vicdanına duyurdukça "her taraf bağ-ı irem" olan düşünce dünyasında cennet bağları serpilip gelişmeye başlar.

Bu ruh ve bu anlayışa eremeyenler ise, etraflarını çepeçevre saran alışkanlıklar çeperinden bir türlü dışarıya çıkamadıkları için, eşya ve hâdiselerin monotonluğundan şikâyet eder dururlar. Bunların nazarında her şey kaos, her şey karanlık ve mânâsızdır. "Her mûcizeyi de görseler yine ona inanmazlar."[2] Dimağlarında zincir, ruhlarında bukağı ve "Kalblerine mühür vurulmuştur, anlamazlar."[3] Böylelerinden hiçbir hayır ve semere beklenemez, bunlardan bir şeyler ümit etmek beyhûdedir.

Bir de bilip duyduktan, görüp anladıktan veya öyle olduğunu zannettikten sonra, alışkanlığa dönüp gömülme vardır ki; her hâlde sualle öğrenilmek istenen de budur. Yani, bir parça görüp bildikten, az buçuk inanıp irfana erdikten sonra, değişen dünyâlar, yenileşen güzellikler; derinleşmeyi, buûtlaşmayı gerektirdiği hâlde alâka ve duyarlılığını yitirip hiçbir şeyden ders almama vardır ki, maâzallâh, bu hâl insan için bir sukut ve duygularının ölümü demektir.

Böyle bir duruma dûçar olan, eğer tez elden gözünün çapaklarını silip, eşyadaki hikmet inceliklerini anlamaya koşmaz ve koşturulmazsa; kulağını açıp mele-i a'lâ'dan gelen ilâhî mesajları dinleyip anlamaya koyulmazsa, içten içe yanıp karbonlaşması ve devrilip gitmesi mukadderdir.

Bunun içindir ki, kâinatın nâzımı Yüce Yaratıcı, dâima değişik ses ve soluklarla ders ve ikazlarda bulunup, hep yeni yeni, açık dilli ve açık mûcizeli sâfî mürşitler göndererek, ezelî nutkunu tekrar ettirip gönüllere fer, bakışlara da aydınlık getirmiştir. Ve, yine onun içindir ki, insanların alışkanlık peydâ ettikleri şeylere karşı, daima onların vicdanlarını uyarmış ve aklın eline verdiği tabloların tekrar tekrar gözden geçirilmesini istemiştir.

Evet, O kitabında, insanoğlunun yaratılıp yeryüzüne yayılması; bir hayat arkadaşıyla huzur ve itminana kavuşması; göklerin ve yerin hilkatindeki azamet ve ihtişâmı; dillerin; lehçelerin ihtilâfı gibi düşünmeyi gerektiren hususları, gece ve gündüz deverânının getirdiklerini, şimşek ve yağmurla gelen rahmet gibi şeyleri, değişik ifadelerle o kadar çok zikretmiştir ki, düşünen, bilen, duyan ve aklını kullananlar için, hiçbir alışkanlık ve ülfete mahâl bırakmamıştır. "O'nun âyetlerinden (kudretinin mucizelerinden) biri de, sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra siz yeryüzüne yayılan insanlar oluverdiniz. O'nun âyetlerinden biri de, kendileriyle kaynaşıp itminana ermeniz için size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum, için ibretler vardır. O'nun âyetlerinden biri de göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için ibretler vardır. O'nun âyetlerinden biri de geceleyin uyumanız ve gündüzleri O'nun lütfundan rızık ve nasibinizi aramanızdır. Şüphesiz bunda işiten bir toplum için ibretler vardır. O'nun âyetlerinden biri de, size korku ve ümit dolu şimşeği göstermesi, gökten su indirip öldükten sonra onunla yeri diriltmesidir. Şüphesiz bunda aklını kullanan bir kavim için ibretler vardır."[4] Semavî beyan, daha yüzlerce ikaz ve irşatlarıyla, yanından geçip yüzünü göremediğimiz, binlerce hârika ve mucizeye dikkatimizi çekerek, ülfeti dağıtmaktadır. Ama yine de her biri bir bülbül gibi şakıyan hâdiseleri görüp hissedemezler.

"O mâhiler ki, derya icredür, deryayı bilmezler." (Hayalî)[5]

Bundan başka bir de, düşünce ve tasavvurdaki ülfetin, insanın davranışlarına, ibadetlerine aksetmesi vardır ki, ferdin aşk, vecd ve heyecânının ölümü demektir. Bu duruma düşen fertte, ibadet aşkı, mes'uliyet duygusu, mâsiyetten nefret, günahlarına ağlama gibi şeyler bütün bütün zâil olur gider. Bundan böyle onu eski hâline ircâ da, oldukça zordur. Çok temiz soluklar, dupduru hatırlatmalar gerektir ki, o, yeniden kendini bulsun; etrafını görsün ve gönlüne inip çıkana nigehbân olsun.

İnsanoğlunda, yepyeni bir ruh mayalamak için gelen her yeni nefes, ona bu mânâyı fısıldamıştır. Evet, insanlık için eskime ve kadavralaşma mukadderdir; ama, kendini yenilemek de imkânsız değildir. Elverir ki katılaşmasına karşı ruhuna neşter çalan ele saygılı olunsun. "Hâlâ insanlar için vakit gelmedi mi ki, kalbleri Allah'ın (celle celâluhu) zikrine ve inen hakikate saygılı olup da, bundan önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun bir zaman geçmesiyle kalbleri katılaşmış ve çoğu da yoldan çıkmış kimseler gibi olmasınlar."[6]

Hulâsa olarak diyebiliriz ki, ülfet, insanoğluna musallat büyük bir musîbettir. Ve çokları da, bu musibete giriftâr olmaktadır. Bu duruma düşen kimse, etrafında olup biten şeylere karşı gâfil; kâinat kitabındaki güzelliklere karşı kör ve hâdiselerin hak söyleyen dillerine karşı sağırdır. Bu itibarla da, inancında sığ ve yetersiz, ibadetinde aşksız ve vecdsiz, beşerî muamelelerinde de muhasebesiz ve haksızdır. Onun bu durumdan kurtarılması, kuvvetli bir inâyet elinin uzanmasına; kulağını işitir, gözünü görür kılmasına vâbestedir.

Bunun için de, ülfete düşenlere âfakî ve enfüsî sağlam bir tefekkür imkanı sağlanması; ölüm ve âhirete ait levhaların düşündürülmesi; çeşitli müesseselerin gezdirilip gösterilmesi; dinî ve içtimâî bir kısım faaliyetlerde bulunmalarının teşvik edilmesi... ayrıca mâzînin altın sayfaları sık sık mütalâa ettirilerek şanlı geçmişlerimizin nazara verilmesi; düşünce ufku aydın, vecd ve heyecan insanlarıyla karşılaştırılmaları gibi vesilelerle böylelerinin kendilerini yenilemelerine zemin hazırlanmalıdır.

Kısaca arz edilen bu altı husus gibi, yapılacak ve söylenecek başka hususlar da olabilir; ancak biz, bir fikir verebildiğimiz kanaatiyle bu kadarını kâfî görüyoruz.

Kalblerin anahtarı elinde olanın, ülfetimizi gidermesi dileğiyle...


Âfakî Dış dünyaya ait
Cevvaliyet:Canlılık
Enfüsî:İnsanın iç dünyasına ait
Giriftâr olmak:Tutulmak, yakalanmak
Hilkat:Yaratılış
Kombinezon:Tertip, düzenleme, tedbir
Mele-i a'lâ:Yüce topluluk
Ülfet:Alışma, kanıksama
Vecd:Coşku, İlâhi aşkın insan benliğini bütünüyle sarması

[1] Yûsuf sûresi, 12/105
[2] En'âm sûresi, 6/25; A'râf sûresi, 7/146
[3] Tevbe sûresi, 9/87
[4] Rûm sûresi, 30/20-24
[5] Banarlı, N. Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, 1/574.
[6] Hadîd sûresi, 57/16
 

Lacivert24

Extra/Dini Konular
Admin
Katılım
20 Ocak 2013
Mesajlar
8,207
Beğeni
23,420
Puanları
113
Konum
Erzincan
Cevap: ''Hakikat çeşmesi''

İlhadın Bu Kadar Ön Almasının Sebebi Nedir?

İlhad, netice itibarıyla inkâr olduğundan, yayılıp gelişmesi daha çok gönül dünyasının yıkılmasıyla alâkalıdır. Tabiî, başka sebeplerin mevcûdiyetinden de bahsedilebilir.

İlhad: Düşüncede, inkâr, Allah kabul etmeme ve bir ateizm; tasavvurda, sınırsız hürriyet ve alabildiğine serâzât olma hâleti; amel ve davranışlarda ise, bir ibâhiye (yasak tanımama ve aklına estiği gibi yaşama) keyfiyetidir.

Düşüncede ilhad, nesillerin ihmali, ilim ve ilim yuvalarının sû-i istimâli neticesinde serpilip geliştiği gibi, daha sonra arz edeceğim bir kısım hususlardan destek alarak da, hız kazanmakta ve yaygınlaşmaktadır.

Bir toplum içinde ilhadın ilk yeşerdiği vasat, serpilip geliştiği atmosfer, cehâlet ve kalbsizliğin hâkim olduğu atmosferdir. Kalbi ve ruhu beslenemeyen kitleler er geç ilhadın pençesine düşerler ve Hak yardımı olmazsa bir daha da kurtulmaları imkânsız gibidir... Bir millet, kendini meydana getiren fertlere, öğretilmesi ve inandırılması gerekli olan şeylerin, öğretilmesi ve inandırılması uğrunda, lüzumu derecesinde hassasiyet göstermezse, bilgisizlikten askıya alınan o fertler, kendilerine telkin edilecek her şeyi kabule hazır hâle gelmiş ve dolayısıyla da ilhada itilmiş olurlar.

İlhad; evvelâ, inanç esaslarına karşı alâkasızlık, umursamazlık şeklinde belirir. İçinde biraz da fikir ve düşünce serbestiyeti gamzeden bu tavır, ilhad ve inkâra destek olabilecek küçük bir emâre bulunca, hemen büyüyüp dal-budak salmaya başlar. İnkârın; ciddî, kayda değer ve ilmî hiçbir sebebi yoktur. Bazen bir ihmal, bazen bir gaflet, bazen de bir yanlış değerlendirme onu doğurabilir.

Günümüzde, bu hususların hemen hepsiyle helâk olmuş pek çok kimse vardır. Ancak, bunlar arasında, ehemmiyet derecesine göre baş sırayı alacakların tesiri, tahribi daha büyük olduğundan, biz de sadece onların üzerinde durmak istiyoruz.

Şunu da hemen arz edeyim ki, burada ilhad ve inkârın izâlesi ve bu hususta gerekli olan delillerin ortaya konması mevkiinde bulunmadığımızdan okuyucu bizden, mücelletlerle ifade edilebilecek şeyleri istememelidir. Aslında, soru-cevap sütunlarında, çok yüklü sayılan böyle derin bir mevzuun, tahlil edilemeyeceği de her hâlde takdir buyurulur. Kaldı ki, o hususta meydana getirilen şaheserler varken, yazılacak şeyler olsa olsa onların tekrarı olacaktır.

Sadede dönelim; günümüzde, her biri, ilâhî birer mektup olan eşya ve her biri kudret kaleminden çıkmış hâdiseler; tabir-i diğerle, tabiat ve onun kanunları, ilhada "meşcerelik" gibi gösterilmekte ve nesiller iğfal edilmektedir. Oysaki, şarkta ve garpta elli bin defa yazılıp çizildiği gibi tabiat kanunları, âhenkle işleyen bir mekanizma, istihsâli fevkalâde bol bir fabrika ise, bu âhenk ve ıttıradı; bu düzen ve istihsal gücünü nereden almıştır? Bir şiir gibi akıcı, bir mûsıki gibi ruhları okşayan tabiatın, bu ses ve soluğunu kendine ve rastlantılara vermek mümkün müdür?

Tabiat, zannedildiği gibi, inşa edici bir güce sahipse, kendinin nasıl varolduğunu, bu gücü nereden elde ettiğini izah edebilir miyiz? Yoksa "Kendi kendini yarattı?" mı diyeceğiz! Bu ne korkunç mugalâta, ne inanılmaz yalandır!..

Bu hilâf-ı vâkinin içyüzü şudur: "Ağaç, ağacı yarattı; dağ, dağı; sema, semayı..." Böyle bir mantıksızlığa "evet" diyecek bir fert çıkacağını zannetmiyorum. Ve şayet "tabiat" denilince, doğrudan doğruya "şeriat-ı fıtriye"deki kanunlar kastediliyorsa, bu da ayrı bir aldatmacadır. Zira kanun -eskilerin ifadesiyle- bir ârazdır. Âraz, cevherin varlığıyla var ve onunla kâimdir. Yani, bir mürekkebin, bir organizmanın heyet-i umumiyesini, onu tamamlayan bütün parçaları, bir arada düşünmeden, onlarla alâkalı kanun mefhumunu tasavvur etmek mümkün değildir. Başka bir ifade ile, kanunlar varlıklarla kaimdirler. Neşv ü nemâ kanunu bir tohum ve çekirdekle; cazibe kanunu, kütleler arasındaki değişik münasebetler veya hayyizle kâimdir. Bunları çoğaltmak mümkündür. O hâlde, varlıkları düşünmeden kanunları düşünmek ve hele, o kanunları varlığa menşe ve esas saymak tamamen bir hokkabazlık ve diyalektiktir. Sebeplerin varlığa esas ve kâide olması da, bundan daha az garip değildir. Doğrusu, bin bir hikmet ve incelikleri ihtiva eden şu âlemi, hiçbir ilmî kıymeti olmayan sebepler ve rastlantılarla izaha kalkışmak, oldukça gülünç ve gülünç olduğu kadar da ilimlerin butlânını iddia gibi bir tenakuz ve hezeyandır.

Müller'in denemeleri, sebeplerin yetersizliği ve tesadüflerin aczini ilân ederken, ilimler konuşmuş ve ilim hükmünü vermişti. "Sovyetler Birliği Kimya Enstitüsü", Oparin başkanlığındaki 22 senelik çalışmasıyla, kimyevî kanunların ve kimyevî reaksiyonların varlığa ışık tutmaktan çok uzak bulunduğunu da -yine ilimler ve ilim adamları- söylüyordu.

Bugün yıllarca ilim mahfillerinde tecrübevî (pozitif) bir hakikat gibi tedris edilen "evolüsyon ve transformizm", yeni ilmî buluşlar ve genetikle alâkalı gelişmeler karşısında, artık fantezi birer nazariye hâline gelerek tarihe malzeme olmadan başka hiçbir kıymet-i ilmiyeleri kalmamıştır. Ne acıdır ki, bu yetersiz ve mevsimlik vâhî meseleler hâlâ tamamen muallâkta olan, kültürsüz, mesnetsiz ve kaidesiz zavallı neslimizin ilhadını netice vermektedir.

Bereket versin ki, diğer yanda buna muhâzî olarak, duygu ve düşüncelerimizdeki zedelenmeleri giderecek, kalbî ve ruhî yaralarımızı tedavi edecek bir kısım eserler de, piyasaya sürülmeye başlamıştır. Ve artık bugün, tabiat ve sebepleri hakiki yüzleriyle aydınlığa kavuşturan kitapların, doğu ve batı dilleriyle yazılmış yüzlercesine hemen her yerde rastlamak mümkündür. Kendi dünyamızda yazılanları bir mizaç inhirafı olarak yadırgasak bile, "Niçin Allah'a İnanıyoruz?" gibi kitapları dünya efkârına arz eden yüze yakın batılı kalem, hiç olmazsa bu türlü müstağripleri düşündürmelidir!..

İlmî muhit ve atmosferin bu kadar aydınlığa kavuşmasından sonra, ilhadın bir mizaç inhirafı, bir inat ve peşin kararlılık ve biraz da çocuk ruhluluk olduğunu söylersek, mübalâğa etmiş olmayız. Ne var ki gençliğimiz, henüz kendini idrak edemediği, ruh dünyasıyla bütünleşemediği için; yukarıda işaret ettiğimiz, bir kısım müzelik ve tamamen fantezi düşünceleri, ilmî gerçekler zannederek aldanmadan da bütün bütün kurtulmuş sayılmaz.

Bunun içindir ki, günümüzde artık doğruyu öğrenme ve öğretme seferberliği her türlü mükellefiyet ve vecibelerin üstünde bir ağırlık kazanmıştır. Bu yüce vazifenin görülmeyişi ise, toplumda telâfisi imkânsız uçurumlar meydana getirecektir ve getirmiştir de. Belki de, yıllar yılı gerçek ızdırabımızın asıl sebebi de budur. Bizler kalb ve kafa izdivacına yükselmiş, kendi içinde derinleşmiş; öğretme aşkıyla yanıp tutuşan muzdarip mürşitlerden mahrum bir kısım talihsizleriz. Ümit ederiz ki, gerçeğin öğreticileri, bu köklü ve beşerî vazifeyi yüklensinler ve bizi asırlık ızdıraplarımızdan kurtarsınlar!

İşte o zaman nesiller düşünce ve tasavvurda istikrara kavuşacak, yanlış düşüncelere kapılmaktan, sarkaç gibi, sağa-sola gidip gelmelerden ve sık sık yer değiştirmelerden kurtulacak, kısmen dahi olsa ilhaddan korunmuş olacaklardır. Netice olarak diyebiliriz ki; düşüncede neslin ilhadı, tamamen bilgisizlikten, terkip kabiliyetine sahip olamamadan, kalb ve ruh gıdasızlığından kaynaklanmaktadır. Zira insan, çok iyi bildiğini -ve hele meziyetleri de varsa- sever; bilmediğine karşı ise, düşman kesilir; en azından alâkasız kalır.

Şimdi, başımızı kaldırıp, raflarda ve vitrinlerde sergilenen kitaplara ve o kitaplarla bize anlatılan fikirlere ve tanıtılan şahıslara bakalım. O zaman, sokaktaki çocuğun neden "Apaçi" kıyafetine girdiğini; neden kendini "Zoro"ya benzettiğini ve nasıl "Don Juan" kesildiğini anlama imkânını bulacağız. Bahsettiğim şeyler, gerçeğe ışık tutan bir iki misaldir. Siz tahrip edici bu unsurların içtimâî ve iktisadî hüviyette olanlarını da eklediğiniz zaman, iliklerinize kadar ürpereceğiniz daha bir sürü şeyle karşılaşabilirsiniz.

Dünden-bugüne insanımız, kendisine iyi olarak tanıttırılanı sevip arkasına düştü. Tanıyıp bilmediklerine karşı da, hep yabancı ve alâkasız kaldı. Şimdi bizlere, onun azgınlaşan ruhu karşısında, kendisine neler götürebileceğimizi düşünerek, bundan sonra olsun, onu boş bırakmamak ve aydınlık yolu göstermek düşüyor.

Neslin ilhada sürüklenmesi ve inkârın yaygınlaşmasında ikinci mühim âmil de gençlik fıtratıdır. Onların sınırsız hürriyet arzuları, doyma bilmeyen iştihaları ve Ankâ gönülleri bir muvazenesizlik ifadesi olarak hep ilhadı benimsemektedir. Bu serâzât gönüller, "Peşin bir dirhem lezzeti, ilerde batmanlarla elem ve ızdıraba tercih ettiklerinden"; acınacak âkıbetlerini hazırlama yolunda, şeytanın önlerine sürdüğü sûrî zevk ve lezzetlere pey çekmekte ve kendini ateşe atan kelebekler gibi, uçup uçup ilhada düşmektedirler.

Bilgisizlik, kalb ve ruh gıdasızlığı gibi hususlar arttıkça, madde ve cismâniyet yüceltici duygulara galebe çalmakta ve Faust'un bir toyluk neticesi özünü Mefisto'ya kaptırdığı gibi, zavallı gençler de gönüllerini şeytana kaptırmaktadırlar. Evet, ruhlar ölü, kalbler fakir, akıllar alabildiğine hezeyan içinde ise, ilhad mecburî istikamet demektir. İnanç, mes'uliyet duygusu, ısrarlı kalb, ruh terbiye ve tehzîbi ise, gençliğin diri kalmasının en büyük teminatıdır. Yoksa, şeytanın hevâ-i nefislerine musallat olduğu bir topluluk, hezeyandan hezeyana düşecek, durmadan mihrap ve kıble değiştirecek ve her "nev-zuhûr" felsefeyi bir halaskâr olarak alkışlayacak ve bir dâye sayıp kendini onun kucağına atacaktır.

Sabah kalktığında nihilizme alkış tutacak; öğlene doğru Marksist-Leninist sisteme selâm duracak; ikindiye doğru existansiyalizme pey çekecek ve belki de, akşam karanlığıyla beraber Hitler'e ait türküler söyleyecektir. Ama, hiç mi hiç, kendi ruh köküne, ulu millet ağacına, onun asırlık meyvelerine; kültür ve medeniyetine dönüp bakmayacaktır.

Tasavvur dünyası bu denli bozulmuş bir neslin, hevâ ve hevesten kurtulması, zihin ve düşüncede istikamete ermesi oldukça müşkül, belki de imkânsızdır.

Onun için, neslimize, bugüne kadar varlığımızı ona borçlu olduğumuz esaslardan müteşekkil bir terminolojinin belletilmesi ve fikir hayatında sistemli ve müstakîm düşünceye ulaştırılması şarttır. Yoksa, bu maymun iştahlılık ve:

"Bu hissizlikle, cemiyet, yaşar derlerse pek yanlış:
Bir millet göster, ölmüş mâneviyâtıyla sağ kalmış." (M. Akif)

İlhada diğer bir sâik de, her şeyin mubah görülmesi, "ibâhîlik" ve mevcut her şeyden istifade edilmesi düşüncesidir. Dünya nimetlerinin bütününden kâm alma felsefesine dayanan bu anlayış, bilhassa günümüzde sistemleştirilerek bir felsefî mektep hâline getirilmiştir. Bize doğru gelirken, ilk defa "libido" ile sarsılan ve ırgalanan hayâ hissimiz. J.P. Sartre, A. Camus'la yerle bir edilmiş ve harabeye döndürülmüştür.

İnsanı insanlığından utandıran ve daha çok çöplüğe benzeyen bu "ruh sefaleti" felsefesi, nesillere, "İnsanın gerçek yanını aydınlığa kavuşturan bir düşünce sistemi." diye arz ve takdim edildi. Evvelâ, bütün Avrupa gençliği, daha sonra ise, taklitçi dünya, hipnoz edilmiş gibi bu akıma koştu. İnsanlık, onda, komünizmle güdükleşen benlik ağacının, yeniden serpilip gelişeceğini ve kendi kendine ereceğini zannediyordu. Heyhât! O, son bir kere daha aldatıldığının farkında değildi.

İşte, Yaratıcı'yı kabuldeki, haramlar ve mubahlar inancı böyle alabildiğine soysuzlaşmış ve yılışıklaşmış neslin, her şeyden kâm alma felsefesine ters geldiği için; o, kendini ilhadın kucağına atmakta ve onda Hasan Sabbah'ın yalancı cennetlerini bulmaya çalışmaktadır.

Geleceğin basiretli sevk ve idarecileri, mürşit ve muallimlerinin, ilhadı durdurma adına nazar-ı itibare alacakları mülâhazasıyla yukarıdaki hususları arz ettik. Yoksa, ne serserilik ve hezeyanın sebepleri bunlardan ibarettir, ne de buna karşı yapılması gerekli olan tahşidat söylenenlere münhasırdır.

Başlayan bu yeni dönemde, milletimizin kendi kendini feth ve keşfetmesi dileğiyle!...

Ateizm: Allah'ın varlığını inkar etme, dinsizlik.
Butlan: Batıl, boş, hükümsüz olma
Evolüsyon: Evrim
Existansiyalizm: Varoluşçuluk
İbâhîlik: Her şeyi helal ve mübah görmek
Muhâzî: Paralel
İlhad: Dinsizlik, Allah'ın varlığına birliğine inanmamak
Nihilizm: Her şeyi inkar etme, hiççilik
Serâzâd: Başıboş
Surî zevk: Sahte ve geçici zevk.
Şeriat-ı fıtriye: Cenab-ı Hakk'ın kainata yerleştirdiği tabii kanunlar
Tenâkuz: Çelişki, zıtlık
Transformizm: Canlı varlıkların şekil değiştirdiğini ve birbirine dönüştüğünü ileri süren biyolojik doktrin
 

Lacivert24

Extra/Dini Konular
Admin
Katılım
20 Ocak 2013
Mesajlar
8,207
Beğeni
23,420
Puanları
113
Konum
Erzincan
Cevap: ''Hakikat çeşmesi''

Allah Kâinatı Yaratmaya Neden Lüzum Gördü ve Neden Daha Önce Yaratmadı da Sonradan Yarattı?

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Bu sorunun iki yönü var: Biri; kâinatın niçin yaratılmış olduğu, ikincisi ise neden daha önceden yaratılmadığıdır. Evvelâ, hemen arz edeyim ki, biz insanlar her şeyi kendi ölçülerimiz zaviyesinden ele alıyor ve ona göre fikirler imâl ediyoruz. Meselâ, biz bir şeyi yaparken lüzum hisseder öyle yaparız. Ve çok defa, kat'î zaruretlerle ancak harekete geçeriz. Böyle bir düşünce saplantısıyla, Cenâb-ı Hakk'ı da kendimize kıyas ederek öyle yapacağını zannediyoruz. Hâlbuki böyle bir soruyu tevcih ederken düşünmeliyiz ki; Allah birer eksiklik ve noksanlık olan bu türlü şeylerden münezzehtir.

"Allah, kâinatı niye yarattı?" sorusunu cedel yoluyla ele almak da mümkündür: Kimdir kâinatın yaratılmasından rahatsız olan? Bir insan gösterebilir misiniz ki; şu tohum atma, döllendirme, mahsûl alma ve bütün imkânlarını en iyi şekilde kullanarak mes'ut olma yollarını araştırmasın? Evet, bir kısım sıkıcı hâdiseler karşısında, aceleden verilmiş kararlarla, dünyaya gelişine pişmanlık izhar edenler, hatta hayatlarına kıyanlar vardır; fakat bunlar nedret ifade edecek kadar ehemmiyetsizdir. Yoksa, herkes "Var" olduğuna, hayata mazhariyetine, insan olarak bulunuşuna, pişmanlık şöyle dursun, şükranla dolup taşmaktadır. Rica ederim, çocuk olup kucaklarda bulunmaktan, delikanlılıkta iliklerine kadar varlığının neşvesini duymaktan, olgunlukta aile ve çoluk çocukla hemhâl olmaktan şikâyet etmek mümkün müdür? Ve hele ötelere inanan insanlar için... Bir de bu insan, bütün bir saadetin teminâtı olan ebedî bahtiyarlığın tohumlarını nemâlandırabiliyorsa, şikâyet etmek şöyle dursun; mutlak saadete açılan menfezlerin sırlı anahtarlarını keşfettiğinden ötürü çok çok memnun olacaktır.

Evet biz, bütün bunları vicdanlarımızda duyuyor ve kâinatı yaratan, bizi buraya getiren Zât'a, kalb dolusu şükranlarımızı arz ediyoruz.

Meselenin, kendi realitesi içinde izahına gelince: Bu kâinatın, büyük-küçük, canlı-cansız, rengârenk sanat eserleriyle süslenmiş; bitip tükenme bilmeyen bir "manzaralar resmî geçidi" ve bir meşher mahiyetinde, herkesi seyr ve tenezzühe sevk edecek cazibedârlık içinde hazırlanmış olduğu görünüyor.

Bu güzel manzaralar, bu fevkalâde süs ve ihtişamlar, bir sel gibi akıp giden hâdiseler üzerinde, bir iş ve ameli, o iş ve amele hâkim kudretli ve sevimli eli gösteriyor. Bizler, bu fiiller adesesiyle dalgalanan isimlere şâhit oluyor ve maşukuna visal aşkıyla koşan âşıklar gibi, bu çakıp çakıp göz kırpmaların, parlayıp parlayıp işaret etmelerin arkasına düşüyor ve kendimizi bizim için bir belirsizlik arz eden sıfatlar dairesi önünde buluyoruz. Şaşkın, yorgun ve alabildiğine arzulu... Kalbe açılan menfezlerle zâtîşeinleri takibe çalışıyor ve kendimizden geçiyoruz. Bir yükseliş ve urûc içinde cereyan eden bu yolculuk, eşya ve hâdiselerden tut tâ insan-kâinat münasebetlerine; ondan insanın Allah'ın isimleri, sıfatları dairesiyle alâkasına kadar çok geniş bir sahada cereyan etmektedir.

Şimdi, biraz da Yaratıcı'nın maksadı mevzuunda bir şeyler söylerken, bu idrak ve inkişâfı, bir avam anlayışı içinde takip edelim:

Meselâ, pek çok işte çok mahir bir sanatkâr düşünelim ki, bu sanatkârın mahir olduğu yönlerden bir tanesi de, güzel yazı yazma (hüsnühat)dır. Bu maharetiyle O, objektifi aşıyor, sübjektife başkaldırıyor ve inşa gücüyle kendini gösteriyor ve yine farzedelim ki, bu sanatkâr, aynı zamanda fevkalâde bir heykeltıraştır; birkaç çekiç darbesiyle en sert mermerlere âdeta canlılık getiriyor, dudağına tebessüm, yanağına gamze hâkkettiği suretlerle ayrı bir maharet izhar ediyor. Hüsnühat yönüyle alkışlanan sanatkârımız, heykeltıraşlığı ile de hakkında yazılan methiye ve takdirleri dinleyedursun, biz onun üçüncü bir kabiliyetini daha kurcalayalım:

Meselâ, sanat dehâmız aynı zamanda mahir bir dülger olsun.. cevize sanat ruhunu aksettiren, gürgene ölümsüzlük kazandıran, abanozu sanat ruhuyla dirilten üstün bir dülger.. Sanat ve sanatkârdan anlayan eller bu hususta da onu alkışlaya dursun, biz onun maharetlerinin bir başka yönüne daha bakalım:

Meselâ, şimdi de aynı zâtın mükemmel bir ressam olduğunu düşünelim. Fırçasının geçtiği yerlerde en güzel motifler, en şahane kombinezonlar sıralansın dursun ve bir-iki el hareketiyle insanı kendinden geçirecek şeyleri resmetsin... Daha bir sürü sanat sıralayabiliriz ki, ilâve edilen her yeni sanat, sanat-dehâmızın ayrı bir yönüne aydınlık getirmekte ve onu o yönüyle de tanımamıza yardımcı olmaktadır.

Şimdi, böyle bir sanatkâr, kabiliyetleriyle kendini göstermedikten sonra, onu bilmemiz mümkün olmayacağı gibi, bazı sanatlarını izhar etmemesiyle de, tam ve kusursuz bir tanımadan söz edilemeyecektir. Bu itibarladır ki, her istîdat, kendinde saklı kabiliyetleri izhar ve ilim planındaki varlıklara, haricî vücût giydirip teşhir etmek ister. Tohumdaki hayat ukdesinin uyanması, spermin var olma kavgasındaki aşk ve heyecanı, rutubet habbeciklerinin yağmur olmak için bin bir güçlüklere katlanmaları, hep bu görünme ve gösterme şevkiyle yapılan şeylerden değil midir?

Bunlar, hem bizde, hem de bütün varlıklarda bir zaafın, bir arzunun ve önüne geçilmez bir iştiyakın ifadesidir ki, zaten, aslından aksetmiş gölgeleri, bunun dışında da düşünemeyiz. Ama, asıl Sanatkâr'a gelince, O, kendi sanatlarında eksiklik ifade eden bu türlü ârâzlardan münezzehtir. Şurası unutulmamalıdır ki, aslın ne cilvesi, ne de cilvenin tertibi, kat'iyen gölgedeki gibi olmayacaktır.

Evet, bütün kevn ü mekânları dolduran rengârenk ve çeşit çeşit dalgalanmalar, bize bin bir isimden haber vermekte ve her isim bir sanat âbidesi üzerinde aydınlatıcı bir nur gibi, hünerli bir Zât'ın sıfatlarını tanıtmaya rehberlik yapmakta ve o gizli Zât'ın mesajlarıyla kalbimizi uyarmaktadır.

Büyük Sanatkâr, güzelliğin, envai ile kendi güzelliğini, nizam ve ahengin şiirimsi keyfiyetiyle irade ve kuvvetini, kalbin en gizli arzularına kadar her şeyi vermesi ile rahmet ve şefkatini ve daha bunlar gibi binlerce sıfat ve unvanlarıyla kendini bizlere tanıttırmak, hem de eksiksiz olarak tanıttırmak istemektedir.

Tabir-i diğerle O, geniş ilmindeki ilmî mahiyetleri, haricî vücutlarla sahneye sürüp, kudret ve iradesinin cilvesini göstermek; en hârika sanat eserlerini, şuurlu varlıkların idrak menşurundan geçirerek, zeminden semâya kadar bir hayret ve hayranlık, bir idrak ve takdir velvelesi uyarmak istiyor.

Demek mahir, hem binlerce fende mahir bir Sanatkâr, sanatlarıyla hârika istîdat ve kabiliyetlerini gösterdiği gibi, en yüce mânâsıyla, bu kâinatın Sahibi de, kendi sanat şe'nini göstermek için, bu muhteşem kâinat sarayını yaratmış...

Şimdi de, "Daha önce niye yaratmadı?" meselesine gelelim: Evvelâ "Daha önce" ne demek? "Şu kadar zaman, şu kadar sene de, neden daha fazla değil" demek istiyorsak; zaman kaydına giren sonsuz "evvel'lere dahi aynı sual vârit olacaktır. Meselâ, niye bir trilyon sene evvel yarattı da, yüz trilyon sene evvel yaratmadı? Bilmem ki, böyle bir sual ve itiraza, mâkul bir sebep göstermek mümkün olabilecek midir?

Şayet, "Niye daha evvel yaratmadı?" sözüyle, ezeliyeti, yani zaman kaydı altına girmemeyi kasdediyorsak, o husus varlığı kendinden olan Zât-ı Ecell-i Âlâ'nın kendine has sıfatı ve Zâtı'nın lâzımıdır. Yani O, O'ndan başkasına ait olamaz, başkasında ezeliyet bulunmaz.

Ancak, mahlûkatın Allah'ın ilmi içinde bir ilmî vücûtları vardır ki; istersek ona tasavvufî ifade ile "sabit ayn'lar, zılâl-i envâr" diyelim; istersek O'nu sadece plân ve proje gibi sınırlı ve mahdut şeyler olarak ele alalım; lizâtiha onlara ezeliyet atfetmek hata; bizim böyle bir hususu kurcalamamız da en azından; Allah'a karşı sû-i edep olacaktır.

Bizler, daracık kıstaslarımızla haricî vücut giymiş, şu cesetler ve ruhlar hakkında bir şeyler söylesek bile, bizim için gayp sayılan hususlar hakkında söz söylemek, en hafif mânâsıyla kendini bilmemezliktir.

Bütün kevn ü mekânlar, Kürsî'sine nispeten çöle atılmış bir halka mesabesinde kalan ve Arş'ına nispeten de, Kürsîsi o hâle gelen, Arş-ı Azîm'in Sâhibi'ni, insan nasıl bilecek ki; O'nun Daire-i Ulûhiyetinin sırlarına tercüman olsun!..

Evet, Cenâb-ı Hakk'ın kendine has işlerine ve Zât'ına ayna olacak pek çok şey vardır. Evvelâ, mahlûkat yok iken de O, kendini bilir, eşyaya muhtaç olmadan kendine has işleri bilir; isimlerinde Zatî şe'nlerini görür, bilir isimler âleminde esirde, partiküller dünyasında ve nihayet atom ve büyük mürekkeplerde, isimlerinin cilveleriyle kendini bilir, bildirir ve şuurlu mahlûkatlarına da gösterir..

İlm-i ezelisinde ayrı bir bilme, isimler âleminde -bize göre- ayrı bir bilme; eterde ayrı bir bilme devam edip gider de, O'nda bir değişme olmaz. Zira O, İbrahim Hakkı'nın dediği gibi:

"Yemez içmez, zaman geçmez, beridir cümleden Allah, Tebeddülden, tegayyürden dahi elvan u eşkâlden, Muhakkak ol müberrâdır, budur Selb-i Sıfâtullah." (1)

Biz bugün, O'nun neleri tertip edip sahneye sürdüğünü görüyoruz; ama, dün ne olduğumuzu ve yarın ne hâle geleceğimizi bilemiyoruz ve kestiremiyoruz. İlmî varlık ne idi? Ayân-ı sabite ne idi, ruhlar âlemi neyin ifadesi ve nebülozla-rın helezonik keyfiyeti, varlığın hangi muzlim noktasını şiirleştirip âhenge kavuşturuyor ve vuzuh getiriyordu? Bütün bunları bilemediğimiz gibi, yarınki "ukbâ" hayatıyla yine önüne ve sonuna bakacak, bu büyük bilmece karşısında: ''Seni de şuûnatını da hakkıyla bilemedik ey Mâruf!" diyeceğiz.

Şayet, sözü biraz uzattı isem, bu türlü meselelerde ihtiyatlı olmak gerektiği için uzattım, hata etti isem, O'ndan bağışlanmamı dilerim.

Her şeyin en doğrusunu O bilir.

Cedel: Münakaşa. Galibiyet için çekişme. Diyalektik
Zâtî şe'n: Zâta ait iş, hâl ve tavır.

[1] İbrahim Hakkı, Ehl-i Sünnet İnancı, 5 ve 6. beyitler
 
Üst Alt