''Hakikat çeşmesi'' | Define işaretleri ve anlamları

''Hakikat çeşmesi''

Lacivert24

Extra/Dini Konular
Admin
Katılım
20 Ocak 2013
Mesajlar
8,207
Beğeni
23,420
Puanları
113
Konum
Erzincan
Muhterem kardeşlerim, sevgili dostlar, Hakikat çeşmesi başlığı altında, yüce dinimizin dünyaya bakışı, insana yaklaşımı, prensipleri hak ile batıl arasındaki farklılıklar, hissiyatımız, nereden geldik nereye gitmekteyiz gibi benzer konuları birlikte işleyeceğiz.. istifade etmek dileğiyle, mevlam cümlemize hayırlar versin, yar ve yardımcısı olsun, razı olduğu kullar arasına ilhak eylesin inşAllah niyazıyla bu haftaki dersimizi işleyelim... dersimizin konusu:

Allah (cc) Mülkü İstediğine Verdiğine Göre, Neden İnanmayanlara Vermiştir?

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Allah (celle celâluhu) Mülkü İstediğine Verdiğine Göre, Neden İnanmayanlara Vermiştir de, İnananlar Geri Kalmış ve Terakkî Edememişlerdir?
Evvelâ, yaratana suâl sorma mevkiinde olmadığımızı, olamayacağımızı bilmek edebin ifadesidir. Varlığın asıl sahibi O'dur; O, dilediğini aziz, dilediğini zelil; istediğini sultan, istediğini dilenci kılar da kimse ona hesap soramaz. Her icraatında çok hikmet ve maslahatların bulunması her işi, akla ve fikre hayret verecek şekilde cereyan etmesi muhakkaktır. Ne var ki, bütün işlerindeki gerçek mantık ve hikmetleri yine sadece kendisine aittir. Bizim, o fayda ve maslahatlar adına öne süreceğimiz her şey, ya onun anlattıklarının bir tekrarı veya idrak edebildiğimizce ortaya atılmış bir kısım tevilciklerdir. Bu türlü te'vil ve tefsir gayretleri, tereddüt ve şüpheleri gidermeğe yarasa bile, hiçbir zaman asıl hakikati ifâdeye yetmeyecektir.

Bununla beraber, bu hususta söylenmiş ve söylenebilecek bir kısım hakikatleri sıralamada fayda mülahaza ediyoruz:

1 İlk önce, ortaya atılan tereddüt üzerinde duralım: Allah'ın, (c) mülkü ve dünyayı inanmayanlara verip de, bütün bütün inananları mahrum bıraktığı doğru değildir. Aksine, belli devirlerde ve belli şartlarla inananlar, inanmayanları bir hayli gerilerde bırakacak şekilde ilerlemiş ve dünyayı, maddi, mânevi hakimiyetleri altına almışlardır.

Nebiler kumandası altında çok iyi inanmış bir Tevrat toplumu, kitabına ve peygamberine saygılı bir İncil toplumu asırlarca, dünya çapında devletler kurmuş ve hükümran olmuşlardır. Ve hele Kur'an toplumu, köklü inanç ve sağlam prensipleri sayesinde, dünyanın çeşitli kıtalarında, çeşitli medeniyetler kurmuş ve asırlarca beşerin kaderine âdilâne hükmetmiştir.

Bu itibarla, bir kısım inkarcı mürtecilerin zannettikleri gibi, inkar ve ilhadı ilerletici, inancı da geriletici unsurlar olarak görmeye imkan yoktur. Aksine, toplumların ileri ve müreffeh olmasında imanın rolü her türlü takdirin üstünde ve yeri doldurulamayacak kadar büyüktür. Ancak, hikmetlerin kavranması ve sebeplere riayetin şart koşulduğu bu dünya hayatında, o hikmet ve sebepler dairesi içinde harekete de zaruret vardır.

2 Yüce Yaratıcı, imkânlar bahşedip yükseltmek istediği toplumlarda, âdî şart ve vesileler olarak bir kısım şeylerin yerine getirilmesini ister. Bu şart ve vesilelere riayet edildiği takdirde, o toplumu yükseltir ve müreffeh kılar. Aksine, riayet edilmediği zamanda perişan ve derbeder eder. Bu şart ve vesileler inananlar için bahis mevzuu olduğu gibi, inanmayanlar için de her zaman bahis mevzuudur. 'Her mü'minin her sıfatının mü'min olması lazım gelmediği gibi, her inançsızın her vasfının da küfür olması lazım gelmez.

Nice kimseler vardır ki, dupduru ve tertemiz inançlarıyla beraber, boylarınca bâtıl vasıflar ve kötü hasletler içindedirler. İnandığı halde haram yiyen, yalan söyleyen, tembellik ve atalet içinde bulunan, tefekkürden hoşlanmayıp, ilmi sevmeyen insanların sayısı hiç de az değildir. Ve, yine nice kimseler vardır ki, inanmadığı halde, ilme aşıktır. Düşünmeyi sever. Başkalarının hukukuna karşı saygılı ve riâyetkardır. Yalan nedir bilmez. Boş oturma ve boş konuşmadan nefret eder. Evvelkisi, kafir sıfatlarını taşıyan bir inançlı, ikincisi de mü'min sıfatlarım taşıyan bir inançsız.. Bütün alemlerin Rabbi olan Yüce Yaratıcı, vasıf ve hasletlere göre hüküm verdiği için, mü'min vasıflarıyla serfiraz olanı, bu dünya hayatında yükseltecek ve bir bakıma mesut edecek, diğerlerini de, yine bu hayat itibariyle perişan ve sefil kılacaktır. Diyelim ki Cenabı Hak, sistemli düşünmeyi, ilmî gayreti, çalışma ve yorulmayı, hususiyle metotlu çalışmayı seviyor. Ve bunların aksi olan, düşünmemeyi, ilimle uğraşmamayı, tembellik ve uyuşukluğu ve çalıştığı zaman da sistemsiz ve metotsuz çalışmayı sevmiyor. Şimdi, buna göre O, yükseltmek ve alçaltmak; aziz ve zelil etmek istediklerini, yukarıda bir kısmını sıraladığımız vasıflara ve hasletlere göre yükseltecek, alçaltacak; aziz ve zelil kılacaktır. Zira O, hükümlerini vasıflara göre vermektedir. Kim, taşıdığı sıfatlarıyla, sonsuz kudret ve inayetle münasebete geçerse, herkesin hukukunu görüp gözeten Erhamürrahimin tarafından te'yid görür ve ilerler.

Evet, hangi toplum sistematik düşünüyor, hangi millette ilim aşkı var; hangi topluluk gayretli ve çalışkan ise, o topluluk inançsız dahi olsa, bu güzel hasletlerinden ötürü, muvakkat dünya hayatında mutlu ve müreffeh olacaktır. Aksine ise, bir şey söylemek oldukça zordur..

Böyle bir muvazenede imanın kendine has ağırlığı ise, gönülden inanmışlar için ebedî saadete vesile olma gibi bir mazhariyettir ki; her mü'min inancının semeresini kat kat görecek demektir.

3 Maddi terakkî ve teknik üstünlük, bir zamanlar bizde de olduğu gibi, halihazırdaki nesle intikal eden mirasın, çok iyi değerlendirilmesine; iş bölümü ve mesailerin tanzimine; atâlet ve miskinlikle mücadeleye bağlıdır. Bir toplum, geçmişini inkar ediyor ve kendine intikal eden mirası hor görüyorsa; keza, herkes her işe karışıyor ve umum işler ehil olmayanların elinde kalıyorsa, o toplumun terakki etmesi asla düşünülemez.

Oysaki, bugün ileri gördüğümüz dünya, kendisine intikal eden mîrası çok iyi değerlendirdi ve asla geçmişi tahkirle uğraşmadı. Tahkirle uğraşmak şöyle dursun, geçmişle, hali, yan yana getirdi ve terkiplerini ondan çıkardı.

Bu dünyada, halihazırdaki parlak durumu ve gelişmiş teknolojiyi, esas ve kıstas kabul ederek, geçmişini inkar eden, onu hakir gören tek ferde rastlayamazsınız. Galileo, bütün hatalarına rağmen Copernik'i saygıyla yad eder; Einstein, yanlışlarını ıslah ettiği Newton'u hürmetle anar. Ve bu anlayış daha sonraki nesillere, onları ve eserlerini müşterek mütalaa etme fikrini ilham eder.

Ah, benim Gazalim, İbn-i Sina'm, El-Cabir'im, Eb-ul Heysem'im, Eb-ullz'im.! (vs) sizi kameti kıymetinize göre tanıyamadık. Bıraktığınız muhteşem mirası batıya kaptırdık ve şimdi onun istirdat [1] yollarını araştırıyoruz. Hayır hayır istirdat değil; batının bin bir akrobatlığı karşısında, şaşkın, beceriksiz, mahkur [2], mezmum [3], menfur [4] ve merdut [5] bir topluluk gibi hediye ve ulufe bekliyoruz.

Ve, yine bu ileri dünya, mesailerin tanzimine, iş bölümüne ve ihtisasa ehemmiyet verdi. Kim, hangi işi yapacaksa, daha başlangıçta o yola girdi ve o istikamette melekelerini geliştirdi. Bütün bir ömrünü böyle belli bir yönde tüketen ve himmetini belli bir noktaya teksif edenin ilerleyip muvaffak olmasından daha tabii ne olabilir? Yoksa, üçüncülüğü kabul eden bir dünyada olduğu gibi, sabah deve çobanı; öğlene doğru zürra [6]; akşam üstü sanayici ve yatarken de idareye talip olanların teşkil ettiği bir toplumda ne memleket kalkınmasından, ne de maddî refah dan bahsetmeye imkân yoktur.

4 Yüce Yaratıcının iki kitap ve iki çeşit kanun mecmuası vardır:

Her bir meselesi bir ilme mevzu olan şu kâinat kitabı,
Bu muhteşem kâinat sarayını kuran zâtın kâinat ve onun seyircileriyle alakalı beyanlarını ihtiva eden Kur'an-ı Kerim.
Birinci kitapta eşya ve hadiseler konuşur. İkinci kitapta ise, söz ve kelimelerle, birinci kitabın şerh ve izahı; seyircilerin vazife, mesuliyet ve gidecekleri yer anlatılır.

Birinci kitap, fizik, kimya, astronomi gibi dillerle kendini bize tanıttırır . Ve elektronlardan nebülözlere kadar geniş bir sahada dersini takrir eder. İkinci kitap, bu dağınıklığı derler, toparlar, ulvî bir bâtının zahirî ve yüce bir hedefin vesilesi haline getirir.

Her iki kitabın kısmen farklı, kısmen de müşterek ahkâmı vardır. Beşer bu iki kitabın ahkâmına da uyma mecburiyetindedir. Her iki kitabın ahkâmına uymanın mükafatı, muhalefetin de cezası vardır. Ancak kâinat kitabına uymamanın cezası ekseriyet itibariyle dünyada, Furkan-ı Mübin'e uymamanın cezası da, umumiyet itibariyle ahirette verilmektedir. Buna göre, her iki cihanın saadeti de, her iki kitabın ahkâmını inceden inceye tetkik edip kavramaya ve o çizgide hareket etmeye vabestedir.

Şimdi, bir toplum, eşya ve hadiseleri didik didik edercesine, tabiat kitabını okuyor ve onun ahkâmına uyuyorsa, dünyada bütün varlıklara merhamet eden Alemlerin Rabbi, O toplumu, bu muvakkat hayatta başarıya ulaştıracak ve yükseltecektir. Aksine, eşya ve hadiselere karşı kör ve sağır yaşayanları da, bu hayatta zelil ve perişan kılacaktır.

Evet, bir toplum, istenildiği gibi ve sıhhatli bir imana sahipse, onun ebediyen mesut olacağında kuşkuya mahal yoktur; ancak, dünya mutluluğu için gerekli olan malzemeyi değerlendirip kullanmadığı zaman da dünya hayatı itibariyle tokat yiyeceği muhakkaktır.

5 Maddî terakkî ve üstünlük, bazen, ruhen yükselememiş toplumları, azdırır ve saldırgan kılar. Günümüzdeki süper devletlerin, insanlığın kaderiyle oynamaları; içtimaî coğrafyayı değiştirip durmaları, maddî güç ve refah seviyelerine göre, kalbî ve ruhî hayatları yükselmemiş bütün toplumların, nasıl birer felaket toplumu olduklarını göstermesi bakımından çok manidardır.

Bu itibarla, inanmış dahi olsa,bir toplum, kendini keşfedeceği, benlik sırlarına ereceği, yani insanlık meleke ve kabiliyetlerini inkişaf ettireceği ana kadar hikmet eli, ona bahşedeceği şeyleri belli ölçüde verecek ve onu azdırmayacaktır. Bu husus inançsız bir toplum için, her zaman bahis mevzuu olmasa bile, inançlı bir toplum için daima söz konusu olur.

6 Toplumun, taban ve tavanı kendi aralarında 'uyum' temin edecekleri âna kadar, ehil olmayanların şımarmalarına, kuvvet ve hakimiyet kazanmalarına meydan vermemek için, yükseltme hükmü kısmen imhâl [7] edilir; ama, katiyen ihmâl edilmez.

Sen'in hikmetin ne kadar güzel, hükmün ne kadar tatlı..!

7 Değişen dünya, yenilenen şartlar ve umumî ahval muvacehesinde, aklın ve ruhun harekete geçirilmesi; bize ait kaynakların yeniden ele alınması ve günün ışığı altında didik didik edercesine bir kere daha gözden geçirilmeleri, evet bütün bunlar için, toplumumuzun hayat ve kültür seviyesi muvakkaten düşürüldü. Yani, aldatıcı ticarî emtiaya ve kalp paralara, geçici olarak pazar ve piyasaya çıkma izni verildi. Ta, asırlardan beri karanlık izbelerde ve ufunetli dehlizlerde terkedilmiş bulunan eşsiz elmaslar, sahihleri tarafından, yüzlerindeki tozu toprağı alınarak, saykıllanarak kalp paraların yerine piyasaya sürülsün ..

Diğer bir ifade ile, toplumumuz, bu mağlubiyet döneminde, hasımlarının çeşitli hokkabazlıklarıyla karşı karşıya bırakıldı ve tagallüplerin, tahakkümlerin, tasallutların en acılan, kendisine tattırıldı. Ta, ilerideki dünyasını, düşmanları ve onların entrikalarını bilmişlik üzerine kursun ve o dünya için vârid olan tehlikelerin ortaya çıkacağı delikleri şimdiden tıkamış olsun...

8 Ayrıca, her inanan insan, yüce hedefine doğru giderken, yürüyeceği yolun ve kullanacağı vesilelerin de hak olması lazımdır. Zira, batıl yol ve vesilelerle hak hedefe ulaşılamaz. Oysaki, günümüzde makyavelist düşünce o kadar yaygınlaştı ki, inanan insanlar arasında bile, başkalarını aldatmak, yalan söylemek, olduğundan başka görünmek ve hedefine varabilmek için her vesileyi meşru saymak, artık normal görülmekte ve normal kabul edilmekte.. Bu sevimsiz vasıflarından ötürü de, Yüce Yaratıcı, onları terbiye ediyor ve kendilerine gelmeleri için uyarıyor. Hattâ, geçici olarak hasımlarına ezdiriyor. Ama, er geç, gönlünü hakka verenlerin, doğru düşünüp doğru yaşayanların, yanî ezilen milletlerin de günü gelecektir. Bu dönemin sonu, başından daha hayırlı olacak ve rahmeti bol Yaratıcı, verdikçe verip bu toplumu hoşnutluğa erdirecektir.

[1] İstirdat: Geri almak, Geri almayı istemek
[2] Mahkur: Hakir görülen. Hakarete uğramış
[3] Mezmun: Zemm olunmuş, kötü
[4] Menfur: Nefret edilen, sevilmeyen
[5] Merdud: Reddolunmuş, kabul edilmemiş, kovulmuş
[6] Zürra: Ekinciler, ziraatçiler
[7] İmhâl: Mühlet verme
 

aliveli44

ONURSAL ÜYE
Admin
Super Moderatör
Vip Üye
Katılım
12 Haziran 2012
Mesajlar
10,998
Beğeni
20,885
Puanları
426
Konum
Malatya
Cevap: ''Hakikat çeşmesi''

Abi Rabbim razi olsun senden
Aksam bir kismini okumustum
Cok hosuma gitti
Sabahta tamamini okudum
Cok guzel paylasim
 

Lacivert24

Extra/Dini Konular
Admin
Katılım
20 Ocak 2013
Mesajlar
8,207
Beğeni
23,420
Puanları
113
Konum
Erzincan
Cevap: ''Hakikat çeşmesi''

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Adalet Sözünden Ne Anlaşılır veya Ne Anlamalıyız?

Adalet Sözünden Ne Anlaşılır veya Ne Anlamalıyız?Adalet, ifrat ve tefrit arasında bir orta haldir. Yani: Aşırılıkla alakasızlık arası dengeli bir durumdur. Bu da insanda bulunup pek çok hayra vesile olacak olan büyük bir potansiyelin yerinde kullanılmasıyla mümkün olacaktır. İnsanda şehvet, öfke, vehim ve akıl gibi kuvvetler güzel kanalize edilirse adalet meydana gelir, ifrat ve tefritinde ise saçmalar...

Mesela insandaki şehvet duygusu ki, umumi manası itibariyle, hem ferdin hayatının devamına vesile olan şeylere arzu duymaya, hem de neslin ve insan nevinin devamına vesile olan şeylere arzu duymaya şamil olur. Fert, yeme, içme ve tenezzüh gibi şeylere duyduğu arzu ile varlığını ve sıhhatini devam ettirdiği gibi hemcinsine karşı duyduğu arzu ile de neslini ve insanlığı devam ettirmeyi yüklenmiştir.

Şimdi bu mülahazadan uzak olarak bu duyguyu ele aldığımızda, ya onu kemle giden yolda önümüzü kesmiş bir cellât olarak görecek ve kilise babalarının yaptığı gibi onu tamamen terk edeceğiz ki, işte bu tefrit ve alakasızlıktır. Veya günümüzün sefil anlayışı içinde sınır tanımadan bu mevzuda her münasebeti meşru sayacağız ki, bu da ifrat ve taşkınlıktır.

Öfke de öyledir. Hiç olmayacak şeyler karşısında feveran ve halk dilinde pireye kızıp yorgan yakma bir ifrat ve en aziz ve en mukaddes şeylerin payimal oluşu ırzın çiğnenip namusun doğranması karşısında sükûtta bir tefrittir. Adalet ise küfür zulüm ve cevr karşısında bir kükreme ve bunların berisinde ve bilhassa sabır ve hayra vesile olacak yerde müsamahalı ve yumuşak olmaktır.

Aynı durum vehimde de cereyan eder. Olmayacak şeylerden korku ve endişe, hayatı azaba çeviren bir ifrat ve korkulması, endişe edilmesi gereken şeylerden korkup endişe etmeme ise bir tefrittir. Birinde kâinattaki her şeyden korkup her şeye ulûhiyet isnat etme düşüncesi vardır ki, Ganj dolayları bu telaşın doğurduğu putlarla doludur. Diğerinde ise yerde ve gökte kimseden endişe etmeme gibi bir cinnet ve nefsini, varsa- milletini ölüme götürme gibi bir vahşet vardır. Adalet ise hayati ehemmiyet arz eden şeyleri hesaba katarak ihtiyat ve tedbire riayetle beraber uzak ihtimallerle melhuz olan endişe verici şeylere karşı da fütursuz olmaktan ibarettir. Akıl için de benzeri mütalaa serd edilebilir. Müşahede ve hissin ürünlerini hesaba katmadan sadece akla itimat ve ifrat; aklı tamamen azledip, ya katı pozitivizm veya vicdanı esas alarak bunun dışında herşeyi inkâr etmek bir tefrittir. Birincisinde eski mantıkçıların cerbezelerini şimdiki materyalistlerin de diyalektiğini; ikincisinde ise Ogüst Kornt pozitivizmini ve Hıristiyan mistisizmini görürüz.

Akılda adalet ise his ve müşahedenin mahsullerini değerlendirme, yeni terkipler yapma ve bununla his ve müşahede altına girmeyen şeyleri kavramaya çalışmaktır. Aklın istikameti ise ancak vahyin aydınlatıcı tayfları altında mümkün olabilmektedir. Semavi nağmelere sırtı dönük bir akıl, ya Aristoles gururu içinde bir firavun veya kilise duvarları içinde acezeden kış sineği gibi bir şeydir. Hâiz olduğumuz bu duygularda adalet bir esas olduğu gibi, mükellef olduğumuz şeylerin bütününde esastır. Bu cümleden olarak itikatta adalet şarttır ve en başta bir ilahın vücudunun tasdik ve onun kemal sıfatlarıyla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu; zira bir ilahın vücudunu veyahut sıfatını kabul etmeme bir ilhad ve tatil olduğu gibi, "Allah cisimdir, cevherdir, uzuvlardan meydana gelmiştir ve bir mekânı vardır" dernek dahi bir teşbihtir ve küfürdür. "Allah vardır, kemal-i sıfatlarıyla vardır, cisim, cevher; aza ve alet gibi şeylerden münezzehtir. Mekândan müstağnidir." Evvelki iki inhiraf arasında vasat bir yol ve adalettir.

Sair itikadı şeyleri de düşünebiliriz, mesela "İnsanın kudreti ve ihtiyarı yoktur" demek bir cebirdir." İnsan kendinden meydana gelen bütün işlerin mucit ve halikıdır." demek de ifratkar bir iradeciliktir. Şart-ı adı kaydıyla insan iradesinin kabul edilmesi ve herşeyi Allah'ın yaratması esasıyla ele almak ise bir adalettir.

Ameli hususlarda da adaletin cereyanına şahit oluruz. Evvela, mutlak olarak bütün işlerimizi dünya ve ukba, ruh ve ceset muvazenesi içinde ele alma bir adalettir. Buna göre dünya cismani yaşayış ve hayvani hayat, ahirete ve kalbi hayata baktırmayacak şekilde ise bu bir maddiyecilik ve ifrattır. Cismaniyeti nefy ve inkârı netice veren Hıristiyan sprutualizmi ise bir tefrittir. Ve bu iki şey arasında muvazene ise istikamettir.

Bu hususlardan birini Yahudilik temsil ediyorsa diğerini de Hıristiyanlık temsil etmektedir. Mesela Yahudilikte amden katilde af tarafına gidilmeden behemehal katilin öldürülmesi gerekmektedir. Hıristiyanlıkta ise mutlaka affedilmesi lazımdır. Ve bu haliyle birinde ifrat, diğerinde de tefrit vardır. Adalet ise af yolu açık olmakla beraber kısasın yapılmasındadır. Nazari ve ameli bütün bir hayat içinde bu şekilde adaleti görmek ve göstermek mümkündür. Ne var ki, insanlar ciddi rehberlerle bu doğru yola götürülmedikten sonra adalet bulmaları da oldukça zor olacaktır.

Günümüzde çok bahis mevzu olan (sosyal adalet) ise adalet anlayışının içtimaiye akseden bölümlerinden sadece birisidir. Tasavvurda ve pratikte istikamete ermiş kimselerin adaletsizliği düşünülemeyeceği gibi onlar arasında içtimai adaletsizlikten söz etmekte asla bahis mevzuu olmayacaktır.
 

ikizceli

çalışmalarınızı yasal yapınız.
Kullanıcı
Katılım
11 Eylül 2013
Mesajlar
7,145
Beğeni
25,610
Puanları
113
Yaş
69
Konum
ORDU- SAMSUN-ANKARA
Cevap: ''Hakikat çeşmesi''

muhterem hocam,konunuza iştirak etmeyi canı gönülden istememe rağmen,yüce dinimizle ilgili aldığım öğrenim, sizin yazılarınız yanında ,benim yazacaklarımı yeterli kılacak seviyede değil.
sizin kıymetli yazılarınızdan feyz almak ,yazmaktan bin kat daha güzel.
YÜCE RABBİM, sizden razı olsun.bizleri aydınlatacak değerli yazılarınız içinde sağlık ve afiyetler versin.
kalbi saygılar sevgiler . ALLAH a emanet olunuz.
 

Lacivert24

Extra/Dini Konular
Admin
Katılım
20 Ocak 2013
Mesajlar
8,207
Beğeni
23,420
Puanları
113
Konum
Erzincan
Cevap: ''Hakikat çeşmesi''

muhterem hocam,konunuza iştirak etmeyi canı gönülden istememe rağmen,yüce dinimizle ilgili aldığım öğrenim, sizin yazılarınız yanında ,benim yazacaklarımı yeterli kılacak seviyede değil.
sizin kıymetli yazılarınızdan feyz almak ,yazmaktan bin kat daha güzel.
YÜCE RABBİM, sizden razı olsun.bizleri aydınlatacak değerli yazılarınız içinde sağlık ve afiyetler versin.
kalbi saygılar sevgiler . ALLAH a emanet olunuz.

ALLAH cc. sizler gibi değerli, bir o kadar da mütevazi hocamızdan da razı olsun inşAllah.. bizler malumunuz hala talebeyiz, her gün bir şeyler öğrenme peşindeyiz.. Allah’a hamd ediyoruz ki, Rabbimiz birçok kardeşimize de hidayet, basiret, feraset ve dirayet lütfederek, hak ve hakikatin duyurulmasında görevlendirmiştir.. Aziz ve muhterem hocam böylesine güzide, eli kalem tutan kıymetli hizmet ehlinin, yazmış oldukları değerli yazıları alıntı yaparak paylaşıyorum, hep birlikte bilgilerimizi tazeliyor ve ya öğreniyoruz inşAllah.. Dertleriniz kum tanesi kadar küçük, sevinçleriniz Nisan yağmuru kadar bol olsun mevlam yar ve yardımcınız olsun sevgiyle kalınız.
 

MURATS44

Kullanıcı
Katılım
16 Mart 2013
Mesajlar
248
Beğeni
70
Puanları
28
Cevap: ''Hakikat çeşmesi''

En küçük bilgi bile bir hazine değerindedir. Konuyu baştan sona okudum ve çok değerli bilgilerin yanında , atılan çok büyük bir adım. En uzak yollar bile ilk adımla başar. Bu yolun devaamında öğrenecek çok şeyler var inşaallah. Bu konu özellikle takip edeceğimi bilmenizi isterim. emeğinize yüreğinize sağlık. Devamınıda bekliyorum. Teşekkürler.
 

Lacivert24

Extra/Dini Konular
Admin
Katılım
20 Ocak 2013
Mesajlar
8,207
Beğeni
23,420
Puanları
113
Konum
Erzincan
Cevap: ''Hakikat çeşmesi''

Allah (cc), Neden Bana Sormadan, İşin Başında İrademe Danışmadan Beni Yaratıp, Kaderin Mahkûmu Yapmış? Sonra, Benim Kaderim Neden Zengin ve Müreffeh Olmak Değil de, Belâ ve Musibetlere Maruz Kalmak Şeklinde Tecellî Ediyor?

Kader zorlayıcı, zulmedici ve hele asla çirkin değildir.

Şimdiye kadar yaptığımız izahattan anlaşıldığı üzere, insanın iradesi hesaba katılmadan yapılan bir takdir yoktur; kaldı ki, peygamberler gönderip, kitaplar indirmekle Allah (celle celâluhu) bizi devamlı surette ikaz da etmiştir.

İnsan bir işe iradesiyle sahip çıkmadan herhangi bir çirkinlik ve günah meydana gelmez. İnsan, nefsinin tesiriyle iradesini kötüye kullanıp, kötülüklere davetiye çıkarmakla düğmeye dokunmuş ve düşeceği çukurun kapağının açılmasına sebep olmuş olur; sonra da gider o çukura yuvarlanır. Meselâ, bembeyaz nur parçası güneşimiz kirsiz, lekesiz olduğu gibi, hayat için mutlaka gerekli olan ısı ve ışığın kaynağı, aynı zamanda çiçeklerin simasında akseden renk ve güzelliklerin de menbaıdır. Fakat, insan onun altında saatlerce oturur ve gerekli tedbiri de almazsa hastalanır, hatta ölebilir de. Şimdi, bu durumda suç güneşin midir? O kendi suiistimaliyle sebep olduğu hastalığı veya ölümü karşısında, "Güneş olmasın, neden yaratıldı ki?" diyebilir mi? "Altında kaldık, hasta olduk; yemeklerimiz güneşin harareti altında kalıp bozuldu." gibi tamamen iradî hatalarımızdan kaynaklanan cüz'î şerlerden dolayı güneşin yaratılması ve varlığı şer kabul edilebilir mi?

Evet, kadere yüklenen günah, zarar ve çirkinlikler, esasen kulun iradesini suiistimal etmesinin neticesidir. İrademizi hesaba katmadan birtakım zulüm ve çirkinlikleri kadere yüklersek, hem musibeti ikileştirmiş, hem de kadere karşı küstahlık etmiş oluruz.

Meselâ, insana hem bir lezzet, hem de neslin çoğalması gibi hayırlı bir neticeye götürücü bir sebep olarak şehvet hissi verilmiştir. İnsan, iradesini kötüye kullanarak bu hissini fuhuş gibi yanlış ve haram yollarda tatmine çalışırsa, bu takdirde suç kaderin mi, yoksa bizzat o insanın mı olacaktır? Burada insan, hayra vesile olsun diye verilen ve yerinde kullanılması için her imkânın hazırlandığı bir vesileyi şerre alet etmekle, şer işleyip günaha girmekte ve neticede kendisine zulmetmektedir. Cinayet gibi benzeri meseleleri de buna kıyas edebilirsiniz... Şu kadar ki, insanın suiistimali olmadan içine düştüğü bir kısım belâ ve musibetler de vardır ki, bunların hikmet, fayda ve güzelliklerini yeri geldikçe anlatmaya çalıştık ve çalışacağız da.

Kader, netice ile beraber sebeplere de bakar. İnsan ise, yaratılışı icabı ve kaderi de tam mânâsıyla anlayamadığından, ancak zâhirî ve görebildiği netice ve sebeplere atf-ı nazar etmekle, yanlış hükme varır ve zulmeder. Meselâ, yaşlı birinin, bir çocuğun kulağını çektiğini gördüğünüzde, hâdise yakışıksız olduğundan, hemen çocuğa zulmedildiği neticesine varırsınız. Oysa kulağı çeken kişi belki de çocuğun babasıdır ve sizin de yapabileceğiniz gerekli bir şeyi yapmaktadır. İleride dizini dövmemek, testinin kırılmasını daha baştan önlemek için, yani çocuğunun mânevî hayatı mahvolmasın ve ebedî hayatı ölmesin diye ahlâk dışı bir hareketinden dolayı böyle bir tedibe tevessül etmiştir... Ama, siz zâhire bakıp, görünüşe göre hüküm verdiniz ve o babayı zulümle itham ettiniz; böylece ona değil, kendinize zulmettiniz. Hâlbuki kader, bütün sebeplere birden bakar ve hakikî, görünmeyen sebepleri de bilir; dolayısıyla hükmünü tam ve adaletli verir.

Bir avcı görürsünüz, bir aslanı vurur ve öldürür. Aslana acırsınız ama, bilmezsiniz ki, o aslan bir ceylanın yavrularını anasız bıraktığından, kader ona o cezayı vermektedir. Beri yanda, bir gün gelir, avcının ayağı kırılır; o da, aslanı öldürmesinin cezasını bulur. Bir insan bir başkasını bıçaklar ve yaralar; cezasını görmez ve hâdise unutulur gider. Fakat, bir gün bu şahıs zina iftirasıyla mahkemeye düşer.. böyle bir isnat itibarıyla o suçsuzdur; fakat, hâkim zâhirî sebeplere bakarak kendisini mahkûm eder. Şimdi siz, "Hâkim zulmetti." dersiniz ama, o kimse hakkında kader, hakikî sebebe bakarak adaletle hükmetmiş ve o şahıs da, unutulup giden bıçaklama suçunun karşılığını görmüştür. İşte kaderdeki güzellik ve bizim hükümlerimizdeki çirkinlik! Evet, kaderin her hükmü ya bizzat güzeldir veya neticesi itibarıyla güzeldir.

Yeri gelmişken, Hz. Musa (aleyhisselâm) ile alâkalı olarak rivayet edilen bir hâdiseyi anlatmakta fayda mülâhaza ediyorum:

Hz. Musa (aleyhisselâm), "Yâ Rabbi, bana adaletini göster." diye dua eder. Cenâb-ı Allah da kendisine, "Falan çeşmenin yakınında bekle ve olup bitecekleri gözetle." diye vahyeder. Derken, çeşmenin başına bir atlı gelir, atını sulayıp giderken bir kese altın düşürür. Arkadan hemen bir çocuk gelir ve o bir kese altını alıp uzaklaşır. Sonra, çeşmeye bir âmâ gelir ve o esnada altın kesesini düşürdüğünü fark eden atlı geri döner. Altınlarını âmâdan ister; âmâ, ne kadar ben almadım derse de dinletemez ve atlı âmâyı öldürür. Hep zulüm gibi görünen bu hâdiselerdeki adaleti Hz. Musa, Cenâb-ı Hak'tan sorar ve şu cevabı alır:

"Atlı, vaktiyle çocuğun babasının bir kese altınını çalmıştı; böylece o bir kese altını sahibine iade etmiş olduk. Âmâ ise, vaktiyle atlının babasını öldürmüştü, onu da atlıya öldürterek, kısas uyguladık."

Evet, hakikî sebepler bilinmeyip, dıştan bakılınca serapa zulüm görülen hâdiseler zinciri, hakikî sebepleriyle serapa adalet olup çıkıyor. İşte kaderin hükmü de böyledir; onda en ufak bir zulüm ve çirkinlik olmayıp, her hükmü mahzâ adalet ve mahzâ güzelliktir.

İnsanın zâhire bakarak kerih gördüğü şeylerde Allah (celle celâluhu) onun için pek çok hayırlar murad etmiştir. Buna karşılık, insanın fayda mülâhaza ettiği pek çok şeyde ise, kendisi için şerler vardır.[1] Meselâ, bilhassa soğuklarda insana abdest almak zor gelebilir, fakat abdestin gerek kendisi, gerekse neticesi pek güzeldir. Cihad, âyetin ifadesiyle[2] ağır ve kerih gelebilir; fakat netice itibarıyla pek çok lütuf ve mükâfatlar getirir. Öyle olur ki, Allah (celle celâluhu) sevdiği bir kulu iflâs ettirir; ama o kul bilmez ki, mal kendisinin sırat-ı müstakîmden sapmasına vesile olacaktı. Kul dua eder, fakat duada istediklerinin verilmemesi karşısında ümitsizliğe düşer; oysa ya istediği aleyhinedir ya da ileride veya ahirette çok daha fazlası ve güzel şekliyle karşılanacaktır.

Öyleyse, Allah'ın (celle celâluhu) hakkımızdaki her hükmünde bilemediğimiz pek çok fayda ve hikmetler vardır. Allah (celle celâluhu), mutlaka kulunun faydasını esas alarak ona hikmetiyle muamele etme mecburiyetinde değildir; fakat nasıl o Hâlık'tır ve Alîm'dir, aynı şekilde Hakîm'dir de; hiçbir zaman abes iş yapmaz; ne var ki, biz çok zaman onun ef'âlindeki hikmetleri bilemeyebiliriz. O hâlde bize düşen, kadere razı ve Cenâb-ı Hakk'a teslim olmak ve O'na teveccüh etmek, "lütfun da hoş, kahrın da hoş" anlayış ve inancıyla, hakkımızdaki her takdirine boyun eğip, itirazda bulunmamaktır.
 

Lacivert24

Extra/Dini Konular
Admin
Katılım
20 Ocak 2013
Mesajlar
8,207
Beğeni
23,420
Puanları
113
Konum
Erzincan
Cevap: ''Hakikat çeşmesi''

Allah Bilinebilir mi, Tarif Edilebilir mi?

Allah hakkında, biz bize öğretilenden başkasını bilemeyiz. Akıl, bu sahada bir şey söyleyemez. Bu mevzuda aklın yapacağı şey, vahyin rehberliğini kabulden ibarettir. Bunu şöyle bir misalle anlaşılır hâle getirebiliriz:

Meselâ; bizler bir çatı altında oturuyoruz. Bir aralık kapının vurulduğunu duyduk. Evet, hakikaten kapı vurulu yordu. İçimizden bazıları, kapının vurulmasından anlaşılanı aşarak, bir kısım mütalâalarda bulunmaya başladılar: "Efendim kapıyı vuran şöyle bir zattır, böyle bir zattır." ilh... Biz, buna tasavvur diyoruz. Bir diğer grup ise, böyle bir meselede, aklın tasavvur etmeye mecâli yoktur. Akla düşen şey, kapının vu rulmasıyla arka tarafta birinin bulunduğunu tasdik; fakat kim olduğunu belirleme hususunu, kapıyı vurmak suretiyle ken dini bize tanıttırmak isteyen zata bırakmak olacaktır. Biz buna teakkul (akletme), anlama diyoruz.

Bu misali, mevzumuza şöylece tatbik edebiliriz: Biz Allah'ı (celle celâluhu) eserlerinden isimlerine, isimlerinden sıfatlarına, sıfatlarından tecellî-i Zât'a yükselerek tanımağa çalışırız.

Yani, eserlerinde tecellîden isimleriyle tecellî etmesine geçerek kâinatı dolaşır, sıfatların tecellî ufkuna ulaşır; gayptan şuhûda yükseliriz ve müşâhede zevkimiz arttıkça, tecellî-i Zât için sermest ve bîhûş çırpınıp dururuz. Gâh cemal ve şefkat esintileriyle inbisat eder ve neşeleniriz; gâh celâl, mehâbet ve korku içinde ra'şedâr olup ürpeririz.

Görülüyor ki; Zât-ı Bârî hakkında, bizim "mârufumuz" ve "malumumuz" ölçüsü içinde bir şey diyemiyoruz. O'nun, bilinmesini, kendine has lisan ve lehçesi içinde, şehadet ve gayp âleminin birleşme noktası olan vicdana bırakıyoruz. Evet, Allah isimleriyle malum, sıfatlarıyla muhât, zâtıyla mevcuttur; Hz. Sıddîk 'ın ifadesiyle: O'nu idrak , idrakten acz ifadesi içindedir. Veya en büyük Tarifçiye isnat edilen bir söz deki itirafla, "Seni hakkıyla bilemedik ey Mâruf."[1] ölçüsüyle bir Mâruf ve Malum'dur.

Kur'ân-ı Kerim 'in, O'nun ef'âli ve icraatına dair verdiği tariflerde ise, O'nu ef'âl ve sıfatlarıyla bir Mâbud-u Mutlak tanır; kemal sıfatlarla bilinebileceğine kalben yükselir, cemal de (sonsuz güzellik kaynağı) olan kemalini (mutlak eksiksizlik ve kusursuzluğunu) görürüz.

Öyle ise, ahd ü peymânımızı bir kere daha yenileyerek, şöyle diyebiliriz: Ey Mâbud-u Mutlak!... Seni hakkıyla bilemediğimiz muhakkak; ama bizlere şah damarlarından daha yakın olduğun ve normo âlemdeki bu yakınlığın içinde, bütün bir semavatı kitap sayfaları gibi açıp kapamadaki azametini, sineğin gözü ile güneş manzumesi arasında vaz'et tiğin şiirimsi âhengi, ruhumuza bir nurlu yol kabul yüz binlerce menzilde Sana ait eserlerle Zât'ını tecellîlerinle bütünleşiyor ve itminana eriyoruz.

Bîhûş - Sermest: Aklı başından gitmiş, kendinden geçmiş.
Gayb: Alâmet ve emare ile bilinme yen, his ve akıl ötesi âlem.
İnbisat: Açılma, ferahlama.
Mâbud-u Mutlak: İbadete lâyık tek ve yektâ Zât.
Ra'şedâr: Titreyen, ürperen.
Mehâbet: Heybet, ihtişam; saygıyla ka rışık çekinme, ürperme.
Muhât: Kavranan, ihata edilen.
Şehadet: Görünen âlem, duyu organları ile kavranılan varlıkların, gerçeklerin, hâdiselerin âlemi.
Şühûd: O'na ait emarelerin sezilip duyulduğu âlem.
Tecellî-i Zât: Hazreti Zât'ın hiçbir isim ve sıfatı mülâhazaya alınmaksızın, keyfiyet ve kemiyet olmaksızın Zâtî tecellîsi.
 
Üst Alt