Kuran ve Temsil
Kuran, Yüce Kudretin Hatemü-l Enbiya olan Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) eliyle insanlığa gönderdiği son semavî kitaptır. O insanlığı gerçek insan olma ufkuna yükseltmek için gelmiş ve bu vazîfesini hakkı ile asırlar boyu gerçekleştirmiştir. Başta Kuranın mucizesi diyebileceğimiz sahabeler olmak üzere isimlerini saymakla bitiremiyeceğimiz insanlık semasının yıldızları olan büyük insanlar bunun en güzel misâlidirler. O, sahabelerle ve onlar gibi insanlarla temsil edildiği dönemde kendini en güzel şekilde ifade etmiş ve dünya medeniyetine o güne kadar başkalarınca ütopya görülen; insanların huzurlu ve mutlu olduğu, herkesin hak ettiği sevgiyi bulduğu insan ve sevgi merkezli medeniyetler hediye etmiştir. O dünyada insanların dünyevî-uhrevî ihtiyaçları karşılanmış, kadın kıymetli bir mücevher misâli baştacı edilmiş, büyük hakkı olan saygıyı, küçük ihtiyacı olan sevgi ve şefkâti bulmuş, arzın halifesi olan insan eşyaya müdahale hakkını çok iyi kullanmış, eşya ve hâdiselerin perde arkasına nüfuz edilmiş, ilimlerle tekvini emirler amacına uygun okunmuş ve topyekün bütün varlık hak ettiği konumu elde etmiş ve kendileriyle amaçlanan neticeleri ortaya koymuşlardır. Zaman ilerledikçe gençleşen Kuran, değişen şartların getirdiği problemleri -halk ifadesi ile- tereyağından kıl çeker gibi çözmüş ve insanların önünü açmıştır. Kuranın insana açılmasının en önemli sebeplerinden birisi olan Kurana teveccüh, bu insanların en önemli işleri olmuştur. Öyleki, bu Kuran sevdalıları zihinleri, kalpleri ve bütün ruhlarıyla Yüce Allahın kelamını anlamaya çalışmışlardır. Sabanın arkasında öküzüyle çift süren bir çiftçi bile kıraât-ı aşereyi biliyordu. Durum böyle olunca teveccühe teveccüh, nazara nazar fehvasınca Kuran da onlara kendini açıyor. O güne kadar onlara kapalı kalan hakikatlar tek tek ortaya çıkıyordu.
Zamanla insanlarda heyacan yorgunluğu, ihlas bezginliği, hedef sapması meydana geldi. Böyle olunca bir zaman sahabelerle temsil edilen Kuran gerçek temsilcilerini kaybetti ve nâ-ehillerin eline kaldı. Kuranı anlamaktan uzak bu liyakatsizler tekvini emirlerin şârihi olan Kuran ile ilimleri birbirinden ayırdılar. Bu ayrılık neticesinde bilimler kendilerinden beklenilen neticenin tam aksine Allahı inkâra kalkıştılar. Kuranda o insanların sığlığına mahkum oldu. Ayrıca temsil özürlü bu insanların elinde Kuran fikir adını verdikleri heves ve fantezilerini delillendirmek ve insanları ilzâm etmek için kullandıkları bir kitab haline geldi. Âyetler siyak ve sibakından koparılarak yetim âyetler olarak Kuranın bütününe mahrutî bir bakış olmadan tevil ve tefsir edildi. Kuranın sahibi olan Yüce Yaratıcıyı bilme, marifette derinleşme ve buna bağlı Ona olan muhabbetin artması hususunda hiç bir derdi olmayan insanlar sadece Arapçayı bilmekle Kuranı anlayacaklarını sandılar. Durum hiç onların sandığı gibi değildi. Öyle olsaydı, Kuranı en iyi Arapların anlaması gerekirdi. Gerçekte ise Kuranı Arapçayı iyi bilenler değil, Allahla münasebeti iyi olanlar anlar.
O Kuran hâla Allahın kitabıdır. Fakat O, bizim gibi insanların elinde kendini ifade edemeyen bir ebkem haline gelmiş. Kulağı duymaz, gözü görmez ve eli tutmaz olmuştur. O bizim içimizde halinden, dilinden anlaşılmayan, iç içe gurbetler yaşayan bir garîb durumuna düşmüştür. Eli-kolu bağlanmış, kendini ifade etme imkânı ve ortamı elinden alınmış; sonrada kendisinden beklenileni ve gönderiliş gayesini yapması istenmiştir. Bu durumda Kuran eli-kolu bağlanıp yüzmesi için suya atılan insan gibidir. Allah düşmanlarının amansız ve iflah etmez saldırılarına bir de dostların vefasızlık ve duyarsızlığı hatta ihaneti eklenince o sadece kandil gecelerinde ve cenaze merasimlerinde okunan bir kitap haline gelmiştir. Bu durumu, değerlerimiz adına her şeyin künde künde üstüne gittiği yıkılış günlerimizin dertli şairi Mehmet Âkif şöyle seslendirmektedir.
Lafz-ı muhkem yalnız anlaşılan Kuranın
Çünkü kaydında değil hiçbirimiz mananın
Ya açar Nazm-ı Celilin bakarız yaprağına
Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına
İnmemiştir hele Kuran bunu hakkıyla bilin
Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için
Biz Kuranı kalp ve kafamızdan çıkarıp, Onu kadife mahfazalar içerisinde yatak odalarımızın başına astığımız zamandan beri Kuranın tesirinden uzak kaldık ve hislerimiz, düşüncelerimiz ona karşı yabancılaştı. Bunun neticesinde bütün bütün Kurandan nasibimiz kesildi. Bu acı durumumuzu şu dörtlük ne güzel tasvir eder:
Gavvas olana Kuran
Mücevher dolu umman;
Nasipsizdir Kurandan
Her müstağni davranan.
Şimdi her şeye rağmen biz, Kuranın vaadettiği ve daha önce de defalarca ortaya koymuş olduğu güzellikleri dünyada bir kere daha yaşatmak ve insanların maruz kalacağı muhtemel büyük telatumlerin, çarpışmaların arasında oluşturacağımız sulh adalarında veya diğer bir ifadeyle beyaz adalarda huzur soluklatmak istiyorsak -ki yaşamamızın anlamı bu- Kuranın ihtiyaç duyduğu gerçek temsilciler olmak zorundayız. Çünkü insanlık Kurana muhtaç olduğu kadar, Kuran da çok iyi temsilcilere muhtaçtır.
Kuran, Yüce Kudretin Hatemü-l Enbiya olan Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) eliyle insanlığa gönderdiği son semavî kitaptır. O insanlığı gerçek insan olma ufkuna yükseltmek için gelmiş ve bu vazîfesini hakkı ile asırlar boyu gerçekleştirmiştir. Başta Kuranın mucizesi diyebileceğimiz sahabeler olmak üzere isimlerini saymakla bitiremiyeceğimiz insanlık semasının yıldızları olan büyük insanlar bunun en güzel misâlidirler. O, sahabelerle ve onlar gibi insanlarla temsil edildiği dönemde kendini en güzel şekilde ifade etmiş ve dünya medeniyetine o güne kadar başkalarınca ütopya görülen; insanların huzurlu ve mutlu olduğu, herkesin hak ettiği sevgiyi bulduğu insan ve sevgi merkezli medeniyetler hediye etmiştir. O dünyada insanların dünyevî-uhrevî ihtiyaçları karşılanmış, kadın kıymetli bir mücevher misâli baştacı edilmiş, büyük hakkı olan saygıyı, küçük ihtiyacı olan sevgi ve şefkâti bulmuş, arzın halifesi olan insan eşyaya müdahale hakkını çok iyi kullanmış, eşya ve hâdiselerin perde arkasına nüfuz edilmiş, ilimlerle tekvini emirler amacına uygun okunmuş ve topyekün bütün varlık hak ettiği konumu elde etmiş ve kendileriyle amaçlanan neticeleri ortaya koymuşlardır. Zaman ilerledikçe gençleşen Kuran, değişen şartların getirdiği problemleri -halk ifadesi ile- tereyağından kıl çeker gibi çözmüş ve insanların önünü açmıştır. Kuranın insana açılmasının en önemli sebeplerinden birisi olan Kurana teveccüh, bu insanların en önemli işleri olmuştur. Öyleki, bu Kuran sevdalıları zihinleri, kalpleri ve bütün ruhlarıyla Yüce Allahın kelamını anlamaya çalışmışlardır. Sabanın arkasında öküzüyle çift süren bir çiftçi bile kıraât-ı aşereyi biliyordu. Durum böyle olunca teveccühe teveccüh, nazara nazar fehvasınca Kuran da onlara kendini açıyor. O güne kadar onlara kapalı kalan hakikatlar tek tek ortaya çıkıyordu.
Zamanla insanlarda heyacan yorgunluğu, ihlas bezginliği, hedef sapması meydana geldi. Böyle olunca bir zaman sahabelerle temsil edilen Kuran gerçek temsilcilerini kaybetti ve nâ-ehillerin eline kaldı. Kuranı anlamaktan uzak bu liyakatsizler tekvini emirlerin şârihi olan Kuran ile ilimleri birbirinden ayırdılar. Bu ayrılık neticesinde bilimler kendilerinden beklenilen neticenin tam aksine Allahı inkâra kalkıştılar. Kuranda o insanların sığlığına mahkum oldu. Ayrıca temsil özürlü bu insanların elinde Kuran fikir adını verdikleri heves ve fantezilerini delillendirmek ve insanları ilzâm etmek için kullandıkları bir kitab haline geldi. Âyetler siyak ve sibakından koparılarak yetim âyetler olarak Kuranın bütününe mahrutî bir bakış olmadan tevil ve tefsir edildi. Kuranın sahibi olan Yüce Yaratıcıyı bilme, marifette derinleşme ve buna bağlı Ona olan muhabbetin artması hususunda hiç bir derdi olmayan insanlar sadece Arapçayı bilmekle Kuranı anlayacaklarını sandılar. Durum hiç onların sandığı gibi değildi. Öyle olsaydı, Kuranı en iyi Arapların anlaması gerekirdi. Gerçekte ise Kuranı Arapçayı iyi bilenler değil, Allahla münasebeti iyi olanlar anlar.
Ziyaretçiler için gizlenmiş link,görmek için
Giriş yap veya üye ol.
O Kuran hâla Allahın kitabıdır. Fakat O, bizim gibi insanların elinde kendini ifade edemeyen bir ebkem haline gelmiş. Kulağı duymaz, gözü görmez ve eli tutmaz olmuştur. O bizim içimizde halinden, dilinden anlaşılmayan, iç içe gurbetler yaşayan bir garîb durumuna düşmüştür. Eli-kolu bağlanmış, kendini ifade etme imkânı ve ortamı elinden alınmış; sonrada kendisinden beklenileni ve gönderiliş gayesini yapması istenmiştir. Bu durumda Kuran eli-kolu bağlanıp yüzmesi için suya atılan insan gibidir. Allah düşmanlarının amansız ve iflah etmez saldırılarına bir de dostların vefasızlık ve duyarsızlığı hatta ihaneti eklenince o sadece kandil gecelerinde ve cenaze merasimlerinde okunan bir kitap haline gelmiştir. Bu durumu, değerlerimiz adına her şeyin künde künde üstüne gittiği yıkılış günlerimizin dertli şairi Mehmet Âkif şöyle seslendirmektedir.
Lafz-ı muhkem yalnız anlaşılan Kuranın
Çünkü kaydında değil hiçbirimiz mananın
Ya açar Nazm-ı Celilin bakarız yaprağına
Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına
İnmemiştir hele Kuran bunu hakkıyla bilin
Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için
Biz Kuranı kalp ve kafamızdan çıkarıp, Onu kadife mahfazalar içerisinde yatak odalarımızın başına astığımız zamandan beri Kuranın tesirinden uzak kaldık ve hislerimiz, düşüncelerimiz ona karşı yabancılaştı. Bunun neticesinde bütün bütün Kurandan nasibimiz kesildi. Bu acı durumumuzu şu dörtlük ne güzel tasvir eder:
Gavvas olana Kuran
Mücevher dolu umman;
Nasipsizdir Kurandan
Her müstağni davranan.
Şimdi her şeye rağmen biz, Kuranın vaadettiği ve daha önce de defalarca ortaya koymuş olduğu güzellikleri dünyada bir kere daha yaşatmak ve insanların maruz kalacağı muhtemel büyük telatumlerin, çarpışmaların arasında oluşturacağımız sulh adalarında veya diğer bir ifadeyle beyaz adalarda huzur soluklatmak istiyorsak -ki yaşamamızın anlamı bu- Kuranın ihtiyaç duyduğu gerçek temsilciler olmak zorundayız. Çünkü insanlık Kurana muhtaç olduğu kadar, Kuran da çok iyi temsilcilere muhtaçtır.