Hitlerin Ufoları Ve Nazi Teorisi.. | Define işaretleri ve anlamları

Hitlerin Ufoları Ve Nazi Teorisi..

SEVALİ

Kullanıcı
Katılım
14 Kasım 2012
Mesajlar
1,451
Beğeni
2,680
Puanları
113

i..
hitler1.jpg


NAZİ UFOLARI VE TEORİLER
Musevi katliamının lideri Adolf Hitler, yakın tarihin en ürkütücü canavarlarından biri olarak kabul ediliyor... Bu tarihin ve Hitler'in bilinen yüzü... Oysa Hitler'in herkes tarafından bilinmeyen, gizli kalmış bir yüzü daha var... İçindeki canavardan kaçan, mücadele eden, kaçmayı başaramayan ve sonunda yenilen bir kurbanın yüzü...

İşte gerçek öykü burada başlıyor ve artık devreye gizemciler, okültistler, spiritüalistler hatta majisyenler giriyor... Çünkü gerçek Adolf Hitler, tüm bu konuların yarattığı bir canavar!... Geçmişin medyomu ve gizem meraklısı felsefesini o kadar ileriye götürüyor ki, kara büyü uygulamaları içinde bir saf ırk yaratma uğruna bir başka ırkı yok etmeye çalışıyor.

Hitlerin mistik konulara inanılmaz bir eğilimi ve merakı vardı... Ancak onun mistisizmi, kara büyücülükle bağlantılı ve dünyasal gücü ele geçirme amacına hizmet ediyordu. Sıradan bir dünyalı gibi davrandı ve egosuna yenilerek, karanlık varlıklarla pazarlığa girdi!... Hitler'in kara büyücü yönü bu kitabın kapsamı dışında. Bizi daha çok ilgilendiren, dönemin Almanyası'nda sık sık sözü edilen UFOlar ve Naziler'in UFO merakı...

hitler_ufo.jpg


Nazi Almanyası'nın Teknolojik Sırları ve Ufolar

7 Haziran 1945 tarihli "New York Times" gazetesindeki haber şöyle diyordu:

"Uçan Daireler bir gizli silahtır. Almanlar tarafından üretilmiş ve ülkenin batı sınırında ortaya çıkmıştır. Amerikan Hava Kuvvetleri'nin verdiği bilgiye göre, Almanya göklerinde uçan gümüş balonlar görülmüştür. Hatta bunların bazıları neredeyse saydam yapıdadır."

Haberi izleyen günlerde UFOlar'ın Alman yapımı silahlar olduğu dedikodusu hızla yayıldı. Alman silah endüstrisinin bu garip nesneleri ürettiğine inanılıyordu. UFO gözlemleri hızla artarken, özellikle İskandinavya gökleri sık sık uçan gemiler tarafından ziyaret ediliyordu. İskandinavya'da Alman garnizonları kurulmuş ve bunlar savaşın sonuna kadar bölgede kalmışlardı.

Bu dönemde "SS" ideolojisi, yapılan bilimsel araştırmalar doğrultusunda insanlığın yararına ve çok sayıda kişi tarafından kullanılabilecek yeni enerji kaynaklan aramaya yönelikti. Araştırma birimleri U-13 ve E-4, bu yeni teknolojiyi mükemmel hala getirmek için çalışıyordu. Böylece Victor Schönberger'in uçandaire taslakları ortaya çıktı. Cisimlere Haunebu-1 ve Haunebu-2 isimleri verildi. Hazırlanan plan ve çizimlerin, ünlü temasçı George Adamski'nin 1952 yılında resmini çektiği Ufolarıyla inanılmaz bir benzerliğe sahipti...

nazi-ufo-cizimleri.jpg


Bazı Nazi Ufo çizimleri

Almanlar 1941 ve 1942 yıllarında daire biçimli uçak üretimine çoktan girmişlerdi bile... Ancak ilk denemelerde çok büyük yapım hataları ortaya çıktı. V-l, V-2, V-4'den sonra, 1942 yılında mühendis Richard Miethe, İtalyan bilim adamı Giuseppe Bellonzo ile V-7'nin yeni modeli üzerinde çalışmaya başladı. Zaman geçerken Hitler'in 3e desteğini alan Miethe-Bellonzo ekibi, Schriever-Habermohl ikilisiyle ortak araştırmaya girdi. Böylece inanılmaz ve efsanevi V-7 ortaya çıktı. İlk uçuş denemesinde 20.813 metre, ikinci uçuşta ise 24.200 metreye kadar yükseldi.
Diğer yanda Vril adıyla bilinen uçan diskler projesi de devam ediyordu. Bu projenin mimarı Schumann grubuydu ve mucize yaratan silahlar konusunda uzmanlaşmış SS E-4 bölümünden destek alıyordu. Vril-1 serisinden tam 17 cismin üretildiği biliniyor. Disklerin çapı 11.56 metre idi ve 2.900 kilometre saat hızına ulaşabiliyorlardı. Garip bir biçimde Vril-1 ve Vril-9'un görünümleri, Amerikalı Astronot Edwin Aldrige'in Ay yüzeyinde gördüğü nesnelere çok benziyordu!...

Almanlar savaşın sonuna kadar silahlarını mükemmel hale getirmek için çalışmayı sürdürdüler. Yeni projelerine "ateş topu" adını vermişlerdi. Radyo dalgalarıyla yönlendiriler ateş toplarının tek hedefi vardı: Yok etmek... Düşman uçaklarından çıkan gazı buluyor ve radarlarını işlemez hale getiriyordu. Motorun ya da elektrik sisteminin tümüyle çökmesini sağlayan ateş topları ürkütücüydü. Bu özellik, bazı UFO gözlemlerinde, UFO'nun yakın teması sırasında araba motorlarının durması, elektrik kesilmesi ya da elektrikle çalışan cihazlardaki geçici bozulmayı akla getiriyor.

O dönemde, bugün UFO adını verdiğimiz dairesel biçimli taşıt araçları inşa edildi, kullanıldı ve tanıklar tarafından sayısız gözlem yapıldı. Şimdi bu tanıklıklardan birini orijinal Almanca metinden yapılan çeviriyle yeniden gözden geçirelim.

Çok gizli askeri belge niteliğini taşıyan gözlemde tanığın adı ve kimliği açıklanmamıştır:

"Almanya'nın Bavyera bölgesindeydim. Cumartesi öğleden sonra, akşam olmak üzereydi. Karşı taraftan, yüksekliği pek de fazla olmayan uçan bir cismin yaklaştığını gördüm. Çapı sekiz ile yirmi metre arasındaydı. Çevresine ıslık sesi yayıyordu ve cisim hafif bir titreşimle sarsılıyordu. Cismin alt kısmında üç yarım küre ve bir de mavi nokta vardı. Ortadaki gamalı haç resmi hemen dikkatimi çekti.

Pencereye benzer bir şey yoktu. Sadece delikler vardı. Bu ıssız mekanda ve çevrede artık çalışmayan eski fabrikalardan başka bina yoktur. Garip cisim alçaldı ve bir duvarın arkasından görebildiğim kadarıyla yere indi. Az sonra ortaya çıkan kamyon cisme yaklaştı ve uzaktan pek de seçemediğim şeyler olmaya başladı. Sadece insan formunda iki siluet görebildim. Biri uçan cismin alt tarafında diğeri ise üzerindeydi. Uçan diskin yüzeyi metal plakalarla kaplanmışa benziyordu. Hem alttaki üç kürede, hem de üst tarafta çıkış borusuna benzeyen bölümler dikkatimi çekti. Az sonra 'NSU 80 Solingen' plakalı bir araba geldi. Bunu yeşil bir Volkswagen izledi. Gidip yakından bakmaya karar verdiğimde ise, uçan cisim çoktan ortadan kaybolmuştu. Yaptığım gözlemden bir hafta sonra, bu bölgede pek çok kişinin UFO gördüğüne dair raporlar verildi. Benimle aynı cismi ya da benzerlerini görmüş olabileceklerini düşündüm. Benzincide çalışan bir adamla konuştuğumda onun da aynı cismi gördüğünü öğrendim."

Evet yaklaşık 50 yıl öncesine dayanan bu rapor, adını gizli tutmak isteyen tanığın endişesini, merakım ve kendi ülkesinde yaşanan gizeme duyduğu ilgiyi açıklamaya yetiyor.

İster istemez insanın aklına şu soru geliyor: Almanlar bu teknolojik bilgileri nereden ve nasıl alıyorlardı?

nazi-ufo.jpg




Hitlerin Gizemleri
Nazi politikası ve dünya imparatorluğu kurma idealleri aslında çok eski bir geçmişe dayanıyordu... Hitler daha önce de belirttiğimiz gibi gizemciliğe fazlaca yakın ve okült felsefeleri derinliğine incelemiş biriydi. Hitler aynı zamanda bir medyomdu. Ancak o, karanlık güçlerin medyomu olmuştu ve çevresindekilerle beraber kara büyü uygulamaları yapıyorlardı...

Semboller gizemcilikte önemli yere sahiptir. Bu bilgiye sahip olan Hitler gamalı haç ve Nazi kavramını birleştirdiğinde belki de milyonlarca kişi gamalı haç sembolünün kaynağı hakkında doğru bilgilere sahip değildi. Adolf Hitler gamalı haçın yönünü tersine çevirerek kullandı. Tıpkı Hristiyan Şeytana tapanlarının katolik haçını ters asıp kara ayin yapmaları gibi!...

Orijinal gamalı haç çok eski bir semboldür. Orta Asya'dan Amerika Kıtası'na kadar dünyanın çok çeşitli yörelerinde eski toplumların kültürlerinde ortaya çıkan bir semboldür... Bu sembol dünyamıza ilk olarak hangi toplumlar, hangi medeniyetler tarafından getirildi, bu hala bilinmiyor. Ama güneşi simgeleyen, hayatı, bereketi aynı zamanda gökten gelen kozmik bilgiyi içinde barındıran sembolün, bir şekilde gökyüzüyle doğrudan bağlantısı olduğu kesin olarak biliniyor...

Adolf Hitler'in hedefi, Alman toplumundan bir saf ırk yaratmaktı. Üstün ırk... Beyaz tenli, sarışın ve mavi gözlü... Bu bilgi ona ünlü gizem araştırmacısı, yazar ve Teozofi Cemiyeti kurucusu Helena Petrovska Blavatski'den gelmişti. Madam Blavatski 19. yüzyılda kendi ekolünü geliştirirken, saf ve üstün ırkın dünyaya başka bir gezegenden gelip yerleşen uzaylı bir toplum olduğu inanandaydı. İşte Hitleri etkileyen bu görüş olmuştur. Ancak Hitler meseleyi son derece yanlış yorumlamış ve yanlış sonuçlar çıkartmıştır.

Hitler, Nazi Partisi üyeleri arasında uzak doğu mistisizmine, Budizme ve buna bağlı felsefelere yönelik kişilere yakındı. Nitekim karargahı savaşın sonlarında yerle bir edildiğinde yıkıntılar arasında 12 Tibetli rahibin de cesedi çıkmıştır.

Ezoterik bilgilere göre; çok eski zamanlarda uzaysal kökenli üstün bir ırk, Himalaya Dağları'nın altında yer alan sonsuz mağaralar ülkesine yerleştiler. Bu uzaysal ırkın insanları, daha sonra ikiye ayrıldılar. Agarta sağ el, iyilik, dürüstlük yolunu; Şambala ise sol el, yani karanlık yolu simgeliyordu.
Agarta'nın hedefi dünya insanlarından uzak durma ve olumlu düşünceyi yayma idi. Şambala'nınki ise şiddet kullanarak dünya toplumlarını ele geçirmeye yöneliktir. Negatif uzaysal güçler, Şambala aracılığıyla dünyada hüküm süren liderlerle bir anlaşma yaparak bu gezegenin yönetimini ele geçirmeye çalışmışlardır.

Evrende negatif güçler için bu dünyayı ele geçirerek yönetmenin en kolay yolu, ruhsal evrimde ileriye gidememiş, maddi çıkar ve hırslarla kıvranan bir dünya lideri ile anlaşıp onu kullanmak, ve sonra da ortadan kaldırmaktır.

Hitler'in hem Alman halkı arasında, hem de dönemin aydınları, bilim adamları ve politikacıları arasında inanılmaz güç sahibi olarak, çok sayıda kişiyi kendisine bağlaması, adeta tanrısal bir kuvvetle onlar üzerinde hakimiyet kurması sıradan bir adamın yapabileceği şey gibi görünmüyordu. 1937 yılında Hamburg Belediye Başkanı şöyle diyordu Hitler için:

"Rahiplere ve din adamlarına ihtiyacımız yok. Biz Hitler aracılığıyla Tanrıyla doğrudan ilişki kuruyoruz."

Bir başkası da Adolf Hitler'in gerçek "Kutsal Ruh" olduğunu savunuyordu. Oysa Hitler "Gelmesi beklenen ben değilim..." cevabını veriyordu.
Karanlık güçlerin, bazen dünyadaki işlerini yürütebilmek için insanlar arasından katalizörler seçtiklerinden söz etmiştik... İşte Adolf Hitler de bu katalizörlerden biri oldu...

Hitler'in hayatı garip rastlantılar ya da önceden hazırlanmış tuhaf senaryolar üzerine kuruluydu: 20 Nisan 1889'da Bavyera yakınlarında bir köyde doğdu. Bu bölge medyom ve falcılarıyla ünlü bir yerdi. Çok ünlü iki medyom olan Schneider kardeşler de aynı köyde doğmuşlardı. Üstelik Hitlerin dadısı ve kuzeni de medyomdu.

Hitler genç yaşlarından itibaren okült dünyanın çekiciliğine kaptırdı kendini. Dönemin gizem dergisi "Ostara" elinden düşüremediği bir bilgi kaynağıydı. Ancak ne var ki, bu dergi pozitif yönde çalışmalarda bulunan inisiyatik merkezlerdeki bilgileri çarpıtan ve yanlış yorumlara uğratan bir özellik taşıyordu... "Ostara" dergisi, Adolf Joseph Lang ya da kullandığı diğer adıyla Georg Lanz von Liebenfels tarafından yayınlanıyordu.

Dergi ve yayıncının ana fikri üstün ırkın yüceltilmesi üzerineydi ve şöyle diyorlardı:

"Ari ırktan gelmeyenler insan değildir. Onlar evrim basamağında ancak maymunlarla aynı sırada yer alabilirler. Tarih iyi ve kötü güçlerin sonu gelmeyen mücadelesini tekrar tekrar anlatır, iyi güçler Ari ırktan gelen insanlarda enkarne olmuşlardır. Diğer ırklarsa kötülük güçlerinin bedenlenmiş halidir. Üstün ırka mensup halklar tanrıların baş yapıtıdır, inanılmaz doğa üstü güçlere sahip olan bu kişiler bedendeki enerji merkezlerini kullanabilirler. Bu yetenekler onların diğer bütün ırklardan ne kadar üstün olduklarını göstermeye yeter. Tapınak şövalyeleri; ki bunlar kısmen rahip; kısmen asker olarak bilinirler, binlerce yıl boyunca Himalayalar'daki inisiyasyon merkezlerinin gizli bekçileri oldular."

Gizemci ve medyomların belki de altın çağını yaşadığı ve kurulan gizli örgüt sayısının giderek arttığı bir dönemdi. 1912 yılında Baron Rudolf von Sebottendorf, Thule Örgütü'nü kurdu. Şambala ve Hiporborlar efsanesinden fazlaca etkilenmişti.

1918'de ise Kari Haushofer Vril Örgütü'nü kuracaktı. Kelime anlamıyla Vril, her insanın içinde var olan sınırsız bir enerjidir. Ancak sıradan dünya insanları Vril'in ancak çok küçük bir kısmını kullanırlar. Vril içimizde yatan tanrılığın belkemiğidir. Ona hakim olan kendine, bütün insanlara ve bütün dünyaya da hakim olabilir.

Hitler işte böyle bir ortamda yetişti ve ırkçılığa varan Şambala kaynaklı okült fikirleri bu şekilde filizlendi... Tabii bu fikirlerinin gelişmesinde hayal gücünün de çok büyük bir etkisi vardı. 1920 yılında Thule örgütüne katıldı. Örgüte alınması kolay olmadı. Çünkü Thule, soylulara ve yüksek burjuvaziye değer veriyordu. Hitler'i ise sıradan bir köylü olarak görüp aşağılıyorlardı. Hiç kimsenin önemsemediği bir onbaşı idi.

Aynı yıllarda Adolf Hitler kendisine yol gösterecek bir üstad buldu: Kari Haushofer... Haushofer Münih'te doğmuştu ve zengin bir aileden geliyordu. 1904'den itibaren Tibet, Moğolistan ve Mançurya'yı gezdi. Lhassa yakınlarındaki bir manastırda uzun zaman kaldı. 1910 yılında Tokyo'daydı. I. Dünya Savaşı başlarında ise general rütbesine sahip olmuştu. Jeopolitik bilimini kurdu ve çevresine Rudolf Hess ve Hitler gibi kimseleri topladı. Ardından o da Thule örgütüne girdi.

Thule örgütü önceleri Hitler'i sadece medyom olarak kullandı... O, zaman zaman kendinden geçer ve başkalarının göremediği ancak kendisine eziyet eden, dehşet verici varlıklardan söz ederdi. Bu kriz anlarında Adolf'u yatıştırmak kolay olmuyordu. I. Dünya Savaşı sırasında kafasının içinde yankılanan ve kendisiyle sık sık konuşan sesin varlığından söz ediyordu.

Bir defasında siperlerde asker arkadaşlarıyla yemek yerken bu ses ona; "Yerinden kalk ve karşıya bak.." dedi.

Ses o kadar net ve ısrarcıydı ki, Hitler sanki askeri bir emir almış gibi otomatik bir hareketle itaat etti.

Yerinden kalkıp siper boyunca yirmi metre kadar yürüdü. Sonra yemeğine devam etmek için yeniden oturdu ve bu sefer kendini çok daha rahat hissediyordu. Ancak bir kaç saniye sonra kulakları sağır eden bir gürültü ve korkunç bir ışıkla etraf sarsıldı. Arkadaşlarının arasında unutulmuş bir el bombası patladı ve zavallı askerlerden biri bile sağ kurtulamadı, tabii Adolf Hitler dışında...

Hitler bu iç sesin yaşamı boyunca kendisine yol gösterdiğine inandı. Aldığı gizli öğreti şüphesiz ki negatif özellikler taşıyor ve karanlık güçlerden kaynaklanıyordu. Aynı zamanda Hitler, Dünyaya ve özellikle de Almanya'ya, Avrupa'yı yeniden kurmak üzere görevli olarak bu güçler tarafından gönderildiğine inanıyordu.

Hitler'in insanları etkilemedeki en büyük gücü belki de kullandığı sözcüklerdeydi... Kalabalık halk topluluklarını etki altında bırakma konusunda inanılmaz bir yeteneğe sahipti...

Bir zamanlar İstanbul'a da gelmiş olan astrolog ve medyom Hanussen'den konuşma dersleri aldı. Sıradan bir adam olan Hitler büyük Führer'e dönüşebilmek için her konuşma öncesinde kendisine morfin enjekte ediyordu.



kuzey_kutup.jpg
kutup_ufo_ussu.jpg




Kuzey Kutbundaki Ufo Üssü
Gerçek ve yalanların birbirine karıştığı dünyada, UFO sırrını çözerken; belki de, tarafsız gözlemcilerin anlattıklarını titiz bir şekilde diğerlerinden ayırmaktan başka çaremiz kalmıyor...

Nazilerin UFO ve "Dünya Dışı Uygarlıklar" bağlantılarında hangi noktada olduklarını göstermeye yetebileceğini düşündüğüm bir rapordan söz etmek istiyorum...

Bu rapor, başından son derece ilginç bir deneyim geçen Amiral Richard B.Byrd tarafından hazırlanmıştır...

Amiral Byrd 19 Şubat 1947 gününde Kuzey Kutbu'nda bir uçuş yapmak üzere görev aldı. Kuzey Kutbu'nda yer alan üsse uçuş hazırlıkları tamamlandı. Amiral'in devriye uçağında yakıt depoları dolduruldu ve telsizciyle birlikte çıktıkları yolculuk başladı. 7000 metre yüksekliğe çıktığında her şey yolunda gidiyordu. Ancak karşılaştığı bir türbülans sonucunda 1000 metreye kadar inmeye karar verdi. Hemen altında dümdüz uzanan bir buz alanı vardı. İnanılmaz bir manzara ile karşılaşmıştı. Kar yağıyordu ve gökyüzü kırmızıdan mora kadar tüm renklere bürünmüştü. Amiral telsiz bağlantısında, bütün gördüklerini üsteki yetkililere anlatıyordu.

Bu arada manyetik ve gyro pusulaları dengelerini kaybedince, Amiral güneş pusulasını kullanmaya başladı. Kısa bir uçuştan sonra dağlık bir bölgeye geldi. Yarım saat kadar sıra dağlar üzerinde uçtu. 8900 metreye çıkmıştı. Ancak bu dağları tanımlayamıyordu haritada yer almamışlardı. Sonra birden dağların arasında ve tam ortada akan nehri gördü. Buz ve kar olması gereken yerde yeşil ormanlar göze çarpıyordu.

Amiral Byrd 4000 metreye kadar indiğinde altında tamamiyle yeşil bir alan vardı. Işık farklıydı ve güneşi göremiyordu. Biraz daha aşağıda ise, garip hayvanlar gördü. İlk anda fil sandığı hayvanlara dikkat ettiğinde bunların inanılmaz bir şekilde mamut olduğunu fark etti. Gördüklerini üsle paylaşmak istediğinde ise çaresiz kaldı... Çünkü artık telsiz bağlantısı kuramıyordu.

Dışarıdaki sıcaklık 23 dereceydi. Amiral daha ileride yer alan kent benzeri bir yere yaklaşıyordu. Uçak hafifledi, tüy gibi dalgalanarak uçuyordu. Uçak adeta bilinmeyen bir güç tarafından kontrol altına alınmıştı!... Bu ağır uçuş sırasında Amiral karşıdan kendisine doğru yaklaşmakta olan bir başka uçan cismi gördü. Bu disk biçiminde parlak bir nesneydi. Ve uçan cismin üzerinde bir "gamalı haç" işareti vardı!...

Telsizden kendisine hitap eden bir ses duydu. İsveç ya da Alman aksanıyla konuşan biri, İngilizce olarak şöyle diyordu: "Bölgemize hoşgeldiniz Amiral. Sizi 7 dakika içinde indireceğiz. Güvenli ellerdesiniz, rahat olun."

Uçağın motorları durdu ve sanki garip bir gücün etkisi altındaymış gibi uçak kendi çevresinde dönüyordu. İniş başladığında Amiral kendisini görünmeyen dev bir asansörün içindeymiş gibi hissetti. Uçak şiddetle titriyordu. Kısa bir süre sonra hafifçe yere temas etti.

Amiral büyük heyecan içinde kendisini karşılamaya gelen uzun boylu sarışın insanları gördü. Daha ileride, uzakta büyük parlak binaların olduğu kent vardı. Amiral ve yanındaki telsizci, bu garip yerin ev sahipleri tarafından son derece kibar ve dostça tavırlarla karşıladılar. Şehre girmek için önce tekerlekleri olmayan düz bir platforma çıktılar ve hızla parlak şehre doğru hareket ettiler. Binalar,sanki kristalden yapılmış gibiydi. Amiral gördüklerini ancak öncü mimari eserler ya da bilim kurgu filmleriyle kıyaslayabiliyordu.

Kendilerine ikram edilen içecekleri bitirdikten sonra Amiral Byrd, iki hostes tarafından bir başka mekana götürüldü. Kısa bir yürüyüş ve yere inen asansör yolculuğundan sonra kendisini uzun bir koridorda buldu. Duvarların içinden gelen gül kurusu renkli ışık her yeri eşit derecede aydınlatıyordu. Bir kapının önünde durdular. Üzerinde anlayamadığı bir yazı olan kapı sessizce açıldı. Hosteslerden biri Amiral'e endişelenmemesini ve Üstad'ın huzuruna çıkacağını söyledi.

Amiral Byrd'ın bundan sonraki izlenimleri onun ne denli etkileyici ve inanılmaz bir deneyim geçirdiğini anlatmaya yetiyor. Üstad'ı şu sözlerle tanımlıyordu:

"İçeri giriyorum, çarpıcı renkler görüyorum, oda büyüleyici ve çok etkili. Karsımda çok güzel bir insan var... Gördüklerimi anlatamıyorum,.. Bildiğim sözcükler buna yeterli değil... insan gibi ama çok daha ötesinde, huzur ve mutluluk yayıyor. Düşüncelerim kesiliyor... Melodik ve sıcak bir sesle konuşuyor: 'Yerimize hoş geldiniz Amiral...' O bir erkek, yüzünde çok uzun yılların izleri var. Uzun bir masada oturuyordu sonra kalkıp bana oturmam için yer gösterdi.

Oturuyoruz, bana bakıp gülümsüyor ve yine o yumuşak, melodik sesle konuşuyor: 'Sizin buraya girmenize izin verdik çünkü siz dünyanın yüzeyinde tanınan asil birisiniz.' Dünyanın yüzeyi mi, deyip solumuğumu tutuyorum. Gülümsüyor ve: 'Evet, şu anda iç Dünya'nın Arianni bölgesindesiniz. Sizi görevinizden fazla alıkoymayacağım, güvenle yüzeye geri döneceksiniz. Ama şimdi Amiral sizi neden buraya çağırdığımızı söyleyeceğim. Irkınızın Japonya'da Hiroşima ve Nagasaki'de patlattığı ilk atom bombalarıyla çok ilgiliyiz. Bu nedenle alarma geçtik ve uçan araçlarımızı yolladık, biz bunlara Flugeirad diyoruz. Sizi gözlüyorlar ve ırkınızın yüzeyde ne yaptığını araştırıyorlar. Bütün bunlar geçmişte kaldı Amiral ama biz devam etmek zorundayız.

Irkınızın savaşlarına ve barbarlığına daha önce hiç karışmadık ama şimdi durum farklı, insanlık için uygun olmayan doğal bir gücü yani atomik enerjiyi öğrendiniz. Özel görevlilerimiz dünyanızdaki güçlere mesajlar veriyorlar ama henüz bir tepki vermediler. Şimdi sizi dünyamızın varlığını gören bir tanık olarak seçtik. Irkınızdan binlerce yıl daha eski olan kültürümüzü, bilimimizi göreceksiniz Amiral.'

Sözünü kesip benimle ne yapacaklarını soruyorum. Üstad sanki düşüncelerimi okur gibi cevap veriyor:

'Irkınız şu anda dönüşü olmayan noktaya ulaştı. Aranızda ellerindeki gücü bırakmaktansa, dünyayı yok etmeyi göze alacak olanlar var. 1945'te ve sonrasında ırkınızla ilişki kurmaya çalıştık ama düşmanca davranıldı. Flugeir adlarımız' a ateş açılıp düşürüldüler. Savaş uçaklarınız, kötü amaçlarla düşmanca davranarak bizimkileri kovaladılar. Şimdi sana şunu söylüyorum oğlum, dünyanızda çok büyük bir kötülük fırtınası oluşmakta, kara bir öfke ve şiddet yıllardır hiç eksilmeden, artarak birikiyor. Karanlık çağlar yeniden ırkınızın üstüne geliyor.

Karanlık, dünyayı bir örtü gibi örtecek ama inanıyorum ki, ırkınızdan bazıları yaşamayı başaracaklar ama buna daha zaman var. Çok uzaklarda ırkınızın yıkıntıları arasından yeni bir dünya doğacak, kayıp efsanevi hazineleri arayacaklar ve oğlum bizim korumamızda güvenlikte olacaklar. Zamanı geldiğinde biz ırkınıza ve kültürünüze yardım edeceğiz. Savaşın ve çekişmelerin boş yere olduğunu bir gün öğreneceksiniz, ancak bundan sonra ırkınız tekrar kültürü ve bilimi elde edebilecek... Şimdi oğlum, bu mesajla beraber yüzeye dönebilirsin.' Bu sözlerle beraberliğimiz sona erdi..."

Amiral yaşadığı şaşkınlık ve heyecana rağmen dönüş yolunun ayrıntılarını not etmeyi başardı. Telsizci ile birlikte uçağa geri götürüldüler. Motorları çalışmamasına rağmen uçak garip bir güç tarafından kaldırıldı ve 8000 metreye çıkartıldı. Disk biçimli iki metalik araç, Amiral'in uçağına uzaktan eşlik ediyordu.

Telsiz çalıştı ve bir ses: "Sizi serbest bırakıyoruz Amiral, kontroller serbest... Au Wiedersehen..." dedi. Almanca veda etmişlerdi.
Amiral Byrd ülkesine döndü ve yaşadıklarını yetkili makamlara rapor etti. Ancak kendisine insanlığın iyiliği için susması emri verildi.

Bir kez daha tanıkların susması emrediliyordu!...

Görüldüğü gibi Nazilerin de söylemiş olduğu Kuzey Kutbu'nda yer alan gizli ülke teorisi zaman zaman rastlantılarla da olsa dışarıya sızdı. "Dünya Dışı Varlıklar"ın çok uzun zamandan beri gezegenimizle ilgilendiklerini biliyoruz. Bu ilginin iş birliği ve ortak çalışmalara döküldüğü de bir gerçek. Ancak burada hemen bir başka soru akıllara takılıyor: "Acaba yukarıda aktardığımız olayda pilot Agarta kökenli mi yoksa Şambala kökenli yeraltı uygarlığıyla irtibata girmiştir? Bunu kesin olarak bilemiyoruz...

Ancak Naziler'in Şambala ile irtibatta olduklarını kesin olarak söyleyebiliriz...

Naziler içi boş dünya teorisini her zaman desteklediler. Onlara göre Kuzey Kutbu'nda yer alan bir delikten yeraltı dünyasına girmek mümkündü. Himalaya Dağlan altında yer alan Agarta ve Şambala kentleri geçen yüzyıldan beri herkesçe bilinir hale geldi. Ülkemizde Nevşehir, Niğde, Göreme gibi bölgeleri kuşatan mağaralar ve galeriler ağı, bu teoriyi destekler görünüyor. Özellikle Derinkuyu ve Kaymaklı yeraltı kentleri bu alanda görülmeye değer çok önemli merkezlerdir...

İçi boş dünya teorisi hakkında ilk yazılı metin 1818 yılında bir ordu mensubu tarafından hazırlandı ve beş yüz kişiye gönderildi. Bu kişiler arasında Amerika Birleşik Devletleri senatörleri, üniversite müdürleri, Avrupa ve Amerika'dan ünlü bilim adamları vardı. Metin şöyleydi:



kuzey_amerika.jpg




Scrint-Louis, Missori Kuzey Amerika
10 Nisan 1818

Bütün dünyaya: Yeryüzünün içi boş ve yaşanılır durumda olduğunu beyan ediyorum. İçice konulmuş bir çok katı küreden meydana gelip kutuplarda bir girişi vardır... Bu söylediklerimin gerçek olduğunu ispat etmeye hazırım. Dünya bana yardım ederse yeryüzünün içini keşfedeceğim.
Cleves Symnes,
Eski piyade yüzbaşısı - Ohio.


Cleves Symnes belki de tüm yaşamını bu teoriyi kanıtlamaya adamıştı. Ona göre dünya içice geçmiş beş küreden meydana geliyordu. Yani beş ayrı dünya vardı. Bu dünyalarda yaşayanlar hem galerileri kullanarak diğer katlara geçebilirler, hem de kutuplarda yer alan çıkış kapılarını kullanarak iç dünyalardan dış dünyaya çıkabilirlerdi.

Bu keşif o zamanlar kimsenin dikkatini çekmedi ve Cleve Symnes boş yere fikirlerini kanıtlamaya uğraştı.

1870 yılında yine bir Amerikalı, Cyrus Read Teed aynı teoriden yola çıkarak bir örgüt kurdu, bir dergi yayınladı ve çevresinde kendisine inanan dört bin kadar kişi toplamayı başardı.

Aradan geçen zaman içinde, yeraltı dünyası görüşü sadece gizemciler ve gizli örgütler değil, politikacılar tarafından da benimsendi. Bunların başında da Adolf Hitler geliyordu. Gündelik dünya hayatına asla yansıtılmadı ama Hitler'in yaptıkları tümüyle, aldığı gizem öğretisini pozitif alanda değil, tam tersine bir uygulama ile negatif alanda kullanmasından kaynaklanıyordu... Bunun da en büyük sebebi Şambala ile irtibatta olmasıydı... Okült bilgiyi Şambala'nın emrine girerek politikaya taşıdı...

Amaçları belliydi: Dünya'nın yönetimini negatif güçlerin eline teslim etmek... Bunda başarısız olduklarını söyleyebilmek oldukça güç...

Hitler ezoterik kaynaklı okült bazı sırları biliyordu... Örneğin gizli yeraltı uygarlıklarım ve bu uygarlıkların fonksiyonlarını da... Ama bu ve diğer sırları Şambala rahiplerinin yönlendirmesi doğrultusunda kullanmıştı... Hitler bir medyomdu demiştik... Evet bu doğru ama şer güçlerin isteklerini yerine getiren bir medyomdu...

Agarta ve Şambala... Aydınlığın ve karanlığın temsilcileri... Her ikisi de sırlarıyla birlikte Mu ve Atlantis'ten göç eden ve bizim kıtamızda gizli yeraltı merkezlerini kuran iki farklı grup... Şambala'nın uzayın derinliklerindeki karanlık şer güçlerle irtibatta oldukları ezoterik bilgilerde de vardır. Buna karşılık Agarta'nın da evrensel kozmik uygarlıklarla irtibatta oldukları da biliniyor.

Bütün bunların sonucu olarak; "Dünya Dışı Uygarlıklar"ın çok eski zamanlardan beri aramızda oldukları, dünya işlerine karışıp yön verdikleri teorisi çoğu kişi tarafından bilim kurgusal yaklaşım olarak değerlendirilse de, dikkatle ve ayrıntı ile yapılan araştırmalar gözden kaçmış gerçeklerin ortaya çıkmasını sağlayabilir.

Bakalım sonunda kazanan kim olacak... Aydınlığın oğulları mı yoksa karanlığın oğulları mı?...

Biz dünyalılar olarak bir seçim yapmak zorundayız... Tabi bunun için; "gerçeklerle""yalanları" birbirinden ayırd etmekten başka çıkar yolumuz yok..







 

SEVALİ

Kullanıcı
Katılım
14 Kasım 2012
Mesajlar
1,451
Beğeni
2,680
Puanları
113
Bütün bunların sonucu olarak; "Dünya Dışı Uygarlıklar"ın çok eski zamanlardan beri aramızda oldukları, dünya işlerine karışıp yön verdikleri teorisi çoğu kişi tarafından bilim kurgusal yaklaşım olarak değerlendirilse de, dikkatle ve ayrıntı ile yapılan araştırmalar gözden kaçmış gerçeklerin ortaya çıkmasını sağlayabilir.


Dünya Dışı Canlılık




planet-life.jpg


“Pek çok galaksinin pek çok gezegeninde halen organik hayat gelişmiş bulunmaktadır.”
Dr. Harlow SHAPLEY – Harward Üniversitesi

Dünya dışı canlılık, yani evrenlerde yaşam konusuna doğrudan girmeden önce, dünyamız üzerinde canlılığın ortaya çıkışını şöyle özetleyebiliriz(1).
Dünyanın fizik küre olarak bundan 4,5 milyar yıl önce güneş sistemiyle birlikte nasıl oluştuğu kozmolojinin konusuna girer. Dünyanın başlangıçtaki atmosferi, şimdikinden çok farklı olarak, başlıca; metan, su buharı, amonyak, siyan hidrik asit ve karbondioksit gazlarının bir karışımından oluşuyordu. Bu gazlar, bir yandan elektrikle yüklü atmosferi durmadan alt-üst eden fırtınalar içinde ardı arkası kesilmeksizin çakan şimşeklerin, öte yandan; daha yeni erimiş kızgın bir kütle halinde bulunan dünya gövdesinden yayılan muazzam sıcaklığın ve güneşten gelen türlü ışınların taşıdığı son derece yüksek titreşimli enerjinin etkisi altında proteinlerin yapıtaşları olan aminoasitleri oluşturmuşlar, bunlar da çeşitli şekilde birleşerek uzun protein moleküllerini meydana getirmişlerdir.


Günümüz Jeoloji bilimine göre yeryüzünde ilk canlının ortaya çıkışı oldukça karmaşık kimyasal bir ortamın (prekambriyen) yavaş yavaş gelişmesini izler. Bu ortam, organik olmayan işlemler sonucu ortaya çıkan aminoasitler, şeker ve başkaca, biyolojik olarak önemli maddelerden oluşan organik moleküllerle dolu bir tür “organik çorba”dır. Böyle bir ortamdaki birikme, gelişme ve farklılaşma olayları milyonlarca yıl sürer(kimyasal evrim). Bu evrenin doruk noktasına erişmesi, yani cansız moleküllerin, her nasılsa canlı organizmalara dönüşmesiyle “organik evrim” başlar…

Zaman içinde gitgide daha karmaşık hale gelen bu moleküller ise, sonunda; yaşamaya, yani bizim canlılık ya da yaşam/hayat adını verdiğimiz belli tepkilerde bulunmaya başlamışlardır. Söz konusu birleşmelerde enerjinin yanı sıra, bazı maddelerin(örneğin, “silikatlar”ın) katalitik bir rol oynadıkları sanılmaktadır. Buradan da anlaşılmaktadır ki; dünya üzerinde ilk canlılar, gezegenin atmosferini ve okyanuslarını dolduran bu kimyasal bileşiklerden gelişmiştir ki bunların hemen hemen hepsi bu gün bizler için öldürücü zehirden başka bir şey değildir.

Yukarıda özetlediğimiz bu hipoteze bilim insanları şu gerçeklerden hareketle varmışlardır(2):

1- Dünya üzerindeki tüm organizmalar iki çeşit moleküle bağlıdır. Aminoasitler ve nükleotidler. Bu iki tür molekül yerküre üzerinde canlılığın yapı bloklarıdır.

2- İlim insanları(örneğin, Stanley MILLER) dünyanın en ilkel atmosferinde bulunduğu tahmin edilen gazları bir araya getirerek hayatın bu yapı bloklarını elde etmişlerdir.

3- Virüsler hayat ile cansız madde arasında bulunan garip yaratıklardır. Virüsler üzerinde yapılan incelemelerde hayatın, cansız kimyasallardan ortaya çıktığı görüşünü destekler niteliktedir.

millerurey.jpg


MILLER – UREY Deneyi,1953

Bununla birlikte aynı yapı taşlarının, değişik koşullar altında değişik yaşam formları oluşturacakları da olasılık dışı değildir. Bu konuda astronom Prof. Dr. Carl SAGAN şunları söylemişti: “ Eğer aynı koşullar altında hayatı dünyada yeniden başlatmak mümkün olsaydı, bu günküne aynen benzeyen canlı şekillerini asla göremeyecektik. Dünyanın tekâmül yolunda, başka gezegenlerdeki canlıların ortaya çıkışını andıran birçok olay olmuştur.”(3)

Dünya Dışı Canlılık
Yaşamın temel kimyasal maddeleri ya da “yaşamsal unsurlar” günümüzde radyo-teleskoplarla görünen evrenin her yerinde keşfedilmiştir. Bu yaşamsal unsurlar(amonyak, karbon monoksit, formaldehit, etil alkol ve su) evrenin çeşitli ve değişik ortamlarındaki, değişik koşullar altında, değişik yaşam formları oluşturmuş olabilir.

Bu bakımdan dünya dışı canlılık söz konusu olduğunda, sadece dünyadaki yaşam koşulları açısından evrenlere bakmak kısır bir görüş sağlayacaktır. Maddeci zihniyetin gereği her nedense hep alışık olduğumuz koşullar altında bir yaşamsal gelişim ve canlılık düşünürüz genellikle. Bu, elbette ki gerçek anlamda bilimsellikle ve açık görüşlülükle bağdaşmayan bir tutuculuktur. Bu konuyla ilgili olarak Maryland Üniversitesi’nden egzobiyolog(dünya dışı canlılık bilimcisi) Cyril PONNAMPERUMA, “Sıcak su kaynaklarında ve yoğun asitlerin içinde bile hayata rastladık.” demiştir.

Dünya insanı(beşer) yüzyıllar boyu çeşitli koşullandırmalar, dogmalar ve hatta yüzde yüz doğruluğuna inandığı bilgiler çerçevesinde yaşam ve canlılığı daima dünyadakine benzer şekilde düşünmek eğiliminde olmuştur. Kimimize göre “oksijensiz bir yaşam ya da canlılık olamaz…”. Kimisi “susuz yaşam”ı bir türlü düşünemez. Kimimize göre de, “ultraviyole radyasyon olmazsa olmaz.” dır. Cornel Üniversitesi’nden Prof. Dr. Carl SAGAN, yaşam ve canlılık konusunda böyle katı önyargılar öne sürenler için; “oksijen mutaassıbı”, “su mutaassıbı”, “ultraviyole mutaassıbı” ifadelerini kullandıktan sonra bu konudaki düşüncelerini şöyle belirtmişti:(4)

Aslında canlılık, gerçekten de dünyadakinden tamamen değişik koşullarda ve ortamlarda gelişebilir. Bu, çok eski zamanlarda, atmosferimizde oksijen bulunmadığı devrelerde(gezegenimizde de) böyle olmuştu. O devrelerin ilkel canlıları için oksijen zehir etkisinde bir elementti. Bu bakımdan örneğin; Mars’taki organizmalar yaşamlarını sürdürebilmeleri için karbondioksit gereksinimi içinde bulunabilirler. Mars’taki yaratıklar ultraviyole radyasyonu kendileri için dayanılmaz bulduklarından pekâlâ vücutlarının üzerinde silikat kabukları geliştirmiş olabilirler. Belki de Mars Gezegeni’ndeherhangi bir ultraviyole radyasyonun saptanamamış olmasının nedeni, böyle kabuklu canlıların bunu atmosferden emmiş oldukları olabilir…”

Evrenlerde sadece dünya üzerinde hayatın olamayacağını, canlılığın; evrende, hatta galaksimiz Samanyolu içinde yok denecek kadar küçük olan gezegenimizle sınırlanamayacağını, öteki güneşlerin(yıldızların) çevresinde dönmekte olan irili ufaklı gezegenler(ve hatta onların uydularında bile) oraların biyokimyasal ve fiziksel koşullarına uyum sağlamış canlıların bulunması gerektiğini zamanımızdan çok önceleri de düşünenler ve bunu ifade edenler olmuştur. Bugün bilinen dünya tarihi içinde bu konuda düşünenlerin birisi, (M.Ö 4 YY) Epikür filozoflarından Metrodoros’tur. Ünlü düşünür bu konudaki görüşünü şöyle bir benzetmeyle ifadeye koymuştur: “Uçsuz bucaksız uzayda meskûn yer olarak sadece dünyayı düşünmek, ekilmiş bir tarla tohumdan sadece bir tek danenin yeşereceğini düşünmek kadar abestir.”

Günümüze daha yakın yüzyıllarda(1600’ler) zamanın filozoflarından Giordano Bruno, “Evrende sayısız güneşler var; her birinin çevresinde dönen dünyalarda var. Bu sayısız dünyalar canlı yaratıklarla meskûndur.”Sapmış Kilise dogmasının zulmü altında inleyen, o zamanın Avrupa toplumu bu kadar değişik fikirleri kaldıracak olgunluk ve hoşgörü düzeyinde değildi. Bundan dolayı ve daha çok, Bruno’nun bu ve benzeri ifadeleri kilise dogmasıyla bağdaşmadığı için “dine aykırı” gerekçesiyle Bruno yakılarak öldürülmüştü.

18.YY astronomlarından Johann Elert Bode, dünyadan başka gezegenlerin de meskûn olabileceğini düşünmekle kalmamış, Mars’taki varlıkların, dünya beşerinden spritüel bakımdan daha yüksek düzeyde bulunmaları gerektiğini tahmin ile bunu ifade etmiştir. Bir Amerikan diplomatı olan Percival Lowell’in dünya dışı canlılık konusundaki görüşlerini H.G Wells dramatize ederek “The War of the World” (Dünyaların Savaşı) adlı romanı yazmıştı.

Canlılığın Başlangıcı
Günümüzde, yaşamın kökeninin dünya dışında bulunması gerektiğini ileri süren teorilerin sayısı giderek artmaktadır. Gerçek anlamda bilimsel zihniyetin ürünleri olan bu teorilerden bazılarına göre, dünyada canlılığın başlangıcı 4,5 milyar yıl öncelere kadar gitmektedir. Bilindiği kadarıyla, o zamanlar yeryüzü; su buharı + hidrojen + metan + amonyak gazlarından oluşan bir atmosfer zarfıyla çevriliydi. Güneşin ultraviyole radyasyonu, atmosferde sürekli çakan şimşekler ya da volkanlardan kaynaklanan yüksek ısı nedeniyle atmosferi oluşturan moleküller parçalandı ve yeni yeni bileşikler ortaya çıktı. Bu yeni moleküllerin okyanuslara karışmasından sonra, hayatın ve proteinlerin yapı blokları olan aminoasitler ortaya çıktı. Aminoasitlerin bu şekilde oluşumunu S. MILLER yapay ortamda göstermişti. İlk aminoasitlerin ve nükleik asidin oluştuğu 4,5 milyar yıl öncesinin okyanuslarına “prebiotic soup”(ilkel çorba) denmiştir.

İşte benzer şekilde bir oluşumun, evrenleri dolduran sayısız gezegenlerin hiç değilse bazılarında da olabileceğine dair kanıtlar giderek artmaktadır. Yukarıda aktardıklarımıza benzer biyokimyasal kombinasyonlar dünyadakinden çok daha eski zamanlardan beri, başka dünyalar üzerinde niçin olmasın? Yerküremiz üzerine uzaydan yağmakta olan meteorit bombardımanının % 2’si belirli organik ya da karbonca zengin bileşiklerden oluşmaktadır. Bunların bazılarında aminoasitler, hatta fosilleşmiş mikroskopik canlılar bulunmuştur. Egzobiyolog C. Ponnamperuma Avustralya’ya düşmüş olan bir meteoritte 17 ayrı aminoasit saptamıştır. Zaten dünyada bilinen aminoasitler 20 kadardır.

Evet, yukarıda da belirttiğimiz gibi, yaşamın temel kimyasıyla ilgili elementlerin güneş sisteminin de dışında bulunabileceği konusunda kanıtlar gün geçtikçe artmaktadır. Radyo-astrominin uzayın derinliklerini dinleyip duran büyük kulakları, oralarda; su, etil alkol, formaldehit, karbonmonoksit ve amonyak gibi, bugün hayatın yapı blokları olarak bilinen maddeleri saptamış durumdadırlar. Bir zamanların ünlü astronomlarından Prof. C. SAGAN, “Hayatın yapı blokları uzayın her yerinde bulunmaktadır.” Diyordu. Evrenin dört bir yanında saptanmış olan bu yapı bloklarından, oraların mekan koşullarına uygun hayat formları türemiş, bir tür canlılık ortaya çıkmış olabilir. Evrenin herhangi bir yerindeki dünya dışı hayatın, aynı yapı bloklarından olsa bile dünyadakine aynen benzemesi zorunluluğu yoktur. Bu konuda Prof. C.SAGAN’ın sözlerini yeniden düşünmekte yarar görüyoruz: “Dünyadaki hayatı yeniden; hatta aynı fizik koşullar altında başlatmak mümkün olsaydı, bugünküne aynen benzeyen canlı şekillerini asla göremeyecektik.”

96170-004-7e533d191.jpg

Radyo Teleskobu

Bu neden böyledir? Çünkü dünyanın kimyası bugün, yaşamın oluştuğu 4,5 milyar yıl öncesiyle aynı değildir; yaşamın kendisi tarafından doğal olarak değiştirilmiştir. Yaşam, başlangıçtaki dünyanın atmosfer ve okyanuslarında bulunan en genel moleküllerin uğradığı en olası değişiklikler sayesinde ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, evrende bulunan ve dünyanın kimyasına az çok benzeyen ve aşağı yukarı güneşimiz gibi bir yıldızın ışığında yıkanan her gezegen, dünyada olduğu gibi canlılığı ortaya çıkarmak zorundadır. Amerika’nın en ünlü bilim yazarı Dr. Isaac Asimow bu konudaki görüşlerini şöylece ifade etmişti: “Uzayın derinliklerinde yaşam sadece bir olasılık değil, kaçınılmaz bir olgudur.” İşte, Asimow’un belirttiği bu“olmazsa olmaz”dan dolayı, birçok astrofizikçi ve astronom; evrenlerde, üzerinde yaşam bulunan birkaç milyon gezegenin var olduğu kanısındadır. Bununla birlikte yaşam ve canlılık önce terim olarak açıklanması gereken kavramlardır. Şöyle ki; bir madde olarak ortaya çıkmış olan bir kompozisyonun hayattar olduğunu kabul edemiyoruz. Hayatı bir başka anlamda alıyoruz. Hayatı, doğrudan doğruya maddenin kendisinin canlılık dediğimiz bir vasıfla müşterek olmasına bağlıyoruz.

080526155300-large.jpg


DNA Sarmalı

Hayattâr Olabilmek…
Hayat sahibi olabilmek, canlı olabilmek sadece maddesel yapıyla olası değildir. Bu maddesel yapıya etki eden bir başka vasfında mevcudiyeti kaçınılmazdır. Bu durumda, “evrenlerde hayat” deyince, maddeyi etkisi altına alan, onu başkasından ayıran ve ona ayrıca vasıflar izafe ettirmemizi gerektiren bir gücün daha eklenmesi gerekir. Bir dioksiribonükleik asit(DNA) zinciri üzerinde aminoasit oluşması ve birtakım kimyasal kompozisyonların bu zincire bağlantılar halinde uzanıp gitmesiyle bir hayatın oluşması olası değildir(söz konusu etki olmaksızın). Laboratuarda metan gazının yüksek ısı derecelerinde hidrojen basıncı altında bir takım asitler vermesi demümkün hale getirilmiştir. Ancak bu yapıları, hiçbir zaman hayattar yapılar ve “canlı bir yapı” şeklinde kabul etmek olası değildir.

Biz burada “evrenlerde hayat” dediğimiz zaman, şuurlu ve insan düzeyindeki akıllı yaşam formlarından söz etmiş olacağız. Evrenlerde yaşamın, bu anlamda insan idrakiyle bir yaşamın sadece ve sadece yeryüzüne ait olabileceğini kabul etmiyoruz. Çünkü sadece görebildiğimiz evrene göre, dünya dediğimiz kürenin; hem ömrü, hem çapı, hem de kitlesi o kadar küçüktür ki, bu ölçüleri sadece görebildiğimiz evrene oranladığımız zaman, insan düzeyindeki şuurlu yaşam formlarının sadece ve sadece bu zerre üzerinde oluşmuş olduğunu kabul etmek sadece mantık dışı değil, aynı zamanda abestir de… Çünkü evrenler, dünya koşullarıyla aynı düzeyde, ondan daha kusursuz, bizim anladığımız şekilde bir insan canlısının yaşamasına elverişli koşulları içeren, milyarlarla ifade edilebilecek yapılarla doludur. Bu tür(yaşama, canlılığın ortaya çıkmasına elverişli) koşulları kendi üzerinde toplamış olma vasfını sadece küçücük bir gezegene bağlamak son derece bencil ve dar görüştür.

Uçsuz bucaksız evrenlerde, canlıların ne şekilde ortaya çıktığını ifade etmek, bizim konumuzun ana temasının dışındadır. Evrenlerde insanın(değişik şuur düzeylerindeki varlıkların) yaygın olacağını kabul etmek daha mantıklıdır. Onun yaşamasına uygun ortamların sınırsız derecede çok olabileceği sadece mantıksal değil, matematik bir zorunluluktur da. Bu teke indirgemeye hemen hemen imkân yoktur. Çünkü evrenler(sadece bizim şimdi algılayabildiğimiz evren bile) yerküreye göre tasavvur edilemeyecek, hesaplanamayacak kadar sonsuz ve sınırsız olan olanaklar, olasılıklar ve yapılar ortamıdır. Bu anlamda, dünya dediğimiz bir gezegen üzerinde, insan formunda bir canlı ortaya çıkmışsa, bunun sadece dünyaya özgü olduğunu söylemek; sadece mantıkla değil, bilimsel verilerle de bağdaşmaz. Çünkü insan bedeni bir bakıma; karmaşık ve son derece ileri bir aklın/tekniğin ürünü ama bir bakıma da, yine bazı noktalardan, kendisinden ileride çok daha kompleks yapıların var olabileceğine ipuçları veren bir yapıdır.

Şöyle ki; bugün beden yapısı, dışsal etkileri algılamak için beş algılaması olan bir organizmadır. Fakat eğer bu yapıda başkaca tesirlerin alınmaları da murad edilirse; örneğin, bir takım elektromanyetik dalgaların algılanması gerekseydi, bu takdirde insanın gözü, kulağı, dili ve burnu ile algıladığı etkilerin dışında bu dalgalarında algılanmasına yarayacak ve hem de geliştirilmiş bir organa ihtiyaç olacaktı. Benzer şekilde(sayılarını çoğaltabileceğimiz) başka türlü, farklı titreşimli tesirlerin de algılanmasına yarayacak organlara gereksinim duyulması durumunda, ortaya çıkacak olan form, beşer formundan daha kusursuz ve daha tekâmül etmiş durumda ve kapasitede olacaktır.

Biliyoruz ki, “konuşma” dediğimiz; düşüncelerimizi seslendirmemize yarayan etkinlik; dil, nefes borusu, ciğerler ve kulak gibi bir takım organları gerekli kılar. Oysaki beyinden beyine düşünce aktarımında ise bunlara gerek yoktur. Eğer varlıkların bu tür ara organları kullanmadan, düşünceleri tüm berraklığıyla birbirine aktarmaları gerekseydi; o zaman alın üzerinde, kafa üzerinde ya da kafanın herhangi bir noktasında, düşünce ve duyguları çok kısa frekanslı biyo-elektrik dalgalarını alabilecek bir organ da geliştirilmiş olacaktı. Bu tür yapıdaki bir insan, bizim anladığımız ve bizlerden çok daha mütekâmil bir insan formu ortaya koymaz mı? Bunların daha ötesindeki algılamalara layık görülmüş olan bir beden formu ise, kuşkusuz ondan üstün olurdu. Dünya beşer tipini, evrenlerin en mütekâmil insan formu olarak kabul etmemiz için elimizde bunu kanıtlayacak bilgiler var mı? !

hubble001.jpg


Hubble Teleskobu

Günümüzde teleskopların görüş alanı içinde yaklaşık olarak 100 önünde 18 sıfır adet yıldız bulunmaktadır. Hubble Teleskopu’nun devreye girmesiyle bu rakam biraz daha büyüdü elbette…Bu yıldızların binde birinde yaşam ve canlılık için elverişli koşullar olduğunu kabul etsek, geriye 100 önünde 10-12 sıfır adet yıldız kalıyor… Bunların da binde birinde yaşama uygun atmosferin bulunduğunu farz etsek, geriye 100 önünde 9-10 sıfır adet yıldız kalmaktadır. Daha da ileri giderek, bunlarında binde birinde yaşamın ortaya çıktığını varsayarsak, şu anda üzerinde yaşam ya da canlılık olan 100 milyon gezegen bulunması gerektiği ortaya çıkar. Teleskoplar geliştirildikçe(Hubble örneğinde olduğu gibi…) görülebilen yıldız sayısının da arttığını burada anımsamakta yarar görüyoruz.

Bu arada, eğer evrenlerde yeryüzünden daha yaşlı ve yeryüzü koşullarını yaşayarak evrimleşmiş gezegenler varsa, o gezegenler üzerinde tezahür eden varlıklar, bu günkü dünya beşerinin vardığı evrim düzeyini çoktan geçmiş olmalılar… O gezegenlerdeki zeki varlıklar; şuursal gelişimlerini, kendi gezegenlerinden daha genç olanlarda yaşayan zeki varlıklardan çok daha önce geçirmiş olacaklarından, uzaya açılma konusundaki öncelik de hiç kuşkusuz o şuurlu varlıkların olacaktır. Dünya beşeriyeti bugün bilinen teknolojik aşamaya geldiğine göre, gezegenimizden çok daha kadîm zamanlarda bu evrimi geçirmiş olan bir gezegendeki varlıklar, acaba şimdi hangi evrim düzeyinde bulunmaktadır ?!

DİPNOTLAR

(1) BİLİMİN UZAK SINIRLARINDA, Prof. Dr. George GAMOW.
(2) ELEMENTARY ASTRONOMY, Prof. Dr. Otto STRUVE.
(3) Bilim ve Teknik Dergileri, TÜBİTAK.
(4) THE COSMIC CONNECTION, Prof. Carl SAGAN.




 
Üst