Mitoloji | Define işaretleri ve anlamları

Mitoloji

PHOENiX

Kullanıcı
Katılım
12 Ekim 2011
Mesajlar
30
Beğeni
25
Puanları
6
Konum
EDiRNE
ATLANTİS

Platon’un Timaeusve Critias adlı dialogları Atlantis’in mevcudiyetinden kesin olarak bahsedilen tek yazılı kayıtlardır. Dialoglar Sokrates, Hermo Crates, Timaeus ve Critias arasında geçen konuşmalar şeklindedir. Timaeus ve Critias, Sokrates’in ideal toplumlar hakkında yapmış olduğu bir konuşmaya “hayal ürünü olmayan gerçek bir hikaye” ile katılmaya karar verirler.

Hikaye Platon’un 9000 yıl öncesinde antik Atina ve Atlantis arasındaki savaş hakkındadır. Uzak geçmişe ait bilgiler Platon’un Atina’da yaşadığı zamana kadar unutulmuş, Atlantiss’in hikayesi Solon’a Mısır’lı rahipler tarafından aktarılmıştır. Solon hikayeyi Dropes!e yani Ciritias’ın büyük büyük babasına aktarmıştır. Critias hikayeyi kendisiyle aynı ismi taşıyan büyük babasından öğrenmiştir. Aşağıda yazılı olan dialoglar Platon tarafından aşağı yukarı M.Ö. 360 yılında yazılmış ve ingilizceye tercüme edilmiştir

NOT: Dialogların sayfaları ve paragrafları arasındaki kurgu tarafından yaratılmıştır. Bunlar kasten uzun geçmişe bağlı kısaltmalar yapılması ve bilgisayar ekranında okunmasını kolaylaştırmak amacı ile gerçekleştirilmiştir.

TİMAEUS

Timaeus, Atlantis’e ait hikayeyi özetleyerek bir ön giriş yapmak görevini üstlenir. Yazının büyük bir kısmı, oluşum evresinin tarif edilmesi ve doğal fenomenin izah edilmesi hakkındadır. 2 nci sayfa Timaeus’un Atlantis’ten söz ettiği ve onu tanımladığı tek bölümdür.

CRİTİAS

Critias, kayıp adanın detaylı olarak tanımlanmasını sağlamış ve bu adanın hakkı hakkında en az antik Atina kadar bilgi vermiştir. Bu hikayede adı geçen veya yer alan bütün kahramanların (Timaeus dışında) antik Yunan' da gerçekten var oldukları bilinmektedir. Onların hayatları ve ölümleri hakkındaki diğer kayıtlar, başka bir zaman periyodu içinde kaydedilecektir.

NOT: Hikayede adı geçen iki Critias adlı kişi bir karmaşaya neden olabilir. Birinci Critias dialoglarda yer alan gerçek kişidir. Atlantis’in hikayesini Sokrates’e anlatan odur. İkinci Critias yani birinci Critias’ın büyük babasıda dialoglarda geçer. Bu büyük Critias Atlantis hakkında hikayeyi torununa anlatmış, torunuda bunu dialoglarda görüleceği gibi Sokrates’e taşımıştı.

DİALOGLARDA AKTİF OLARAK YER ALAN KİŞİLER ŞUNLARDIR.

TİMAEUS: Hakkında tarihsel bir kanıt yoktur.
CRİTİAS : Platon’un büyük büyük babasıdır.

SOKRATES : Platon’un akıl hocası ve öğretmeni. Atina’nın otoriteleri tarafından, Atina’nın gençliğinin ahlak yapısını zedelediği için idama mahküm edilmiştir. M.Ö. 466-399 yılları arasında yaşamıştırr.

HERMOCRATES : Devlet adamı Syracuse’un askeri

DİALOGLARDA BAHSİ GEÇENLER

SOLON ; Atina’lı gezgin, şair ve yaşamacı, aşağı yukarı M.Ö. 638-559 yılları arasında yaşamıştır. Plato’ya göre Mısır’lı rahiplerden, Atlantis’in hikayesini ilk öğrenen odur.
DROPİDES :Critias’ın büyük büyük babası. Hikaye ona uzaktan akrabası ve yakın arkadaşı olan Solon tarafından anlatılmıştır.
CRİTİAS ides’in oğlu ve dialoglarda yer alan Critias’ın büyük babası. Hikayeyi Critias’a aktaran odur.

Timaeus: Ne kadar minnettarım , Sokrates, sonunda gelebildim, uzun bir seyahatten dönen yorgun bir gezgin gibi. Artık dinlenebilirim. Varlığıma dua edebilirim. O hep yaşlı oldu ve beni ifşa etti, bağışladı, sözlerime katlandı ki onlar doğru ve kabul edilebilir bir şekilde ona söylemişti. Ancak kasıtlı olarak kötü bir şey söylemedim. Beni yorması için ona dua ettim. Ödül ve ceza için ve sadece ödül ve ceza için yanılan doğru yola getirilmeliydi. Dilerim ki gelecekte tanrıların jenerasyonu ile alakalı doğru şeyler söylerim ve bana bütün ilaçlardan mükemmel ve iyi olan bilgiyi vermesi için dua ederim. Benim duacıma, bağışlaması için, bütün kanıtları Critias’a verdim. O anlaşmamıza göre sonraki konuşmayı yapacak olandır.

Critias : Ve ben, Timaeus güvenin dışında ve seninde başta söylediğin gibi önemli mesafeler hakkında konuşacaktım. Dilerim ki sana biraz ve hoş görü gösterilir. Aynı sabır ve hoş görüyü kendi söyleyeceklerim içinde istiyorum. Ve çok yi bilirim ki bu isteğim zamansız ve nezaketsiz görünebilir. Her şeye rağmen yapmalıyım. Hangi insanın duyguları söylediklerini yalanlamak ister. Ben yalnızca senden fazla göz yummak için teşebbüs gösterebilirim. Çünkü benim temam çok daha zor. Ve tartışabilirim ki tanrıların iyişiyle konuşmak insanların iyisiyle konuşmaktan kolay görünebilir. Tecrübesiz ve söze önem vermeyen dinleyicilerinin her hangi bir konuda konuşması, ona büyük bir yardımla eş değerdir. Biliyoruz ki biz tanrılarla karşılaştırıldığımızda ne kadar bilgisiz kalırız. Ancak maksadımı anlaşılabilir hale getirmeliyim, eğer Timaeus sen beni takip edersen herhangi birimiz tarafından söylenen her şey ancak sahte ve temsili olabilir. Ressamların vücutları tanrısal ve cennetsel benzerlikler içinde yaptıklarını hesaba katarsak, memnunluğun değişik ölçümleri, izleyicilerin gözlerinin nasıl algıladıklarına bağlıdır. Görürüz ki herhangi bir devrede sahte dünyalar, ırmaklar, ağaçlar, evren ve orada bulunanları yaratan sanatçılardan memnun oluruz. Hiç bir şey böyle bir konuyu özetleyemez. Resmi incelemeliyiz ve analiz etmeliyiz. İstenen belli belirsiz ve aldatıcı bir durum ve karanlığa ilerleme. Ancak ne zaman her hangi biri insan formunu basit ve çabuk resmetmek isterse, bizde hataları bilmek için çabuk oluruz. Ve tanıdık benliğimiz bizi sert bir yargıç yapar, benzerliğin her noktasını kaybetmek ister gibi, aynı şeyin söylemlerimizde de olmasına riayet ederiz. Tanrısal veya cennetsel bir resimden memnun oluruz, onun benzerleri de bizi memnun eder. Oysa ahlaki ve insansal eleştirilerimizde daha özetsel olur. Eğer ki konuşmalarımızda anlatmak istediklerimizi uygun bir şekilde dile getiremiyorsam bani bağışlayınız. İnsani şeylere benzeyenlere onay ve önem vermek, iyinin tersini yapmaktır. Size önermek istediğim bu durum aynı zamanda yalvarmak, Sokrates artık daha az olmamalıyım, fakat az sonra söyleyeceklerime daha müsamalı. Hangi lütuf ki istemekte haklıyım, sende bağışlanmaya hazır olursun.

Sokrates: Tabi ki Critias senin istediklerini karşılayacağız ve aynı şeyi Hermocrates’den de bekliyoruz. Sen ve Timaeus kadar iyi, herhangi bir kuşkum yok ki kısa bir süre sonra onun sırası gelince oda aynı isteklerde bulunacaktır. Senin gibi eğer kendisine taze bir başlangıç sağlanabilirse ve defalarca aynı şeyleri söylemeye mecbur kalmazsa, bırakalım anlasınki müsamaha uzun süredir ondan beklenen bir şeydi. Dostum critias sana tiyatronun yargısını bildireceğim. Genel düşünce son aktörün şaşılacak kadar başarılı olduğu, onun yerini alabilmek için büyük bir müsamaya ihtiyaç var.

Hermacratos: Uyarı, Socrates ona öğütlediğin şey, benimde kendim için yapmam gereken bir şey. Ancak unutma Critias bu zayıf kalp asla zaferi yükseltmez. Bu nedenle gitmeli ve tartışmaya bir erkek gibi katılmalısın. İlk önce Apollo ve Musa’ya yalvar ve sonra seni öven sesleri duymamızı sağla ve herkese büyük hünerli kadim yurttaşlarını göster
Critias: Dostum Hermociritias , sen ki son mevkidesin, ve önünde başkası, kalbini henüz kaybetmedin durumun ağırlığı seni yakında ortaya çıkaracaktır. Bu arada senin davetine ve cesaretini kabul ediyorum. Ancak bununla beraber bahsettiğin tanrılar ve tanrısal varlıklar arasından, ben özellikle mnemosyne yalvarırdım. Konuşmamın bütün önemli kısmı onun lütfüna muhtaç ve eğer benim tarafımdan söylenen ve solon vasıtasıyla buraya ulaşan şeyleri yeteri derecede hatırlayabilir ve dile getirebilirsem, şüphem yok ki bu tiyatronun isteklerinden memnun olacağım. Ve şimdi, daha fazla oyalanmadan başlayacağım. İzin verin önce gözlemlerimle başlayayım. Bu geçen 9000 yıl Heracles’in, Pillar’s dışında ve içinde ikamet edenlerin arasında olan savaştan itibaren olan zamanın toplamını ifade eder ki bu savaşı size izah edeceğim. Bir taraftaki savaşçılar Atina’nın liderleri olarak kaydedilmiş, ve savaşın dışında dövüşmüşler, öteki taraftaki savaşanlar ise Atlantis’in kralları tarafından kumanda edilmişi ki bu ada (Atlantis) Libya’dan, Asya’ya kadar uzanıyor. Ve bir deprem sonucu batıyor. Buradan okyanusa açılmak isteyen denizcilere geçilmez bir çamurdan engel oluşturuyor.

Tarihin gelişimi ile çeşitli milletlerden, barbarların ve Helen uygarlıklarının başarılı bir şekilde ortaya çıkmaları ve sahnede var olmaları sonucu ancak özellikle size o dönemde ki Atina’yı tarif etmeliyim. Onlarla savaşan düşmanlarını ve bu iki krallığın saygı değer ve güçlü devlet adamlarını Atina’nın üstünlüğünü teslim edelim.

Eski tanrılar zamanında tüm dünya tanrılar arasında dağıtılarak pay edilmişti. Tartışma yoktu. Doğru kabul etmezsek dahi, tanrılar hangi kısmı kendileri için uygun olduğunu bilmiyorlardı. Veya bildikleri halde kavgayla kendilerine daha uygun ve ötekilere ait bazı bölümleri almak isterlerdi. Onlar yalnızca pay ederek istedikleri yerleri almak isterlerdi. Kendi yolunda ilerleyenler ise ki onlar bize bakan insanlardı. Onların bakıcılığı ve bonkörlüğü aynen bir çobanın bir sürüye bakması gibiydi. Yalnızca felaketleri kullanmayanlar veya vücutsal güçlerini kullanmayanlar, ani çobanların yaptığı gibi ancak bizi kayığın arka tarafını idare eden pilotlar gibi yönetirlerdi. Bu hayvanları yönetmek için kolay bir yoldur. Ruhumuzu kendi zevklerine göre inanç dümeninden tutarak, tüm ölümlü yaratıklara rehberlik ettiler. Simdi değişik tanrılar değişik yerlerde sıralanmış, kendi paylarına sahipler. Hephaestus ve athena ki onlar erkek ve kız kardeştiler. Aynı babadan tohum almışlardı. Ortak doğalara sahip filozofi ve sanat sevgisi ile birleştirilmiş. Bu toprağın ortak parçasını elde etmiş. İsimleri korunmuş ancak eylemleri gelenekleri ve hatalarını kabul edenleri yakılarak yok etmişlerdi.

Ne zamanki kurtulanlar olmuş ki zaten bunu söyledim. Onlar dağlarda oturan insanlardı. Yazı sanatına önem vermezler. Yalnızca toprak hışırtılarını tanrılar ancak bu hırsızların neler yaptıklarını bilmezlerdi. Çocuklarına vermek istedikleri isimler yeterli olacak isimlerdi. Ancak hünerlilerin ve sedeflerinin bıraktıkları yalnızca karanlık gelenekleri kabul eden kuramlardır. Bunlar kendilerini ve çocuklarını hayatın bir çok gereksiniminden yoksun bırakırdı. Bütün dikkatleride isteklerinin sağlanmasına yönelttiler. Konuşmaları uzun süredir ihmal edilmeleriydi. Mitoloji ve eski araştırma şehirlere boş vakitlerin ortaya çıkmasıyla girdi. Bununla beraber hayatlarının gereksinmelerinin karşılandığını gördüler. Bu benim vardığım sonuç. Çünkü Solon dedi ki savaşta bahsi geçen isimler ki onlar Theseus’da önceki zamanda kaydedilmiş Cecrops, Erekhtheus, Ericthonus,Eryssıchton ve buna benzer kadın isimleri. Bununla beraber kadının ve erkeğin beraber savaşla uğraştıkları zamandan itibaren o dönemin erkekleri zamanın adetlerine göre bir figür oluşturmuşlar, ve tanrısal varlıkları zırhlarla çevrili olarak görmüşlerdir. Kanıt olarak beraber yaşayan hayvanlar erkek ve dişi hünerler ve onlara verilen cinsiyet farkı kabul edilmiştir.
Şehirde oturanlar çeşitli sınıflardan oturan yurttaşlardı. Zanaatciler vardı. Aile babaları vardı. Bir de ilahi, tanrısal insanlar tarafından oluşturulmış savaşçı bir sınıf vardı. Sonra ikamet edenler doğa ve eğitim için gerekli olan her şeye sahiptiler. Kendilerine ait fazla bir şeyleri olmasa bile olanları ortak kullanmaktan memnunluk duyarlardı. Yiyecekleri dışında diğerlerinden bir şeyler almayı talep ederlerdi. Ve dün tarif ettiğimiz bütün uğraşları yaparlardı. Sanki bizim hayal gardiyanlarımız gibi.

Şehir hakkında Mısır’lı rahiplerin söyledikleri yalnızca muhtemel şeyler değil kanıtlarla doğrulanmış şeylerdir. O zaman ki sınırlar İsthmus tarafından çizilmiştir. Cithaeron ve Panes yükseltilerine kadar kıta boyunca uzanan bir yol izliyordu. Deniz doğrultusunda aşağıya devam ediyor. Oropus’u sağina alıyor Asopus nehri ile sol sınırını oluşturuyordu. Toprakları dünyanın en iyi topraklarıydı. Bu sebeple geniş bir orduyu besleye biliyordu. Bu ordu çevrede bulunan insanlardan oluşuyordu. Atticca’nın kalıntıları ile (hala vardır.) dünyanın herhangi bir bölgesiyle karşılaştırıldığında çeşitlilik ve mükemmellik bakımından otlaklarının her çeşit hayvan için uygun olması bakımından gelişmiştir. Günümüzde bile bu topraklarda bol ve bereketli üretim devam etmektedir. Bunlar ki söylediklerimin doğru olduğunu kanıtlar.

Size nasıl anlatsam , acaba hangi parça o toprakların artığı olarak kabul edilebilirdi? Tüm şehir kıtanın geri kalanından itibaren deniz üzerine uzanan bir burun gibiydi. Çevreleyen sular ise komşu bölgelere nazaran çok daha derindi. Bu geçen 9000 yıl içinde bir çok sel meydana gelmişti. Geçen onca zamana , şu ana kadar ve onca değişime rağmen hiç bir zaman dağlardan gelen toprak ve kirin kayda değer bir birikmesi olmamış. Diğer yerlerdeki gibi ancak dünya bütün çevresinde alçalmış ve görme alanından çıkmıştır. Sonuç olarak, geçmişle bugünü mukayese edersek, yalnızca iskelet kalıntıları, küçük adacıklar, akan toprak ve kirin zengin parçacıkları dağlarının yüksek yamacının toprakla kaplanmış olduğu, ovalar ve düzlükler (bizim tarafımızdan yok edilmiş). Phellus’un toprakla dolu olduğu ve dağlarında bereketli olmaları oldu görülür.

Bütün bu son izlerle beraber. Bugün bazı ormanlardaki besinler ancak açların ihtiyacını karşılaamaya yeter. Halen oradan kesilen kereste ile yapılan çatıları görmek mümkündü ki bunlar en büyük kulelerin çatılarını bile kaplamaya yetecek büyüklükteydi. Çok büyük başka ağaçlar vardı. İnsan tarafından işlenmek ve çiftlik hayvanları beslemek için bereketli otlaklarda. Üstelik topraklar yıllık doğal yağmurlar ile kendiliğinden biçilecek hale geliyor. Şimdiki gibi boşa akan sularla toprak kaybetmiyordu. Ancak bereketli imkanlara bütün bölümlerinde sahip. Bunu kendi bünyesinde sağlıyor. Ve bereketli zengin kil yataklarına sahip, bunlar oyuk ve çöküklerin içine bırakılıyor ve yukarılarda oluşan akıntılarla ve akarsularla besleniyordu. Halen bile eski bereketli kutsal kalıntılar arasında bir zamanlar akan akarsu , su izlerine rastlanabilir. Bunlarda söylediklerimin doğru olduğu bir kez daha kanıtlar. Ülkenin doğal durumu ki toprak işlenmiştir. İnanabilir ki ülkenin iddialı, çalışkan, doğru insanlarınca yapılmıştır. Bu kişiler onurlarına asil doğayı seven insanlardır. Buralar dünyanın en iyi kiline ve bereketli suyuna, cennetsel denebilecek bir iklime sahiptir. Şu anda şehir bu bilgiye göre düzenleniyor. İlk olarak akrapolis şu anda olduğu gibi değildi. Bir akşam yağan şiddetli yağmur sonucu bütün toprak temizlenmiş ve kaya oyularak çıplak kalmıştır. Aynı zamanda depremler ve olağanüstü su baskınları ki bu Deocalion’un büyük yıkıma uğramasından önce üç kez olmuştur. Ancak ilkel çağlarda Acropolis dağı Erıdanus ve ılısus’a kadar uzanır. Pnyx’i bir taraftan içine alır ve Lbcabettus’u Pnyx’ın ters tarafından sınır kabul ederdi.

İyi bir kitle tepeden itibaren kaplıydı ve bir iki yer hariç yüksek zirvesi vardı. Acropolis’in dışında ve dağların eteklerinin zanaatçılar otururlardı. Çiftçi olanlar toprağı sürer, savaşçı sınıf ise Athene ve Hephaestus’un zirvede bulunan tapınaklarında yaşardı. Üstelik buraları bir evin bahçesi gibi parmaklıklar ile çevirmişlerdi. Kuzeyde insanlar beraber yaşar ve kışın yemek yemek için barınaklar kurarlardı.

Tapınakların yanında ortak kullanım ve ihtiyaçlar için binalar yapmışlardı. ancak bunların hiç biri altın veya gümüş ile süslenmiş değildi. Bunları herhangi bir amaç uğruna değil amaçsızlık ve gösteriş arasında bir yön bulmak amacıyla kullanmışlardı. Alçak gömülü evler yapmışlar. Çocuklarına, çocukları yaşlandıkça onları kendileri gibi olanlara bırakmışlar aynı şey olmuştur.

Ancak yazları bahçelerini yemek, barınaklarını terk etmişler dağın güneyinde aynı amaçlı yerler yapmışlardı. Şu anda Acropolis’in olduğu yerde bir su kaynağı vardı. Bu kaynak deprem ile yok olmuş, geriye bir kaç ufak dere kalmış ve çevrede varlığını hala sürdürmektedir. Ancak bu günlerde su kaynağı bereketli su vermeye devam etmiş ve kışla yaz ,için uygun sıcaklığı ayarlamıştır. Bu onların yaşayış şeklidir. Kendi yurttaşları için koruyucu olma halleridir. Ve Helen’e liderlik eden insanlar ve onların istekli

takipçileridir. Her zaman için aynı sayıda kadın ve erkeğin bulunmasına dikkat etmişler her zaman hazır savaşçı bulundurmuşlardır. Bugün ise sayıları 20 birdir. Antik Atina gibi bu tarzda ülkelerini ve topraklarını doğru bir şekilde yönetmişler ve aynı şeyi kalan tüm Yunan için yapmışlardır. Tüm Avrupa ve Asya’da ünlenmişler ırklarının güzelliği ve ruhlarının hüneri ve yaşayan insanların kabiliyetler,i onları tanıtmıştır. Eğer bana çocukken anlatılanları unutmamış isem size onların düşmanlarının temeli ve karakteri hakkında bilgi vereceğim. Dostlar hikayelerini kendilerine saklamamalı ve paylaşmalıdır.
Hikayenin devamına geçmeden önce sizi uyarmak isterim. Eğer hikayede adı geçen bazı yabancıların yunan isimlerine sahip olduklarını duyarsanız, size bunun sebebini anlatayım; Hikayeyi şiirinde kullanmak isteyen Solon isimlerinin anlamlarını araştırır ve öğrenir ki bunu yazan eski Mısır’lılar bunu kendi dillerine çevirmişlerdir. Solon hikayeyi dilimize çevirirken isimlerin manalarını düzeltir. Benim büyük büyük babam Dropides’te orjinal metin vardı. Bunlar hala bendedir ve tarafımdan dikkatlice çalışılmıştır. Bu nedenle böyle isimler duyarsanız şaşırmayın. Hikaye şu şekilde başlıyor.

Daha önce ki konuşmamda tanrılar paylarından bahsetmiştim. Onlar dünyayı farklı genişliklerde parçalara ayırmışlardı. Ve kendileri için tapınaklar ve ilahi kurumlar kurmuşlar. Possesidon, kendi payı olan Atlantis adasını aldığında, fani biz kadından çocuklar almış ve adanın bir yerine yerleştirmiş ki az sonra anlatacağım. Burası denize doğru bakıyormuş l , ancak adanın en orta yerindeymiş burada ovaların en güzeli denebilecek bir ova ve bereket varmış. Ovanın yanında fazla yüksek olmayan bir dağ bulunuyormuş. Bu dağda adanın en ilkel insanları yaşıyormuş. Bunlardan birinin ismi Evanor imiş. Karısının ki ise Levcıppe ve Cletio adında bir kızları varmış. Bu bakire kız evlenme yaşına geldiği sıralarda annesi ve babası ölmüş. Possedıon bu kıza aşık olmuş. Ve onunla görüşmeye başlamış. Toprağı yararak hem denizden hemde karadan kızın yaşadığı dağı çevirmiş. İki karadan üç’te denizden olmak üzere nöbet bölgeleri yapmış bunları adanın tam ortasından aynı uzaklıkta olmak üzere çıta ile çevirmiş. Böylece insanlar bu adaya ulaşabilseler dahi, gemiler ve gezginler ulaşamayacaklarmış.

Kendisi bir tanrı olarak adanın merkezinde değişiklikler yapma konusunda güçlükle karşılaşmıyormuş. Toprağın altındaki iki pınar getirmiş, biri sıcak biri soğuk akıyormuş. Kilden bereket alan bu pınarlar toprakta her çeşit yiyeceğin yetişmesini sağlıyormuş. 5 ikiz çocuk getirip adayı 10 parçaya bölmüş. En büyük ilk ikizlere annesinin yaşadığı yeri ve çevresini vermiş. Burası en büyük ve en güzel yermiş. Onu diğerlerinin kralı yapmış. Diğerlerine de prenslikler, emirlerine askerler ve geniş araziler vermiş. Hepsini isimlendirmiş. Büyük olana yani krallık verdiğine Atlas ismini koymuş. Ondan sonra tüm ve okyanus Atlantik adıyla anılmış. Onun kendisinden sonra doğan ikiz kardeşine Heralles’in Pıllar’sın karşısındaki büyük payını vermiş. Burası gades bölgesi denilen yere bakıyormuş. Yunanca Eumellus adını vermiş. Bu kendi dillerince Gaderius demekmiş. İkinci ikizlerin birisine Ampheres diğerine Evaemon ismini takmış. Üçüncü ikizlerin büyüğüne Mneseus küçüğüne ise Autochthon ismini vermiş. Dördüncü ikizlerin büyüğüne Elasıppus, küçüğüne Mestor ismini vermiş. Son olarak beşinci ikizlerin büyüğüne Azaes, küçüğüne ise Dıaprepes ismini vermiş. Onlar ve onların torunları adada yaşayanlar ve açık denizdeki adaları yönetenler olmuşlar. Ve belirtildiği gibi tüm ülke üstünde Pıllars’tan Mısır’a ve Thrrhenıa’ya egemen olmuşlar.
Artık Atlas büyük ve saygı değer bir aile sahibidir. Krallık onun elindedir. En büyük oğuldan oğula uzun süredir geçmektedir. O ana kadar hiç bir kralın sahip olmadığı büyüklükte bir zenginliğe ve egemenliğe sahiptir. Bunun tekrar olması olası görünmekte ve ihtiyacı olan her şeyle donatılmış durumdadır. Hem şehir hem ülke çok zengindir. Kurdukları imparatorluğun büyüklüğü sonucu yabancı ülkeler onlara ganimet getirmekte ve zaten de adanın kendi kaynakları onlara ihtiyaçları olan her şeyi sunmaktadır. İlk başta toprağı kazacak tuza benzer fusile denilen ancak daha sonra orıchallum adını alan bir madde bulmuşlardır. Tuza benzeyen bu madde altın hariç her şeyden daha değerli kabul edilmekteydi.

Marangozluk için bereket alanlar ve kafi derecede evcil ve vahşi hayvan bulunuyordu. Üstelik adada çok sayıda fil vardı. Diğer hayvanların yaşaması için yeterli koşullar bulunuyordu bunlar göllerde, bataklıklarda, dağlarda ve ovalarda yaşayan hayvanlardı. Kısaca tüm zamanların en geniş ve en çeşitli hayvan türleri yaşamaktaydı. Ayrıca yeryüzünde bulunan tüm güzel kokulu şeyler, kökler, otlar, bitkiler, içecek ve meyvelerden damıtılan esanslar bu topraklarda büyür ve yetişirlerdi. Yine toprağın kabul ettiği her meyve işlenebilir. Tüm kuru çeşitten yiyecekler, kabuklu meyveler, içkiyi, eti, ilacı karşılayabilecek ürünler, eğlence ve mutluluk veren bitkiler. Yemekten sonra bizi rahatlatabilecek şeyler, çeşit çeşit tatlılar, bu kutsal ve bereketli adaya güneş ışığı gibi dağılmıştı. Bir sonsuzlukla , böyle büyük bir kutsallıkla toprak onları donatmıştı. Tapınaklarını, saraylarını liman ve rıhtımlarını barınaklarını inşa ettiler. Tüm ülkeyi aşağıda anlatılan düzenle idare ettiler.

Antik metropolis’i çevreleyen denizin denizin üstüne köprüler inşa ettiler. Kraliyet sarayına giden bir yol yaptılar. Tanrıları ve ataları için saraylar inşa ettiler. Başarılı senerasyonlar yarattılar. Her gelen kral bir öncekinden daha başarılı ve üstün oldu. Ta ki güzellikteki ve büyüklükteki ölçüyü kaçırana kadar. Denizden başlamak üzere 300 feet genişliğinde 100 feet derinliğinde ve 50 feet uzunluğunda bir kanal kazdılar. Bu kanalı kanalın içine taşıyarak denizle arasında bir geçiş yeri oluşturdular. Böylece bir liman oluşmuş oldu. Böylece geniş kayıkları yanaşması mümkün oldu.

Artık denizden ayrılan bölgenin genişliği 3 feet olmuştu. Bundan sonra gelen kara parçası eşit genişlikteydi. Ancak diğer iki bölge biri deniz biri toprak olmak üzere 2 feet’di. Ve adayı çevreleyen ise 1 feet kalmıştı. Sarayın bulunduğu adanın çapı ise, 5 feet’di. Bunlara ilaveten Stadıum’un 6/1’i genişlikte bir parça etrafı kaya parçaları ile kaplanarak kalelerin ve bahçelerin olduğu ve köprüyle denizin geçildiği yerdeydi.

Kullanılan kayalar adanın merkezinin altında buluna taş ocağından ve toprak parçasından alınmıştı. Bunlar beyaz, siyah ve kırmızı renkte idi. Bu çökük iki çukur oluşturuyordu. Bu çukurların doğal kayalardan çatısı vardı. Binaların bazıları gayet basitti. Diğerlerin ise renkleri değişikti. Böylece göze hoş görünüyor. Doğal zevkliliği gösteriyordu. Duvarların tüm çevresi ince tabaka pirinç alaşım ile kaplanmış daha sonraki duvar ise kalayla kaplanmıştı. Üçüncü duvar ise Orıchallum’un kırmızı ışığı ile parlıyordu.
Sarayların yapımında kullanılan düzen şöyledir. Merkezde Cleito ve Poseıdon’a ait kutsal tapınaklar vardır. Bunlar erişilmez tutulmaz ve altınla kaplanmıştır. Burası 10 prens ve ailelerin ışığı ilk gördükleri noktadır. Oraya insanlar geleneksel olarak sezonun ürünleri 10 parça halinde getirirler ve her birine armağan ederler.

Poseıdon’un kendi tapınağı bir stadyum büyüklüğündedir. Yarım stadyum genişliğindedir. Buna oransal yüksekliği garip barbarsal görüntü verir. Tapınakların dışında dorukları hariç gümüş kaplama, dorukları ise altın kaplamadır. Duvarlar sütunlar ve zemin orıchalcum ile kaplanmıştır. Tapınaklarda altından yapılma heykeller bulunur. Tanrı 6 atın çektiği bir at arabası üzerinde neredeyse kafası çatıya değecek yükseklikte inşa edilmiştir. Etrafında ise 100 nerein yunuslar üzerinde yer alır ayrıca yine tapınakların içinde diğer önemli objeler bulunur.

Tapınağın çevresi ise altından heykellerle çevrilmiştir. 10 kral torunları, eşleri, akrabaları ve diğer önemli kişiler ile yer alır. Bir de mihrap vardır. Bu mihrap muhteşemliği ve büyüklüğü ile genel düzene aynı ahenkle uyar ve krallığın ve tapınağın yüceliğini, büyüklüğünü işaret eder. Diğer bir tarafta birinden sıcak birinden soğuk su akan çeşmeler, harika bol bir akıcılık içinde harika ve mükemmel bir uyum yaratırlar. Etrafında inşaatlar yapmışlar. Uygun ağaçlar yetiştirmişlerdir. Ayrıca sarnıçlar inşa ederler. Bazıları gökyüzüne doğru açık, bazıları ise çatıları kapalı hamamları vardır. Özel önemli kişilerin hamamları vardır. Kadınlar için uzakta ve ayrılmış özel hamamlar bulunur. Bununla bize bereket ve hasat veren atlar ve çiftlik hayvanları için ayrı bölümler bulunur.

Suyun bir kısmı Posedion korusuna taşınmış, burada her türlü güzellikte ve ağaçlar yetiştirilmiş toprağın mükemmelliği sonucu tüm artıklar köprüler vasıtası ile çevre dışına taşınmıştır. Ayrıca çeşitli tanrılara adanmış bir çok tapınak inşa edilmiş. Eğitim ve talim için alanlar ve bahçeler yaptırılmış. Bazıları erkekler ile bazıları atlar için olmak üzere inşa edilen iki ada bölgenin üzerinde binicilik eğitimi için bir stadyum genişliğinde bir alan ve adaları genişliğinin el verdiği ölçüde biniş yerleri yapılmıştır. Ayrıca aralıklarla nöbetçiler için n2nöbetçi kuleleri yapılmış, güvenilir olanlar ise Acropolis çevresindeki bölgeleri korurlar. Bu koruyuculara genel mahal içinde yakın insanların kaldığı bölgeden evler tahsis edildi. Rıhtımlar ise deniz askeri malzeme ile dolu olur. Ve kullanıma hazır bulundurulurdu.

Saraydan çıkılınca ve üç kara parçası geçirince denizin hemen önünden başlayan ve uzayıp giden bir duvarla karşılaşırlar. Bu duvar her yere yaklaşık 50 feet uzaklığında her yeri kaplar. Sonu2u kanalın ağzı ile birleşir ve denize uzanırdı. Geri8kalan ar7zi ise, yoğun olarak oturanlar ile doluydu. Kanal ve liman tekneler ve ticari gemiler ile doluydu. Bunlar değişik bölgeden gelen kalabalıktan yükselen sesle inleyen her türlü gürültü ve patırtını gece ve gündüz olduğu bir yerdi.

Size şehri ve yöreyi , antik sarayları neredeyse Solon’un sözleriyle aktardım. Şimd1de adanın geri kala kısmının doğal durumunu ve işleyişini anlatayım. Tüm ülke onun dediği kadarıyla çok yüksek bir uçurumun üzerinde denize doğru, ancak yerleşim bölgeleri hemen etrafında düz ovalarda, bu ovalar denize doğru inen tepeler ile kaplı; düz ve boyu eninden uzun bir görünüme sahip, bir yönde 3000 feet stapıa uzunluğunda uzanmakta, merkezi kısım ise 2000 feet uzunluğunda uzanıyor. Ada güneye bakıyor ve kuzeyinden korunaklı. Çevreleyen dağlar numaralarına. büyüklüklerine ve güzelliklerine göre anılıyor. uzağında hala var olan yerel halk köyleri var Ayrıca göller , nehirler her çeşit ağaç ve her türlü bereket var
Şimdi size olayı tarif edeceğim. Burası doğa ile süslenmiş, çalışkan bir sürü kral ve onları generasyonu ile büyük bir bölümü dikdörtgen şeklinde ve boyu eninden fazla, dairesel bir hendek çevresinde yer alıyor. Bu hendeğin eni, derinliği ve uzunluğu inanılmaz boyutta. Uzun bir süre çalışılmış olmanın izlenimini yaratıyor. İlaveleri olmasına rağmen bir sahtecilik havası vermiyor. 100 feet kadar derine kazılmış, genişliği ise her yerde bir stadyum büyüklüğü kadar. Tüm ovayı çevreliyor ve 10.000 feet uzunluğunda. Dağlardan gelen akarsuları içeriyor. Ovayı dönerek şehre ulaşıyor ve sonunda deniz ile birleşiyor.

İç kısımlarda aynı şekilde 100 feet eninde kanallar ovayı bölerek hendekle buluşuyor. Ve denize ulaşıyor. Bu kanallar 100 feet aralıklarla kurulu. Bunlarla ağaç ve kereste dağlardan şehre ulaşıyor. Meyveler gemilerle taşınıyor. Çapraz geçitler kanalları kesiyor ve şehre giriyor. Yılda iki kez yağmurların ve kışın armağanı olarak mayva toplanıyor. Ve yazın kanallarda bulunun ve ırmaklarla sağlanan su toprağı suluyor.

Nüfus oranı,her paylaşım bölgesi bir lider bularak uygun bir askeri güç oluşturuyor. Bir paylaşım bölgesi 10 feet kare kadar. Tüm paylaşım bölgelerinin toplamı 60.000 kadar dağlarda ve şehir dışında yaşayanlarda büyük kalabalıklar oluşturuyor. Bunlarda paylaştırılmış. Her birine bir lider tahsis edilerek bölgelerinin ve köylerinin yönetimi sağlanmış. Lider olası bir savaş için 6 savaş arabası, 10.000 kadar savaşçı, iki at sürücüleri ile birlikte, bir çift savaş arabası atı sürücüsüz, bir at bakıcısı ki gerektiğinde savaşabilecek ve yiyecek taşıyabilecek ve silahlı adamların ardından iki ata yön verecek bir arabacı iki ağır silahlı asker, 2 sapancı,3 taş atıcı,3 mızrak atıcısı hafif silahlı olacak ve 4 denizci 1200 tekneyi tamamlayabilen bulunuyor.

Bu anlatılan kraliyet şehrini askeri gücü, diğer 9 paylaşım bölgesi ise bazı farklılıklar gösterse bile onları saymak yorucu olabilir. Kendi bölgesindeki her kral kendi şehrine sahip ve halkı üzerine mutlak güç sahibi, yaşama gücüne, istediğini cezalandırma ve öldürme hakkına sahip. Aralarındaki rütbe farkına ve ikili ilişkilere göre Poseıdon’un emirleri onlara yardımcı oluyor. Bunlar ilk krallar tarafından orıchalcum sütunlara yazılmış ve adanın ortasına yerleştirilmiş. Poseıdon’un tapınağında krallar nereye toplanırsa her 5 veya 6 yılda , her tek veya çift sayıya eşit onur veriliyor.

Ne zaman krallar bir araya gelseler ortak çıkarlarını tartışırlardı. Eğer biri günah işlemişse soruşturuluyor, yargıya havale edilir ve birbirlerine kefil olunurdu. Tapınakta dizilen iri yarı adamlar olur. 10 kral tapınakta yalnız bırakılır, tanrıya dualar yapıldıktan sonra, ona uygun kurban yakalanır, iri yarı adamlara teslim edilir. Onlara silah verilmez ancak ancak tahta ve kement verilirdi. Kurbanını yakalayan avcı sütunun tepesinde çıkar ve kutsal bir kanıt gibi boğazını kestiği kurbanın kanını aşağıya akıtırdı.

Sütunda, yasaların dışında, söz dinlemeyecek için yemin, yalvarma yazısı bulunurdu. Öldürmeden sonra buna alışık olan avcı organlarını yakar. Bir çanak şarap doldurur., içine akıtılan bir yudum kan tüm sütunlarda dolaşır ve içilir. Diğer suçlular daha sonra ateşe atılırdı. Altın çanaktan içki içilir ve her şey ateşe itilaf edilirdi. Sütunların yasasına göre yargılama yapılacağına yemin edilir. Günah işlemiş olanlar cezalandırılır, kurallara karşı gelenler, onlara emir verenler verilen emirlere uymayanlar, babaları Poseodon’un yasalara uymayanların cezalandırılacağı bildirilir. Bu kendilerine ve torunlarına önerdikleri ibadet şekliydi. Aynı zamanda içmek ve kupayı tanrılarına adamak ve onun tapınağında içmek, ne zaman tatmin olur ve kurbanın yakıldığı ateş sönerse herkes en güzel gök mavisi gök mavisi giysileri giyer. Yere oturur, kurbanın ateşindeki köz üzerine yemin eder. Tapınaktaki ateşi söndürür. Adalet alır ve verir. Eğer herhangi bir suçlama getirirse, kendi cümlelerini gün yarısında altın tabletlere yazar ve cüppelerini anıt olarak adarlardır.
Tapınaklar hakkında kralları etkileyen birçok özel kanun vardır. Ancak aşağıdakiler en önemlileridir. Hiç kimse birbirine silah çeviremez. Kraliyet evini yıkmak veya ele geçirmek isteyen olursa herkes yardıma gelmeyi kabul eder. Tıpkı kendi ataları gibi, savaş hakkında ortak karar alınır ve üstünlük Atlas’ın soyuna verilir.

Kral kendi akrabaları üstünde yaşam veya ölüm kararı verme gücüne sahip değildir. Çoğunluğun düşüncesine saygı göstermek zorundadır. Tanrıların kayıp ada Atlantis üzerine koyduğu katı güç daha sonra aşağıdaki geleneksel nedenlerden dolayı bizim topraklarımıza da sıçramıştır.

Uzun yıllardır, uzun süredir ilahi doğa sürekli onlardaydı. Yasalara itaat ettiler. Tanrılar karşısında etkilendiler. Onları yarattı, doğruluğu sahiplendiler ve büyük ruhun yer yönüyle, nezaketi bilgiyle birleştirerek hayatın çeşitli evrelerinde hep alış-veriş halinde oldular. Erdem hariç her şeyi hor gördüler. Hayatlarının var olan haline çok az şey kattılar. Altını ve diğer ganimeti az düşündüler. Bu onlara bir yük gibi göründü. Lüksten sarhoş olmadılar. Zenginlik onların kontrolünü yok edemedi. Aklı başında oldular. Gördüler ki bu ganimet ancak hüner ve dostlukla artar. Oysa bu büyük riayet ve saygı, kayboldular ve dostluk onlarla gitti.

Bu yansıma onlarda ilahi doğa ile devam etti. Anlatmaya çalıştığımız kalite onlarla büyüdü ve gelişti. Ne zaman ki kutsal paylaşım dolmaya başladı, ne zaman ki sulandı, ahlaksal karışım ve insanın elini yukarıya dikmesi ki sonra kendi geleceğini çizemedi. Yakışıksız davrandı. Gözle görünür şekilde alçaldı, değerli ve güzel hediyeleri kaybetti. Gerçeği görmeyi beceremeyenler, her şanslı ve kuşanmış göründüler. Oysa para hırsı ve doğru olmayan kuvvet ile doluydular.

Tanrıların tanrısı Zeus, kurallara göre yöneten böyle şeyleri görebilen , kavradı ki , onurlu koşu feci bir durumda ve onları cezalandırmak istedi. Böylece gelişe bilir ve temizlenebilirlerdi. Tüm tanrıları kutsal ikametinde topladı. Burası dünyanın merkezinde yer alır. Bütün yaratılanları içerir. Ne zaman ki herkes toplandı , o şöyle konuştu;

Diyalogların diğer kısımları kaybolmuş veya hiç bir zaman kaleme alınmamış olabilir.

>> YUKARIDAKİ METNE AİT DOSYAYI İNDİRMEK İÇİN <<

>> AŞAĞIDAKİ METNE AİT DOSYAYI İNDİRMEK İÇİN <<

BATI ANADOLU'NUN TÜRKLÜĞÜ

PELASGLAR VE YUNAN MEDENİYETİ

Batılıların kendilerini bağlamak için olağanüstü bir çaba gösterdikleri Yunan Medeniyeti, aslında Yunanistan'da değil, ANADOLU'da doğmuştur!...

Yunan Edebiyatı'nın ilk büyük eserleri BATI ANADOLU'da yazılmıştır!..

Yunan Medeniyeti'nin Atina'ya ulaşması, ETRÜSKLER'in İtalya'ya varmasından 7-800 yıl; Roma'nın kurulmasından da 200 yıl sonradır!..

Eskiden BATI ANADOLU'da yaşıyanlara İYON denirdi... Bölgenin adı da İYONYA idi. Batılılar Yunanlılara GREK veya HELLEN der... Biz ise Araplara uyarak YUNAN demişiz... Aslında kelime, Arapların bölgede tanıdğı milletin İYON olmasından gelmektedir!..

PELASG Devleti M.Ö. 3000 yılında Yunanistan'da, ETRÜSK Devleti de M.Ö. 1300 yıllarında İtalya'da kurulmuştur... Akdeniz'in Batısına bugün dahi Tirhen (Tyrrhen) Denizi denir... Eski Yunanca'da Y harfi U okunurdu... Demek ki bu KELİME TURHAN'DIR.

ETRÜSK kelimesinin Yunancası da TYRRHEN'dir... Ancak eski Yunan yazarları TYRRHEN-PELASG olarak kullanırlardı... Yani PELASG-TYRRHEN-ETRÜSK aynı millet için değişik zamanlarda değişik toplumlar tarafından kullanılan adlardır!..

HERODOT, meşhur TARİH'inde PELASGOİ dediği PELASGLAR'ın göçlerini, adetlerini anlatır ve eserinin bir çok yerinde bir çok kereler bu adı tekrarlar...

Buna rağmen, Batılı tarihçilerin çoğu, ve onları taklitten öteye gidemiyen bizim tarihçilerimiz PELASGLAR konusunda, adeta GİZLİ BİR ANLAŞMA İMZALAMIŞLAR GİBİ, söz etmekten kaçınırlar!..

Eski Büyükelçi ADİLE AYDA şu tesbitleri yapar:

"Fransız ve İngiliz yazarlar nedense PELASGLAR ile ilgilenmemişlerdir... Ancak Alman alimler PELASGLAR üzerine ciddi eserler vermişlerdir. Bunların başlıcaları BELOCH, FİCK, TREİDLER, MEYER ve EHRLİCH'dir."

Bu tutumun bir sebebi olması gerekir!.. Acaba PELASGLAR Herodot'u etkilemelerine rağmen önemsiz midir?.. Yoksa arkeolojik keşifler, tesbitler HERODOT'un iddialarını bir "efsane" mertebesine mi indirmiştir?...

Bunların hiç biri doğru değildir!.. Tam tersine zaman, HERODOT'un da HOMEROS'un da yazdıklarının tarihi temellere dayandığını göstermiştir. Öyleyse?.. Öyleyse sebep basittir. Eğer PELASGLAR, TYRRHENLER, ETRÜSKLER üzerinde çalışmalar yapılırsa, sadece DOĞU ANADOLU'nun tarihin ilk günlerinden beri TÜRK olduğu değil; BATI ANADOLU'NUN EGE ADALARI'NIN, YUNANİSTAN'IN, hatta İTALYA'nın da TÜRKLÜĞÜ ispatlanmış olacaktır!..

İş bununla da kalmıyacak, Batılıların pek böbürlendikleri Yunan ve Roma Medeniyeti'nin TÜRK ve DOĞU kökenli olduğu ortaya çıkacaktır!.. O zaman KİMLERİN BARBAR OLDUĞU çok daha iyi anlaşılacaktır.

İşte bunu engellemek için Batılı tarihçiler PELASGLAR'ı hasıraltı ederler!..

Halbuki konu bizim için son derece önemlidir... İlk kadın elçimiz, 6 Batı dili ve bir o kadar da TÜRK lehçesi bilen büyük araştırmacı ADİLE AYDA; uzun çalışmalar sonucunda aşağıdaki hususları ortaya çıkartmıştır:

- Homer İLYADA'nın 2. Bölümü'nde eski ARGOS şehrinden söz ederken, bu şehri "PELASGİK=PELASGLARA AİT" olarak nitelendirmektedir.

- Homer, daha sonra Yunanlılar karşısındaki TROYA ordusunun "kataloğunu" yaparken, "LARİSSA şehrinin beslemiş olduğu SAĞLAM SÜNGÜLÜ PELASG KABİLELERİ"nden söz eder. LARİSSA, Tesalya'dadır.

- l0. Bölüm'de TROYALI HEKTOR Yunan donanmasını araştırmak üzere DOLON adında birini keşfe gönderir. DOLON yakalanır. Sorguya çekilir ve, "TROYALILAR'IN MÜTTEFİKLERİ'ni sayarken TANRISAL PELASGLAR"dan söz eder. Bu da PELASG liderlerinden en az birinin "gökten inme" olduğuna inandıklarını gösterir. OĞUZ EFSANESİ'nde olduğu gibi...(17)

- 15. Bölüm'de Grek AKHİLLOS arkadaşı PATROKL'u savaşa gönderirken kime dua eder, bilir misiniz?: PELASGLAR'IN BAŞTANRISINA!.. Bu ne demektir, bilir misiniz?..

Ya Grekler düşmanları PELASGLAR'ın Tanrısı'nın kendi tanrılarından daha güçlü olduğuna inanıyorlardı, yahut ta PATROKL adlı kişi kendi PELASG'tır ve onun tanrısına dua edilmektedir!

- ODYSSEA'da TANRISAL PELASGLAR, GİRİT'TE OTURAN MİLLETLER ARASINDA yer alır.(18) Böylece Girit medeniyetinde de TÜRK damgası olduğu ortaya çıkar.

- HERODOT, "Yunanistan'da biri YUNANLI, diğeri PELASG OLMAK ÜZERE İKİ IRK BULUNDUĞUNU, BİRİNİN VATANINDAN HİÇ AYRILMADIĞINI, İKİNCİSİNİN İSE GÖÇEBE OLDUĞU"nu söyler... SAMOTRAKE adasında oturan PELASGLAR önce ATTİKA'ya, oradan da HİMET Dağı eteklerine yerleşmişler. Sonra orayı da bırakıp LİMNİ Adasına geçmişler, M.Ö. 510 yılında adadan ayrılmak zorunda kalmışlar...

- HERODOT, LİDYA'ya hakim bir kralın TYRRHENOS adlı oğlunun ülke ahalisinin yarısı ile birlikte İTALYA'ya göç ettiğini anlatır.

- HERODOT'a göre TYRRHENLER'İN yukarısındaki KRESTON şehrinde, ÇANAKKALE BOĞAZI civarında, PLAKYA ve SKULAKA şehirlerinde oturan PELASG kalıntısı ahali, "barbar" bir dil konuşuyorlardı... Yunanlılar KENDİLERİNDEN OLMAYANA "BARBAR" DERLERDİ... Bu da PELASGLAR'ın Hint-Avrupai olmadığının delilidir.

- HERODOT, "ATİNALI PELASGLAR"dan söz eder. Bunlar SOY bakımından PELASG oldukları halde, Yunanlılarla komşuluk yaptıklarından Yunanca konuşmaya başlamışlardır. (19) Bu kişiler daha sonra Roma hakimiyetine girdiklerinde Latin dilini benimsemiş DAÇYALILAR, KOMANYALILAR, veya adları dahi TÜRK olan, ama Ortodoksluğu kabul edince slavlaşan BULGARLAR gibi idiler.

- HERODOT'a göre PELASGLAR'ın dini Animizm idi. Çok sonra, Mısırlıların tanrılarını aldılar. YUNANLILAR DA BU TANRILARI PELASGLAR'DAN ALDI!..

- HERODOT, KZERKSES'in ANADOLU seferini ve TROYA harabelerine yürüyüşünü anlatırken ANTANDROS şehrinden söz eder ve bu şehrin PELASGLAR'a ait olduğunu belirtir.

- HERODOT, bir kadının esir olarak satıldığı yerden söz ederken, "kendi zamanında Yunanistan (GREKYA) olarak bilinen ülkenin daha önceki adının PELASGİA olduğu"nu söyler!..

- HERODOT, "Yunan Mitolojisi'nin HEZİYOD ve HOMER tarafından PELASGLAR'dan alınmış tanrılardan yararlanılarak oluşturulduğu"nu söyler. (20)

- HERODOT, eserinin 4. Bölümü'nde "Atinalıların, AKROPOL'un etrafını duvarla çevirmeye karar verince, PELASGLAR'a başvurdukları"nı, tarihçi HEKATEOS'u kaynak göstererek belirtir. PELASGLAR öyle sağlam bir duvar yaparlar ki, bir parçası bugün dahi PELARJİK DUVAR adıyla turistlere tanıtılmaktadır!.. Yani Akrapol'da da TÜR'ün tuzu vardır.

- HERODOT'a göre, "Yunanlılar büyük millet haline gelmiş olmalarını PELASGLAR'a borçludurlar!" Büyük Tarihçi, "Yunanlıların aslında ZAYIF bir millet olduğunu, ancak BARBAR milletler ve bilhassa PELASGLAR ile karıştıktan sonra büyük millet haline geldiği"ni belirtir...

Bunu biz değil, bir "Yunan" tarihçi söylüyor, hem de Tarihin Babası!..

- HERODOT'tan sonraki tarihçiler, PELASG ile ETRÜSK kelimelerini aynı anlamda kullanırlar.

- HELLANİKOS'a göre "PELASGLAR, İtalya'ya yerleştikten sonra TYRRHEN(ETRÜSK) adını almışlardır." (21)

- LESBOSLU MYRSİLOS'a göre "TYRRHENLER vatanlarından ayrıldıktan sonra PELASG olmuşlardır."

- HEKATEOS'a göre "BRAURON'da Atinalı kadınları kaçıranlar PELASGLAR'dır." Bu olay Orta Asya'da ve Anadolu'da hala yaygın olan "kız kaçırma" adetinden başka bir şey değildir.

- PHİLOCOROS'a göre "Bu kadınları kaçıranlar TYRRHENLER'dir..." Ki, aynı şeyi anlatmış olur.

- İşte bu yüzden ARİSTOFAN, SOFOKLES gibi yazarlar PELASG-TYRRHEN birleşik adını kullanmaya başlamışlardır.

PELASGLAR M.Ö. 3000 yıllarında kuzeyden gelip Yunanistan'ı istila etmiş olan milletin adı idi... ETRÜSKÇE'ye çok benziyen dilleri Hint-Avrupai olmayan bitişken (aglutinatif) bir dildi. Bu dilde küçük dağın adı TEPAE=TEPE idi!.. Tıpkı Kuzey Amerika kızılderililerinin çadırlarına verdikleri ad gibi!..

PELASGLAR, BATI ANADOLU'da yaşamış en eski TÜRKLER'dir. 1885 yılında LİMNİ adasında bulunan PELASG dilindeki yazıtlar, Batılıları çok şaşırtmıştı... Çünkü bunlar ETRÜSK harflerine ve diline çok benziyordu!..

Greklerden farklı özellikler gösteren ARKADYALILAR'ın PELASG olduğunu HERODOT söylemektedir!.. MAKEDONYA'ya eski Yunanlılar PELA(S)GONYA derlermiş... Hatta HERODOT "Bir zamanlar Yunanistan'a PELASGİA denirdi," diyor. (22)

Helenlerin Yunanistan'a gelişi M.Ö. 2000 yıllarındadır. PELASGLAR'ın boş bıraktığı yerlere savaşsız yerleşirler. PELASG dilinden Helen diline pek çok kelime geçer... Hint-Avrupai dil kurallarına uymayan bu kelimeler, bugün dahi Batılı dilcileri şaşkınlığa uğratmaktadır... Açıklamayınca bu kelimeler için "Pre-Helenik, Akdeniz kökenli, Ege kökenli" veya "ASİATİK" gibi tanımlar getirmektedirler!.. Böylece bu kelimelerin Asya'ya ait olduğu hemen hepsi tarafından kabul edilmektedir... Bu kelimeler ETRÜSKÇE'ye çok benzemektedir.

Hz. İSA ile çağdaş Bizanslı tarihçi Strabon, başka Yunanlı tarihçilerin LİDYALI dedikleri kişilere PELASG der:

"Herkesin fikrine göre PELASGLAR, bir zamanlar bütün Yunanistan'a yayılmış, fakat özellikle TESALYA'da yaşıyan çok eski bir ırk veya milletti."

"LİMNİ ve İMROS adalarıyla, o civardaki başka adaları işgal edip, oralarda ilk defa oturmuş olanlar PELASGLAR'dır."

"PELASGLAR arasından Atys oğlu THYRRHEN adlı biri çıkmış. Kendisine bir takım arkadaşlar bulmuş ve onlarla birlikte İtalya'nın yolunu tutmuştur." (23)

Belçikalı tarihçi Albert Severyus, EGELİ tabirini icat eden kişidir. Şöyle der:

"Yunanlılar, kendilerinden daha kültürlü olan EGELİLER'den bronz, bakır, kalay, kurşun, demir, hatta maden anlamındaki kelimeleri almışlardır." (24)

PELASGLAR Yunanistan'ı M.Ö. 3000 yıllarında ele geçirmişlerdir. Grekler bu tarihten l000 yıl sonra ortaya çıkmışlardır.

M.Ö. 1250 yılında AKALAR ile TROYALILAR arasında 10 yıl süren savaş başladı. Yine aynı tarihlerde GİRİT Medeniyeti doruğa çıktı, MİKEN Medeniyeti gelişti.

M.Ö. 1200'lerde Yunanistan Helenler'in soyundan sayılan DORYENLER tarafından istila edildi.

M.Ö. 8. asırda Karadeniz'den bir PROTO-TÜRK dalgası geldi, EGE ve AKDENİZ'e yayıldı. Sonra bazı yerli kavimler ile birleşerek Mısır'a saldırdılar. Bu saldırı Mısır belgelerinde "Deniz kavimlerinin saldırısı" diye geçer. Kavmin adını ise bazı bilginler TÜREŞ, bazıları da TURŞA diye okumaktadır. (25)

Mısırlılar bu istilaya karşı koyunca, TURŞALAR geri döndüler, Batı Anadolu sahillerine yerleştiler. Fransız Rene Dussaud TURŞALAR'ın ETRÜSKLER olduğunu ileri sürer. (26) Zaten İranlılar da ETRÜSKLER'e TRUŞKA demektedir.

Bu da bize gösteriyor ki, PELASGLAR, AMAZONLAR,. TURŞALAR, TYRRHENLER, ve ETRÜSKLER, BATI ANADOLU'da yaşamış TÜRKLER'dir. Yunanistan'a ve İtalya'ya medeniyeti PELASGLAR ve ETRÜSKLER taşımışlardır.

ATATÜRK'ün tarih kongreleri ile 1930'larda ortaya çıkardığı bu gerçek, maalesef Milli Şef İnönü döneminden itibaren rafa kaldırılmıştır.

Sonraki yıllarda HALİKARNAS BALIKÇISI tarafından tekrar dile getirilmiş ise de; bizim Batı hayranı sola mütemayil tarihçilerimiz tarafından önemsenmemiştir.

Artık pek çok Batılı yazar medeniyetin ANADOLU'da, MEZOPOTAMYA'da başladığını, oradan MISIR'a ve EGE'ye yayıldığını, her iki kanaldan da ADALAR'a atladığını, sonra YUNANİSTAN'a ve ROMA'ya intikal ettiğini kabullenmektedir.

Bunun MEZOPOTAMYA-MISIR-EGE-ADALAR- YUNANİSTAN kısmı, zaten HERODOT'un çizdiği hattır... Hatta Herodot, bazı Libya kabilelerinin kendilerini TROYALI saydıklarını söyler!..(27)

Bunlar herhalde M.Ö. 800'lerde Karadeniz'den Ege'ye, oradan da Mısır'a yayılan TÜRKLER'dir.

______________________________

(17) - İlliade-Odyssee, Paris, 1965, sf. l27,132
(18) - aynı eser, sf.808
(19) - Herodotus, Oxford, 1949, sf.25,26,134
(20) - aynı eser, sf. 135
(21) - Pauly-Wissowa, Realencyclopade der Klassischen Altertumsvissen- shaft, Stuggart, 1948 , sf.1910
(22) - Powell, J. Enoch, Herodotus, Oxford, 1949, cilt 1, sf. 75
(23) - "Geographie de Strabon", Paris, 1867, sf. 366
(24) - "Greece et Proche-Orient avant Homere", Bruxelles, 1968, sf. 41
(25) - Realencylopaedia, Tyrrhen maddesi, sf.1909
(26) - "Prelydiens, Hittites, Acheens" Paris, 1958, sf.21
(27)- Herodot Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1973, sf. 287
 
Son düzenleme:
Üst