Rabita Nedir? Rabita Şirk Midir? Rabita Nasil Yapilir?

Lacivert24

Extra/Dini Konular
Admin
Katılım
20 Ocak 2013
Mesajlar
8,207
Beğeni
23,420
Puanları
113
Konum
Erzincan
RABITA NEDİR? RABITA ŞİRK MİDİR? RABITA NASIL YAPILIR?

Osman Nuri Topbaş Hocaefendi, Altınoluk dergisinde yayınlanan “Tasavvuf; Kur’ân ve Sünnet’le Kemâle Ermektir (2)” başlığında; sâlihlerle beraber olmayı, rabıtanın manasını, nasıl yapıldığını ve şirk olup olmadığını anlatıyor.

TASAVVUF; SÂLİHLERLE BERABERLİKTİR

Şeyh Sâdî, hâllerdeki sirâyetin, kişinin mânevî hayatını nasıl değiştirebildiğine dâir şu misalleri verir:

“Ashâb-ı Kehf’in köpeği Kıtmîr, sâdıklarla beraber olduğu için büyük bir şeref kazandı; nâmı Kur’ân-ı Kerîm’e geçti. Hazret-i Nûh ve Hazret-i Lût’un hanımları ise fâsıklarla gönül birliği içinde olduklarından, Cehennem’e dûçâr oldular. (Kocalarının peygamber olması bile onlara fayda vermedi.)”

Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak, mü’minleri sâdık ve sâlih kullarıyla beraber olmaya teşvik ederek:

يَا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِق۪ينَ
“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun!”(et-Tevbe, 119) buyurmaktadır.

Dikkat edilirse Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede; “sâdıklar olun” buyurmuyor; “sâdıklarla beraber olun” buyuruyor. Çünkü sâdık olmak, sâdıklarla beraberliğin en tabiî neticesidir.

Hâce Ubeydullah Ahrâr Hazretleri der ki:

“Âyet-i kerîmedeki «Sâdıklarla beraber olun!» emri, dâimî bir sûrette beraberliği ifâde eder. Âyette «beraberlik», mutlak olarak zikredildiğinden, hem fiilî, hem de hükmî beraberliği ifâde eder. Fiilî beraberlik, sâdıkların meclisinde kalp huzuruyla, fiilen bulunmaktan ibârettir. Hükmî beraberlik ise gıyâblarında da onların hâllerini tahayyül etmekten ibârettir.”

Sâlih zâtlara muhabbet duyup, onların gıyâbında da kendini onların yanında hissetmek, onların nazarıyla hayat ve hâdiselere bakabilmek, kişiye büyük bir mânevî zindelik kazandırır. İşte tasavvufta bu mânevî faydayı temin mülâhazasıyla; râbıtaya büyük bir ehemmiyet verilmiştir.

RABITA NEDİR?

Râbıta, muhabbeti dâimâ canlı tutmaktan ibarettir. Esâsen kâinatta râbıtasız hiçbir insan yoktur. Herkes birileriyle kalben irtibat hâlindedir. Bir anne-babanın evlâdına, evlâdın anne-babasına, bir delikanlının nişanlısına, bir gencin sevip kendisine örnek aldığı bir şahsa da, böyle bir kalbî bağı vardır. Yani dünyevî ve fânî şeylerde bile, böylesine tabiî bir muhabbet bağı varken, mâneviyatta bu bağın olmaması düşünülemez.

Tasavvufî mânâdaki râbıtanın en güzel misâli, ashâb-ı kirâm ile Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- arasındaki muhabbet bağıdır.

Ashâb-ı kirâmın Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼle olan kalbî irtibatları sayesinde ruhlarında meydana gelen in‘ikâs ve insibağ, Efendimizʼin hâllerinin kendilerine transfer olmasıyla neticelendi. Bundan dolayıdır ki sahâbe-i kirâm, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e samimiyetle;

“Canım, malım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyebilmekten, büyük bir haz ve lezzet aldılar. Allah ve Rasûlü’nün yolunda her şeylerini fedâ etmeyi, canlarına minnet bildiler.

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) hadîs-i şerîfinin muhtevâsına girerek Efendimizʼin gıyâbında da Oʼnunla hâl beraberliği, fiil beraberliği, hissiyat ve fikriyat beraberliği içinde oldular. Bu kalbî beraberlik bereketiyle Cenâb-ı Hakkʼın müstesnâ lûtuflarına mazhar oldular.

Nitekim müşrikler tarafından tuzağa düşürülüp esir edilen Hubeyb -radıyallâhu anh-ʼın, Mekkeʼde şehîd edilmeden önce bir tek arzusu vardı: O da Rasûlullah Efendimizʼe muhabbet dolu bir selâm gönderebilmek… Fakat kiminle gönderebilirdi ki?! Çâresiz, gözlerini semâya kaldırdı ve:

“–Allâh’ım! Burada selâmımı Rasûlʼüne ulaştıracak hiç kimse yok. O’na selâmımı Sen ulaştır!” diye ilticâ etti. O sırada Medîne’de ashâbıyla beraber olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; “Onun üzerine de selâm olsun!” mânâsında; “Ve aleyhisselâm!” buyurdu. Bunu duyan ashâb hayretle:

“–Yâ Rasûlâllah! Kimin selâmına karşılık verdiniz?” diye sorunca:

“–Kardeşiniz Hubeyb’in selâmına. İşte Cibrîl, Hubeyb’in selâmını getirdi!” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Cihâd 170, Meğâzî 10, 28; Vâkıdî, I, 354-363)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekkeli müşriklerle yapılan Hudeybiye Anlaşmasıöncesinde de Hazret-i Osman’ı, elçi olarak Mekke’ye göndermişti. Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, niyetlerinin umre yapıp dönmek olduğunu anlattıysa da müşrikler izin vermediler. Ayrıca onu göz hapsine alarak:

“–İstiyorsan bir tek sen Kâbe’yi tavâf edebilirsin!..” dediler.

Kendisini Allah ve Rasûlü’ne adamış olan o mübârek sahâbî ise, muhteşem bir sadâkat dersi vererek şöyle dedi:

“–Hazret-i Peygamber Kâbe’yi tavâf etmedikçe ben de edemem! Ben Beytullâh’ı ancak O’nun arkasında ziyaret ederim. Allah Rasûlü’nün kabûl edilmediği bir yerde ben de yokum…” (Ahmed, IV, 324)

Öte yandan, Hudeybiye’de bekleyen mü’minlere Hazret-i Osman’ın şehîd edildiği şâyiası ulaşınca, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, onun bu sadâkatine daha muhteşem bir sadâkatle karşılık vererek, gerekirse müşriklerle harbetmek üzere ashâbından bey’at aldı. Sonra, bir elini diğer elinin üzerine koyup:

“Allâh’ım, bu bey’at da Osman içindir. Şüphesiz o, Sen’in ve Rasûl’ünün hizmetindedir.”[3] buyurarak ona olan îtimâdını izhâr etti.

İşte ashâbın, Allah Rasûlüʼnün gıyâbında da sahip olduğu kalbî beraberlik duygusu böyleydi. Âdeta farklı bedenlerde, aynı yürekle yaşıyorlardı.



KALBÎ BERABERLİK: RÂBITA…

Râbıta mevzuunda sahâbe içindeki en zirve misâl ise, şüphesiz ki Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-ʼın Peygamber Efendimizʼle olan kalbî irtibâtıdır.

Hazret-i Sıddîk, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe öyle derin bir muhabbetle bağlıydı ki, Oʼnun bir tebessümüne dünyaları vermeye râzı hâle gelmişti. Oʼnun yolunda her şeyini fedâ etme arzusu içindeydi. Hattâ Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir defasında bu cömert arkadaşını taltif ederek;

“Ebû Bekir’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiç kimsenin malından faydalanmadım…”buyurmuştu.

Bütün varlığını Allah Rasûlü’ne fedâ eden o sadâkat timsâli sahâbî ise, bu sözden bile bir nevî ayrı görülme mânâsı sezerek nemli gözlerle;

“–Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ Rasûlâllah?!” dedi. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 11)

Böylece kendisini bütün varlığıyla Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e adadığını ve O’na cân u gönülden râm olduğunu ifâde etti. Çünkü onun gönlü, artık Allah Rasûlü’nün kalp âlemini yansıtan berrak bir ayna hâline gelmişti. Bu sayede nebevî esrârın en yakın mahremi olmuştu. Fahr-i Kâinât Efendimiz’e âit her şey, onun kalbinde çok derin bir mânâ kazanmıştı. Öyle ki Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Allâh’ın âyetlerini, Rasûlullah Efendimiz’in hadîs-i şerîflerini ve hâdiselerin hikmetini idrâk etme hususunda, ashâbın en önde geleni oldu. Hiç kimsenin kavrayamadığı nice nebevî nükteleri, üstün bir firâset ve basîretle sezdi. Nitekim Vedâ Haccı’nda:

“…Bugün size dîninizi ikmâl ettim; üzerinize olan nîmetimi tamamladım ve sizin için dîn olarak İslâm’ı seçtim…” (el-Mâide, 3) âyeti nâzil olmuştu. Herkes, dînin tamamlanmış olmasına sevindi. Fakat Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- bundan, Allah Teâlâ’nın pek yakında Sevgili Rasûlü’nü ebedî âleme dâvet buyuracağı hakîkatini sezdi. Gönlüne düşen ayrılık ateşinin ıztırâbıyla hüzne gark oldu.

Onun bu ince kavrayışını gösteren misallerden bir diğeri de şudur:

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- son günlerinde hastalığının ağırlığı sebebiyle mescide çıkamamıştı. Cemaate namaz kıldırması için de Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ı imam tâyin etmişti. Fakat bir ara kendisini iyi hissederek mescide çıktı. Ashâb-ı kirâma bâzı nasihatlerde bulunduktan sonra şöyle buyurdu:

“−Şânı yüce olan Allah, bir kulunu, dünya ile kendi katındaki nîmetler arasında serbest bıraktı. O kul da Allah katındakini tercih etti!..”

SICAK GÖZYAŞLARI…

Bu sözler üzerine Hazret-i Ebû Bekir’in hassas ve rakik kalbi mahzunlaştı, ardından da sıcak gözyaşları dökmeye başladı. Zira Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kendilerine bir nevî vedâ hitâbında bulunduğunu hissetmişti. Ayrılıktan inleyen bir ney gibi feryâda başladı. Hıçkıra hıçkıra:

“–Anam, babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah! Sana babalarımızı, analarımızı, canlarımızı, mallarımızı ve evlâtlarımızı fedâ ederiz!..” dedi. (Ahmed, III, 91)

Cemaat içinde O’ndan başka hiç kimse, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in derin hissiyâtını ve dünyaya vedâ hâlinde olduğunu kavrayamamıştı. Hattâ ashâb, Hazret-i Ebû Bekir’in ağlamasına bir mânâ verememiş, büyük bir hayretle birbirlerine:

“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Rabbine kavuşmayı tercih eden sâlih kişiden bahsederken şu ihtiyarın ağlaması, doğrusu şaşılacak şey!” dediler. (Buhârî, Salât, 80)

Çünkü dünya veya Allah katındakileri tercih hususunda serbest bırakılan sâlih kulun, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olduğunu, akıllarına bile getirmemişler ve Hazret-i Ebû Bekir’in sezdiği gerçeği sezememişlerdi.

Bu esnâda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hem Hazret-i Ebû Bekir’in mahzun gönlünü teselli, hem de ashâbına onun değerini beyan etmek için, sözlerine şöyle devam etti:

“Bize iyiliği dokunan herkese bunun karşılığını aynıyla veya fazlasıyla ödemişizdir. Ancak Ebû Bekir müstesnâ!.. Onun o kadar iyiliği olmuştur ki, karşılığını kıyâmet günü Allah verecektir.

Sohbetiyle olsun, malıyla olsun bana en fazla ikramda bulunan, Ebû Bekir’dir. Eğer ben, Rabbimden başkasını dost edinecek olsaydım, mutlakâ Ebû Bekir’i dost edinirdim. Fakat İslâm kardeşliği daha üstündür.”

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, dâr-ı bekāya irtihâlinden birkaç gün evvel de:

“Mescide açılan bütün (husûsî) kapılar kapansın, sadece Ebû Bekir’in kapısı açık kalsın![4] Zira ben, Ebû Bekir’in kapısının üzerinde nur görüyorum…”[5] buyurdular.

Böylece bütün kapılar kapatıldı, sadece Ebû Bekir’ın kapısı açık kaldı. İşârî mânâda bu demektir ki, Allah Rasûlü’ne mânevî yakınlık kapısı, O’na, Hazret-i Sıddîk misâli tam bir sadâkat, teslîmiyet, itaat, fedâkârlık, dostluk ve muhabbetle açılabilir.

Velhâsıl gönüldeki muhabbeti taze tutmak demek olan râbıta; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ulaşan mürşid-i kâmiller silsilesiyle kalbî irtibâtı kuvvetlendirerek bu beraberlikten mânen istifâde etmeye çalışmaktır.



YEMEN’DEKİ YANIMDA…

Allah dostlarıyla olan bu kalbî beraberliğin yanında zâhirî beraberlik de olabilirse, bu, “nûr üstüne nûr” olur. Fakat tasavvufî terbiyede kuru kuruya bir zâhirî beraberlik de makbul değildir. Zira kimileri, bir mürşid-i kâmilin dizi dibinde bulunurlar da, gafletleri sebebiyle hiçbir hisse alamazlar.

Öte yandan, uzak diyarlardaki nice samimî müridler, mürşidlerine duydukları engin muhabbet, hürmet, hasret ve bağlılıkları vesilesiyle, müstesnâ nasiplere nâil olabilirler.

Nitekim büyükler; “Yemen’deki yanımda, yanımdaki Yemen’de.” buyurmuşlardır. Bu sebeple mühim olan; nerede olursak olalım, râbıta hâlini, yani kalbî beraberlik duygusunu yitirmemektir.

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:

“İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olursa olsun, Allâh’a karşı takvâ sahibi olan müttakîlerdir.” buyurmuştur.[6]

RABITA ŞİRK MİDİR?

Tasavvufî terbiyede mühim bir usûl olan râbıta, bilhassa 19. asırdan itibâren bâzıları tarafından, âdeta bir îman-küfür meselesi hâline getirilerek şiddetle tenkit edilmiştir. Hâlbuki râbıta, -daha önce de ifâde ettiğimiz üzere- gâyet tabiî bir psikolojik vâkıadır. Bu şekilde anlaşılıp tatbik edilen bir râbıtanın, îtikâdı zedeleyecek hiçbir tarafı yoktur.

Bu hususta Ubeydullah Ahrâr Hazretleri şöyle buyurmuştur: “…Kalbi mal-mülk gibi dünyevî şeylere bağlı olan ve bunları düşünen kişi kâfir olmuyor da, kalbi (kâmil) bir mü’mine bağlamak (ve ona muhabbet duymak), niçin küfre sebep olsun?”[7]

Üstelik gönlü mânevî rehberlere bağlı olmayan insanların; “Tabiat boşluk kabul etmez.” hakîkati sebebiyle, yanlış örneklerin peşine takılması da kuvvetle muhtemeldir. Nitekim; “Hak ile meşgul olmayan kalbi, bâtıl işgâl eder.” denilmiştir.

Velhâsıl râbıta, mürîdin mürşidine duyduğu muhabbeti dâimâ gönlünde tâze tutarak onun sâlih amellerini ve güzel hâllerini taklide çalışmasından ibârettir. Zira sâlih zâtların sohbet ve irşadları kadar, muhabbetleri de tesirli ve faydalıdır…

RABITA NASIL YAPILIR?

Sâlih zâtlardan mânevî istifâde hususunda, -yeri gelmişken- resim mevzuuna da kısaca temas etmek gerekir:

Günümüzde teknik imkânların çoğalmasıyla, bir fotoğraf çekme furyası başlamış bulunuyor. Âdeta her yer bir fotoğraf stüdyosu, herkes fotoğrafçı oldu. Sâir zamanlardaki bir yana; Kâbeʼde tavaf ederken, Arafat vakfesini edâ ederken, Ravzaʼda ziyaret esnâsında bile, haddinden fazla fotoğraf ve video çekimleriyle meşgul olunduğunu, esefle görmekteyiz. Bunlar, ibadetin feyz ve rûhâniyetini zedeleyen, mâlâyânî kabîlinden işlerdir.

Aynı husus, mânevî sohbetlerde de maalesef yaşanıyor. Sohbetlerde kalbî beraberlik, tefekkür ve tahassüs ile mânen istifâdeye teksif olmak îcâb ederken -belki de iyi niyetle, bir mânevî hâtıra kalması düşüncesiyle- fotoğraf ve videolar çekildiğine sıkça şâhit oluyoruz. Fakat bu işe haddinden fazla ehemmiyet vermek, doğru değildir. Tıpkı dozajını aştığında şifâ yerine zehir olan ilâç gibi, bunlar da kişinin mâneviyâtına zarar verebilir.

TASAVVUF; SÛRET DEĞİL, SÎRET YOLUDUR!..

Unutmayalım ki, ilâhî kameralar zâten her ânımızı kaydediyor. Bunlar, âhirette önümüze konulup seyrettirilecek…

Daha önce de ifâde edildiği üzere, sâlihlerle beraberlik ve râbıtada mühim olan; zâhirî, şeklî ve sûrî beraberlik değil, kalbî ve rûhî beraberliktir.

Sâmi Efendi Hazretleri buyurur ki: “Râbıtada mürşidin hayâlini tefekkür etmeye lüzum yoktur. Muhabbet lâzımdır. Zâten bir insan, sevdiğini dâimâ (gönül) gözünün önünde bulundurur.”[8]

Resim, insanın sonsuzluğa ve mücerrede uzanabilen tahayyülünü, maddî plâna hapsederek sınırlandırır. Ayrıca İslâmʼın resimle alâkalı hükümleri de mâlumdur.[9] İnsanların resimleri/sûretleri, onların zarf tarafıdır. Mühim olansa, insanın mazrûfudur, yani gönül âlemidir. Tasavvuf yolu da, sûret yolu değil, sîret yoludur. Sâlih ve sâdıklarla beraberlikten maksat; onların sûretlerinden ziyâde, sîretleriyle beraberliktir. Faydalı olan asıl resimler; iç dünyadaki akislerdir, gönüllerde kalan ulvî hâtıra ve intibâlardır.

Cenâb-ı Hak, sevdiklerinin gönül dokusundan hisse alabilmeyi, onların ahlâkıyla ahlâklanmayı, böylece her dâim zikreden, fikreden ve şükreden selîm bir kalbe sahip olmayı, cümlemize nasîb eylesin…

Âmîn!
 

cesur58

Kullanıcı
Katılım
19 Mart 2015
Mesajlar
205
Beğeni
250
Puanları
43
lacivert ustam kişinin allah dostu olup olmadıgını nasıl anlayacagız hiç kimse birbaşkasının kalbini bilemezki .rabıta düşünmektir o halde her kişi kendini sorguya çekip yaptıgı yanlışlıkları hatırlayıp allahtan bağışlanma dileyip doğru yol üzerinde gitmeyi istemesidir.kul allahla arasına hiç kimseyi koymaması gerekir.iyya kenğbudu ve iyya kenastain ayetinde oldugu gibi .rabbim yanlız sana iman eder yanlız senden yardım dilerim.saygılar
 

cesur58

Kullanıcı
Katılım
19 Mart 2015
Mesajlar
205
Beğeni
250
Puanları
43
Ayrıca Allah’tan başkasına duâ edenler kınanmış ve uyarılmışlardır.

Ra’d suresi âyet 14:

Gerçek duâ yalnız O’na yapılır. O’nun dışında yalvarıp davet ettikleri ise onlara hiçbir şekilde cevap veremezler. Onlar, ağzına ulaşsın diye iki avucunu suya doğru açan ama suya ulaşamayan birinden başkasına benzemezler. Küfre sapanların duâ ve davetleri şaşkınlığa dalmaktan başka bir işe yaramaz.”

A’raf suresi âyet 194, 195:

Allah dışındaki yakardıklarınız sizin gibi kullardır. Eğer iddianızda haklıysanız, hadi çağırın onları da size cevap versinler.

Ayakları mı var onların ki, onlarla yürüsünler; ellerim mi var onların ki onlarla tutsunlar; gözleri mi var onların ki, onlarla görsünler; kulakları mı var onların ki, onlarla işitsinler. De ki: “ Ortaklarınızı çağırıp bana tuzak kurun. Hadi, göz açtırmayın bana!”

Nahl suresi âyet 20:

Allah dışında yakardıklarınız hiçbir şey yaratamazlar; onların kendileri yaratılmaktadır.”

Nisa suresi âyet 117:

Allah’ın dışındakilere duâ edenler sadece dişilere duâ ederler. Ve Onlar inatçı bir şeytandan başkasına çağırıp yakarmıyorlar.”

Hacc suresi âyet 12, 13:

“Allah’ı bırakır da kendisine zarar veremeyecek, yarar sağlamayacak şeylere kulluk eder. Dönüşü olmayan sapıklığın ta kendisidir bu.

Zararı, yararından daha yakın olan kişiye yalvarır. Ne kötü bir destekçidir o, ne kötü bir efendidir!”
 

cesur58

Kullanıcı
Katılım
19 Mart 2015
Mesajlar
205
Beğeni
250
Puanları
43
PEYGAMBERLER DE “GAYB”İ BİLMEZLER:

Maide 109:

109Allah, elçileri toplayacağı gün şöyle diyecek: “Size verilen cevap nedir?” Onlar: “Bizim hiçbir bilgimiz yoktur; şüphesiz ki Sen, görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği en iyi bilenin ta kendisisin” dediler.

En’âm 50:

50De ki: “Ben size ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Görülmeyeni, duyulmayanı, geçmişi, geleceği de bilmem ben. Size ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. Ben yalnızca bana vahyedilene uyuyorum.” De ki: “Kör ile gören eşit olur mu? Hâlâ düşünmüyor musunuz?”

A’râf 188:

188De ki: “Ben kendim için Allah’ın dilediğinden başka ne bir yarar elde etmeye, ne de bir zararı önlemeye yetkin değilim. Ben eğer görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği bilseydim, elbette ben hayırdan çoğaltmak isterdim. Ve bana hiçbir kötülük bulaşmamıştır. Ben ancak bir uyarıcı ve iman eden bir topluma müjdeleyenim.”

Tövbe 101:

101Ve yanınızda bedevi Araplardan münâfıklar var. Medîne halkından da münâfıklığa iyice alışmış olanlar var. Onları sen bilmezsin. Biz biliriz onları. İki kez azap edeceğiz onlara, sonra da çok büyük bir azaba döndürüleceklerdir.

Hud 31:

28-31Nûh, “Ey toplumum! Hiç düşündünüz mü, ben Rabbimden apaçık bir delil üzere isem ve O, bana Kendi tarafından bir rahmet bahşetmiş de bu size saklı tutulmuşsa?! –Biz, siz ondan hoşlanmadığınız hâlde sizi ona zorlar mıyız?”– 29Ve “Ey toplumum! Ben sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim ücretim ancak Allah’a aittir. Ve ben iman edenleri kovacak değilim. Onlar elbette Rablerine kavuşacaklar. Velâkin ben sizi cahillik eden bir toplum olarak görüyorum.” 30Ve “Ey toplumum! Ben onları kovarsam, Allah’a karşı bana kim yardım edecek? Peki, siz hiç düşünmez misiniz? 31Ve ben size, ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Ve ben görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği bilmem. Ben size ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. O sizin kendinize göre, hor gördükleriniz hakkında, ‘Allah onlara hiçbir hayır vermez’ de demiyorum. Allah, onların içlerindekini, en iyi bilendir. İşte asıl o zaman ben kesinlikle yanlış; kendi zararlarına iş yapanlardan olurum” 28dedi.

Ahkâf 9:

9De ki: “Ben elçilerden ilk ortaya çıkan biri değilim. Ve ben, bana ve size ne yapılacağını bilmiyorum. Ben sadece bana vahyedilene tâbi oluyorum. Ve ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.”
 

cesur58

Kullanıcı
Katılım
19 Mart 2015
Mesajlar
205
Beğeni
250
Puanları
43
tövbe suresi .119 .Ey iman etmiş kimseler! Allah’ın koruması altına girin ve doğru kimselerle birlikte olun.
 

Lacivert24

Extra/Dini Konular
Admin
Katılım
20 Ocak 2013
Mesajlar
8,207
Beğeni
23,420
Puanları
113
Konum
Erzincan
lacivert ustam kişinin allah dostu olup olmadıgını nasıl anlayacagız hiç kimse birbaşkasının kalbini bilemezki

Kıymetli kardeşim: Bir insanın Allah cc. dostu olup olmadığını anlayabilmek için, İslamı çok iyi bilmek ve o zatın amellerinin Allahu tealanın emir ve yasaklarına uygun olup olmadığını değerlendirmek lazımdır... İslamı Kuranı biliyorsan, onları da hemen tanırsın. Çünkü islama aykırı hareket etmezler...
Bir çok belirtileri vardır lakin şimdi uzun uzadıya yazmaya gerek olmadığını, bilginiz dahilinde olduğunu düşünüyorum...

kul allahla arasına hiç kimseyi koymaması gerekir.

tövbe suresi .119 .Ey iman etmiş kimseler! Allah’ın koruması altına girin ve doğru kimselerle birlikte olun.

Cevabınıda siz yazmışsınız zaten..
konuyu tartışma zeminine çekmeden istifade etmeğe çalışalım inşAllah...






 

cesur58

Kullanıcı
Katılım
19 Mart 2015
Mesajlar
205
Beğeni
250
Puanları
43
lacivert ustam kişinin allah dostu olup olmadıgını nasıl anlayacagız hiç kimse birbaşkasının kalbini bilemezki

Kıymetli kardeşim: Bir insanın Allah cc. dostu olup olmadığını anlayabilmek için, İslamı çok iyi bilmek ve o zatın amellerinin Allahu tealanın emir ve yasaklarına uygun olup olmadığını değerlendirmek lazımdır... İslamı Kuranı biliyorsan, onları da hemen tanırsın. Çünkü islama aykırı hareket etmezler...
Bir çok belirtileri vardır lakin şimdi uzun uzadıya yazmaya gerek olmadığını, bilginiz dahilinde olduğunu düşünüyorum...

kul allahla arasına hiç kimseyi koymaması gerekir.

tövbe suresi .119 .Ey iman etmiş kimseler! Allah’ın koruması altına girin ve doğru kimselerle birlikte olun.

Cevabınıda siz yazmışsınız zaten..
konuyu tartışma zeminine çekmeden istifade etmeğe çalışalım inşAllah...





 

cesur58

Kullanıcı
Katılım
19 Mart 2015
Mesajlar
205
Beğeni
250
Puanları
43
Ustam niyetim birbirimizi üzerek tartışmak degil sadece sizinde buyurdugunuz gibi bir birimizden istifade ederek birşeyler ögrenmek.benim söylemek istedigim cemaat liderlerini seyhleri allah dostları ilan ederek onların her söylediklerini kesin dogru kabul edilmemesini yüceltilmemesini sorgulanması gerektigini söylüyorum günümüzde bu tip şarlatanların epeyce fazla oldugunu görüyoruz o yüzden insanları uyarmamız gerektigini düşünüyorum saygılar
 

aliveli44

ONURSAL ÜYE
Admin
Super Moderatör
Vip Üye
Katılım
12 Haziran 2012
Mesajlar
10,998
Beğeni
20,885
Puanları
426
Konum
Malatya
Hadis-i şeriflerde, “Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek, sabaha kadar ibadet etmekten daha sevaptır” “Kıyamete yakın ilim azalır, cehalet artar.”, “İlmin azalması âlimlerin azalması ile olur. Cahil din adamları, kendi görüşleri ile fetva vererek fitne çıkarırlar, insanları doğru yoldan sapıtırlar.” ve “Her asır, önceki asırdan daha bozuk olur. Böylece kıyamete kadar hep bozulur” buyuruldu.
 

cesur58

Kullanıcı
Katılım
19 Mart 2015
Mesajlar
205
Beğeni
250
Puanları
43
12079664_164962490517709_2560486033782891103_n.jpg
 
Üst Alt