Pazar ola... | Sayfa 2 | Define işaretleri ve anlamları

Pazar ola...

Lacivert24

Extra/Dini Konular
Admin
Katılım
20 Ocak 2013
Mesajlar
7,767
Beğeni
22,133
Puanları
113
Konum
Erzincan
Beckenbauer diye bir adam. Alman futbolunun yetmişli yıllardaki yakışıklı, başarılara doymayan, kazanmadık kupa bırakmamış futbolun profösörü bir adam...

Erken evlenmiş,üç çocuğu olmuştur. Oğlu Stefan'da başarılı bir futbolcudur, goller atmaktadır ancak babası kupalar kaldırmaktan stada gelip oğlunun maçını izleyememekte, onu alkışlayamamaktadır. Herkesin babası stat da olur ama Stefanın babası yoktur.

Futbolu bırakınca Beckenbauer Alman futbolunun başına geçer ve yüksek başarılarına devam eder. Dünya şampiyonlukları vs. hepsini kazanırlar.

Kırklı yaşlarını geçince Beckenbauer, o başarılı adam artık futboldan ayrılıp evine dönmeye karar verir. Stefan, babasının kokusunu ilk defa babası kırkiki yaşına geldiğinde hissedebilir. Artık çok mutludur Stefan.

Ailesiyle mutlu yaşamayı hayal eden Beckenbauer kısa bir zaman sonra oğlu Stefan'ın kanser olduğu haberiyle sarsılır

Amerika'dan Avrupa'ya bütün dostlarının sahiplenmesiyle oğlunu muayene ettirmediği doktor kalmaz.

En son Fransa'da bir hastane merdivenlerini çıkarken Stefan merdivenlerde biraz bitkin, merdivenlere yığılır.
Kendisini tutup kaldırmak isteyen babası Stefan'ın ağzından dökülen şu sözlerle sarsılır.

Stefan, babasına; "Baba,biliyor musun, senin kaldırdığın o kupaları biz hiç sevmedik. Sen maçları kazanıp kupa kaldıracağın zaman annem televizyonun açık olduğunu fark ederse televizyonu kapatırdı. Biz senin kupalarını hiç sevmedik baba" der.

Dünya futbolunun yıldızı, bir sözü iki edilmeyen koskoca Beckenbauer Fransa'da bir hastane merdiveninde oğlunun sözlerine hüngür, hüngür ağlamaktadır..

Aradan geçen üç ay zarfında oğlu Stafan'ı kaybeder Beckenbauer.

Bugünlerde kimselerle görüşmek istemez bu futbolun devi. Kendisiyle konuşma fırsatı bulanlara şunu söyler; "Kazandığım bütün kupalarımı alın, bana, Stefan'a sarılabileceğim iki dakika verin"
 

Lacivert24

Extra/Dini Konular
Admin
Katılım
20 Ocak 2013
Mesajlar
7,767
Beğeni
22,133
Puanları
113
Konum
Erzincan
Hızla ilerleyen teknoloji ile hayatımıza giren yeni terimlerden ve en popüler olanlarından biride kuşkusuz "Nano" kelimesidir. Fizikteki anlamı metrenin milyarda biridir. Matematiksel ölçü olarak 1 nanometre = 10^-9 metredir. Ölçü sisteminde, Mikro'dan küçük Piko'dan ise büyüktür. Bundan 20 belki 30 yıl öncesine kadar teknolojik araştırmalar, keşifler, icatlar mikron seviyesinde yapılabiliyordu. Yani metrenin milyonda biri. O zamanlar popüler teknoloji mikron boyutlarında yapılan üretim üzerine odaklanıyordu. Mikro-çipler hala bugün bile bilim ve ürün dünyasında önemli yere sahiptir. Günümüzde artık dahada küçüğü zorluyoruz. En küçüğe ulaşıp o boyutlarda kontrolü sağlamak çabasındayız insanlık olarak. Çünkü küçüldükçe daha kompak ve zarif cihazları, daha da güçlü donanımsal özelliklerde üretebiliryoruz. Yine küçüğe gitmenin özellikle bir kaç yüz atomun bir araya geldiği nano boyutlar inmenin ilginç özellikleri de ortaya çıkardığı bugün bilim dünyasının yaygın çalışmaları arasındadır. Yani malzemeler küçüldükçe büyük hallerinden farklı fiziksel ve kimyasal, hadi söyleyelim, Kuantum Fiziğinin etki alanına giren özellikler sergilemeye başlıyorlar. Buda işte ortaya çıkan akıllı telefonlar, hidrofobik (su sevmeyen) kumaşlar, nano partikül katkılı motor yağları vs. gibi büyük teknolojilerin çekirdeğini oluşturuyor. Tüm bu süreçlerin içerisinde "Nano" kelimesi şimdilik müdahale edebildiğimiz en küçüğü temsil ediyor durumdadır.

Peki bu durum sosyolojiye uyarlanabilir mi? Yani madem küçülmek veya küçüğü kontrol etmek bazı avantajlar veya dezavantajlar getiriyor. O zaman bu durum insanlık üzerinde bir anlam ifade edebilir mi? Bahsedilegelen toplum mühendisliği bu aşamada nerede duruyor?

Aslında Nano boyutlara inme çabası sadece teknolojide ortaya konulan bir süreç değil. Dünyada yaşanan olaylara ve gidişata bakıldığında teknolojideki bu küçülme eğiliminin teknolojisi ile birlikte insanlığa da yansıdığı görülebilir. Bu eğilim bilinçli veya bilinçsiz yapılabilir fakat "Toplumu en küçüğe götürme; Nano-Sosyalizm ve Nano-Milliyetçilik" ifadesine bildiğimiz kadarıyla ilk defa bu yazıda değinilmiştir.

Yaşanan gelişmelerden bir kupleyi şöyle bir kronoloji ile özetleyelim; yarı iletken teknolojisinde ki gelişmeler, çip kapasitelerinin artışı, bilgisayar sistemlerinin küçülmesi, akıllı cihazlar, yapay zeka ve ürünlerinden bir numune Sosyal Medya. Gelişmeler bir birini tetikleyerek bugünkü haline kadar geldi ve devam da ediyor.

Sosyal Medya kavramı insanlık tarihinde yeni bir çağ açtı. Artık insanlar dijital ortamlardan eski arkadaşlarını buluyor yenileri ile tanıştırıyor. Oyun oynuyor, fikirlerini paylaşıyor. Gittiği, gezdiği yerler hakkında bilgiler aktarıyor, yediklerinin resimlerini paylaşıyor. Artık yaşamlar klasik bir ifadeyle gözler önünde sergileniyor.

Asıl değinmek istediğim bir takım güçler, şirketler yada her-kimseler insanlığı Nano-boyutlara götürüyor. Biraz daha açacak olursak konuyu şöyle izah edebiliriz. Bir devleti örnek olarak alalım. Klasik bu devletin bir başkanı, vekilleri, yasası, kanunları olur. Medya başlığı altında büyük güçlü televizyon, radyo ve gazeteleri vardır. Devlet kurumları birbirlerine muhtaç ve aynı zamanda senkronize (bütünleşik) çalışırlar. Belirli topraklar parçalarını sahiplenmişlerdir ve egemenlik hakları iddia ederler. Finans bankaları, savaşacak orduları, asayiş için polisleri vardır. Bu ibareler hayli fazla yazılabilir. Gerek yok şimdilik yeter.

Peki yeni düzende işler nasıl gidiyor. İşte orası yeni bir devlet ve klasik olana hiç benzemiyor. Bir nevi Dijital Devlet. Tabi resmi olarak henüz böyle bir devlet yok. İhtiyaçta yok. Çünkü bu sistem en küçüğe yani insana hitap eden bir yapı teşkil ediyor. Her birey birer devlet gibi hareket edebiliyor. Dijital ortamda kendi kararlarını özgürce verebiliyor. Başkan kendisidir. Sanal ortamda ne isterse onu yapabiliyor. Yazılmış ve kesinleşmiş bir anayasa veya kanunları da yok. Herkesin kendi sosyal medyası var ve Twitter, Instagram veya Facebook'tan demeçler verebiliyor. Youtube'ta televizyon sahibi medya patronu. İstediği zaman istediği gibi basın açıklaması yapabiliyor. Pay-pal bankasına sahip. Kripto paralar kazanıyor ve hiç kimseye ihtiyaç duymuyor. Borsa da şirketleri, Forex'te petrolü var. Kendi sahasına girmiş, gözüne kestirdiği rakipleriyle, elindeki imkanları kullanarak kıyasıya savaşıyor. Artık dünyada ki bir toprak ve egemenlik onu pekte alakadar etmiyor. Çünkü onun kendi bayrağı dijital ortamda Pubg'de dikili. Bloglardan istediği yeri gezebiliyor. Netflix'te kendi yaptığı sinemayı izliyor.

Toplumlar, milletlere, milletler kabilelere, kabileler ailelere ve ailelerde bire indiriliyor. Yani küçüğe gitme eğilimi burada da son hız devam ediyor. Artık her birey kendi değerlerini inşaa ediyor. Bağlı olduğu veya olmak istediği bir değerler bütünü yok onlar için. Bu süreçte İmparatorluklar, ulus devletlere, oradan şehir devletlerine ve oradan da bireylerin kendi kendini yönettiği sisteme doğru gidiliyor. Komplo teorilerine girmeden şöyle bir öngörü yanlış olmaz. Yakın bir gelecekte artık devletler olmayacak. Yani bizim bildiğimiz manasıyla olmayacak. Bir değerleri olmayacak. İnsanlık için bir şey ifade etmeyecekler. Fazlalık görülecek bu kesim tarafından. Bireysel Yönetim Süreçleri kontrolü devr alacak. Hiç kimse bir yere aidiyet hissetmeyecek. Kısacası dünyalı olacak.

Asıl gelinmek istenen noktada burasıdır. Dünyalı vatandaşlar oluşturmak. Ortak dil konuşan, geçimlerini sanaldan sağlayan, kripto para zengini dünyalılar. Zaten yapay zekayla birlikte bütün işçi işlerini makineler yapacaklar. O zaman yönetilebilir ve belli amaçlara bilerek yada bilmeyerek odaklanmış ve hizmet eden müstakil birey devletçikleri olması kulağa pekte kötü gelmiyor(!)

Ama çok güzel kurgulanmış bu Truman Show dünyasında gözden kaçırılan asıl mesele küçüldükçe büyük resmin görülememesidir. Atomlar birleşerek nano yapıları oluşturur. Nano yapılar kümeler oluşturur ve böylece baya hacimce ve kütlece kayda değer bir genel yapı oluştururlar. Yani bireysel devletçikleşen bu insanlar aslında farkına varmadan büyük bir kütle (kitle) oluşturuyorlar. Dünyalılar! Hemde tek noktadan kontrol edilen dünyalılar.

Küçüldükçe, bireyselleştikçe, devlet ve millet değerlerimizden uzaklaştıkça önümüzde özgürlüğe giden bir yol açıldığını zannediyoruz. Oysa bilerek yada bilmeyerek büyüğün hizmetkarı oluyoruz.

Alıntıdır
 

Lacivert24

Extra/Dini Konular
Admin
Katılım
20 Ocak 2013
Mesajlar
7,767
Beğeni
22,133
Puanları
113
Konum
Erzincan
Kredi kartı ile yapılan taksitli alışverişlerde peşin fiyata göre bir miktar fazla ücret ödenmesi caiz midir?
Bir malı peşin olarak satmak caiz olduğu gibi, vadeli ya da taksitle satmak da caizdir. Peşin veya çeşitli vadelere göre taksitlendirilerek satışa sunulan bir malın, değişik alternatifleri gözden geçirdikten sonra bunların birini tercih edip, akdi onun üzerine kurmak suretiyle vadeli veya taksitli olarak satımında dinen bir sakınca yoktur.
Alışverişte önemli olan, pazarlığın bittiği sırada satış bedelinin belirlenip akdin bu bedel üzerinden kesinlik kazanmış olmasıdır (Serahsî, el-Mebsût, XIII, 8). Bu şartlara uymak kaydı ile veresiye alışveriş fiyatının peşine göre daha fazla olmasında bir sakınca yoktur. Ancak akit bittikten sonra banka ya da finans kuruluşları gibi üçüncü şahıslar tarafından zimmetteki peşin borcun vadeli olarak yeniden yapılandırılması faizli işlem sayılacağından caiz değildir.
 

Lacivert24

Extra/Dini Konular
Admin
Katılım
20 Ocak 2013
Mesajlar
7,767
Beğeni
22,133
Puanları
113
Konum
Erzincan
Diplomaya olması gerektiğinden fazla mı anlam yüklüyoruz ki?

"Çocuğumuz Etkinlik Yapmasa Ölecek Oyun Hamurundan Yaşamlar" cemiyetine girmek için, olması gerektiğinden fazla çabalıyor, olmaması gerektiği kadar boş yere mi geç kalmış hissediyoruz kendimizi?

İki puzzle parçasını bir araya getirmeye vakit bulamadık diye kötü aile miyiz gerçekten?

Hayır!..

Anlam ile sureti karıştırıyoruz sanki...

Çünkü;

Ahlaksız mühendislerin onay verdiği kaçak yapıların altında kaldık Marmara, Erzincan, Dinar, Van depreminde. “Sesimi duyan var mı?” diye atılan her çığlık onaylanmış, mühürlenmiş kaşeli molozlardan geri döndü bize.

Kimse kalmamıştı sesimizi duyacak…

Çünkü;

Organ mafyası diye bir sektörü canlı tutan ahlaksız doktorların varlığı değil mi? Ya uyuşturucu ile gençleri zehirleyenlerin en has adamları, o çok puanlı üniversitelerden mezun olmuş kimyagerler değil de kim?

Masum insanları ben değil pilotlar bombalıyor. Darbeyi bilmem kaç dil bilen askerler yaparken, toplum vicdanını yaralayan o ünlü kararları da çok eğitimli (!) hakimler veriyor.

Tek suçlu mesleklerini kötüye kullanan bu insanlar mı?

Kendi hayat başarısızlıklarını çocukları üzerinden çıkarmaya çalışan, çocuğu doktor olunca sevinen ama oto tamirci olunca yerin dibine giren, hayatta tek başarıyı iyi insan olmak olarak değil de iyi araba almak olarak gören ailelerin hiç mi suçu yok?

Rüşvet almayana enayi, adam kayırmayana nankör gözü ile biz bakmadık mi? Cebine giren para kadar adamsın, bindiğin araba kadar itibarın var, oturduğun semt kadar gözdesin günümüzde.

İçki ve sigaranın sansürlendiği ama cinayetin tüm ayrıntıları ile gösterildiği, insanın magandalık yapmasının aylak gezmesinden daha önemli olduğunun işlendiği, okul çağındaki liselilerin sıra ile birbirini aldattığı olayların yaz aylarının raiting rekortmenleri olduğu diziler konusunda bir adım atmayan yetkilileri de geçtim de; raiting rekortmeni yapan bizler az mı suçluyuz?

Eğitimin yüksek not ortalamaları ile ilgili olmadığını yüksek ahlak ortalaması ile alakalı olduğuna önce inanmamız lazım. Sonra kendi elimiz ile büyüttüğümüz canavarların ilk bizi sonra toplumu yutacağını tekrar tekrar hatırlamak belki çare olur bilemiyorum.

Ezgi Akgül
 

Lacivert24

Extra/Dini Konular
Admin
Katılım
20 Ocak 2013
Mesajlar
7,767
Beğeni
22,133
Puanları
113
Konum
Erzincan
Bizler Allah'ın (cc) kitabına, Rasulü'nün (sav) sünnetine inanan ve şeksiz, şüphesiz İslam'ı bir bütün olarak kabul eden insanlarız Elhamdülillah. Peygamber efendimiz (sav) zamanında bazı hâdiselerin yaşandığı andaki şartları bilmediğimiz için anlamlandırmakta zorlandığımız kısımlar olmakla beraber sonuç olarak vardığımız nokta; Rabbimiz ne emrettiyse amenna, Peygamberimiz ne buyurduysa, ne uyguladıysa mutlaka vardır bir hikmeti... Nitekim asırlardır bilim adamlarının araştırmalar sonucu ortaya çıkardığı bilimsel ve psikolojik sonuçlar Peygamberimizin sünnetinde varolan şeyler. Olayların hikmeti kısmına gelmek istiyorum. Lise dönemlerimde iken meslek dersleri hocalarımızdan Peygamber efendimizin şaka yapma adabını dinlerken,“Şakadan bile olsa, yalan söylemeyen kimseye cennetin ortasında bir köşk verileceğine kefilim. Ahlakını güzelleştiren kişiye de cennetin en üstünde bir köşk verileceğine kefîlim.” hadisini ve efendimize ait şaka örneklerini duyduğumda , içten içe, ama içinde kandırmaca olmadan şaka nasıl eğlenceli olacak, nasıl olsa sonunda doğruyu söyleyeceğiz gibi düşüncelere kapılırdım, suçluluk hissiyle beraber...O zamanlar inanmakla ve bir hikmetinin mutlaka olduğunu düşünmekle yetinir, yine bildiğimi okurdum. Yıllar geçti. Geçen yıllar yaşadığım hâdiseler ise hadislerin hikmetini bir bir yaşatarak önüme serdi. En son varılacak yer olan toprağın, insana aşkı gibi, ahir zamanın bütün mâlâyâniliklerine, boş heva ve heveslerinin peşinden koşarken aldığı hallere rağmen insan, Rabbinin kendine layık gördüğü saygıya ve asalete aşık, ruhu ısrarla saygı görmeyi istiyor. Yalnız kalmamak, toplumdan soyutlanmamak, cici arkadaş, cici komşu, güya vefalı bir eş-dost, akraba olmak adına yapılan bütün hamleler bir yerden sonra mide bulandırıyor. Kendine yapılan bir haksızlığa karşı, aynıyla karşılık vermeyi düşündüğü anda yolun sonu, "boş ver sen Allah için sabretmeye devam et" telkinleri ile son buluyor. Ne lakaytlıkların sahibi ne de muhatabı olmak istiyor insan... Çünkü Allah'ın kendine verdiği İzzet, reddediyor bunu.
Netice olarak onurumu inciten, beni mahcup eden kelimeler ard arda sıralanıp ruhumu yaraladığında, güya şakanın sahibi;
-"Aaa ben sana şaka yapmıştım, sen gerçek mi sanmıştın" diye devam eden cümleler kurduğunda,
-"Yaaa deliii!Şaka mıydı sahiden, ben de gerçek anlamıştım, şakaysa tamam o zaman" diyemiyorum. Paramparça oluyorum, geçmişimi canımı yakanların önüne değilde, kendi önüme defalarca ısıtıp ısıtıp koyuyorum... Ve anlıyorum ki " Şakadan da olsa yalan söylenmez" ve anlıyorum ki bize lazım olan görünürde kahkalarla karşılık verdiğimiz ama ruhumuzu yerle bir eden şakalar değil, tıpkı sünnette olduğu gibi, yüzümüzü tebessüm ettiren nükteler... Ve anlıyorum ki ayağına diken battığında bütün vücudu sızlayan Müslümanın, açlıktan ve savaştan şehadete eren din kardeşlerinden daha öncelikli bir derdi olamaz... Ve anlıyorum ki daha ciddi şeyler konuşmalıyız...
Sarı Sonbahar
 

Lacivert24

Extra/Dini Konular
Admin
Katılım
20 Ocak 2013
Mesajlar
7,767
Beğeni
22,133
Puanları
113
Konum
Erzincan

Hemen Hemen Bütün Avrupa Ülkelerinin Atası Olan Saldırgan Kavim: Cermenler​


MÖ 3. yüzyıldan 9. yüzyıla kadar yaşayan ve günümüzdeki çoğu büyük Avrupa ırkının atası olan cermenleri öğrenelim.
Hemen Hemen Bütün Avrupa Ülkelerinin Atası Olan Saldırgan Kavim: Cermenler
Resim: Varusschlacht, 1909. Ressam: Otto Albert Koch (1866–1920)


"cermen", kimler için denir?​

cermen terimi şu anki alman ırkından daha ziyade m.ö. 2. yy'da iskandinavya'dan kıta avrupasına ve hatta bugünkü ingiltere'ye yayılan romalıların barbar diye nitelendirdiği ilkel kavimleri nitelemek için kullanılır.
kavimler göçünün son dalgası olarak bütün avrupa'ya yayılan bu cermen kavimleri bugün avrupa'da yaşayan insanların yerleşik kavimlerle birleşerek atalarını oluşturdular.

bu kavimlerden bazıları​

gotlar
alamanni
batavii
lombardlar
angles yada angllar
saksonlar
burgundian
vandallar
jutlar
bavarii
vikingler
bu kavimlerin her biri şu anki bir avrupa ülkesinin insanlarının kökenini oluşturur. eğer avrupa tarihini öğrenmek istiyorsanız cermen kavimlerinin göçlerini ve gittikleri ülkeleri nasıl domine ettiklerini iyi öğrenmeniz gerekir.
fransızlar -> cermen asıllı ile kökenli ların birleşmesi ile oluşmuştur. 'da iskandinav kökenli lar da vardır.
ingilizler -> cermen asıllı yada , yine cermen ve gerçek ada kavmi kökenlidir. ayrıca i.s. 10.yy 'da istilasına uğradıklarından iskandinav kökenleri de vardır.
danimarkalılar -> yani eski . cermen asıllı kökenlidirler.
hollandalılar -> eski . cermen asıllı kavminin ardıllarıdır.
italyanlar -> italyanlar en az bizler ve yunanlılar kadar karışmış bir millettir. bir yada iki atalarından söz edilemez. buna rağmen da yaşayan insanlar cermen asıllı kökenlidir.
avusturya -> cermen kökenli kavminin ardıllarıdır.
iskandinav ırkı -> kökenlidirler. diğer cermen kavimleri gibi avrupaya göçmemiş, yurtlarında kalmışlardır.
diğer bütün avrupalıların ucu bir şekilde bu cermen kavimlerine dokunur.
cermen kavimlerinin göçü sonucunda uygarlığın akışı değişmiştir. cermen kavimlerinin göçü ve dahi, aslında cermen kavimleri olmasaydı uygarlık çok daha farklı noktalarda olacaktı. bugün yaşadığımız dünyada sorunlu bölgelerin istisnasız hepsinde tarihin bir vaktinde cermen kavimlerinin veya ardıllarının yaptıkları yıkımlar veya politikaların sonucunda söz konusu sorunlar oluşmuştur.
yine tarihte başka hiç bir ırk, cermen kavimleri kadar diğer milletlere saldırgan olmamıştır.
lerden, lılara, lerden, a, lılardan (yada kendilerin uydurduğu gibi lar yada ler), lulara, dan, lere, lerden, lara, lilerden, lilere, lılara, lilere ve a kadar, sayılmayacak kadar çok ırktan milyonlarca insanın yok olmasına bazılarının dünya üzerinden silinmesine sebep olmuşlardır. dünya üzerinden silemedikleri ırkları ellerinden geldiği kadar sömürmüş onların gelişimine engel olmuşlardır.
OWctAIS7OlkbHQUg-636583552598565788.jpg
2. yüzyılın başlarında Cermen halklarının dağılımı.


"nec arare terram aut exspectare annum tam facile persuaseris quam vocare hostem et vulnera mereri. pigrum quin immo et iners videtur sudore adquirere quod possis sanguine parare."
"onlara tarlaları sürüp, bir yıl bekleyip mahsül almaktansa, düşmana saldırarak alınan yara ile övünmek daha uygun gelir. gerçekten başka birinin kanını dökerek kazanılabilecek bir şeyi çalışarak, alın teriyle elde etmeyi sıkıcı ve aptalca sayarlar."

ünlü tarihçi , leri anlatan, m.s. 98'de yazdığı isimli eserinde cermenleri böyle tarif ediyordu.
bu eser yazıldıktan yaklaşık 18 yüzyıl sonra cermen kavimlerinin ardıllarından biri, kurdukları sömürge imparatorluğu üzerinde güneş batmaması ile övünecekti.
(bkz: )
 

Lacivert24

Extra/Dini Konular
Admin
Katılım
20 Ocak 2013
Mesajlar
7,767
Beğeni
22,133
Puanları
113
Konum
Erzincan
Adam, bulduğu bir azı dişin 50 bin yıl önce yaşamış bir insana ait olduğunu keşfediyor. Merak edip DNA kodları yardımı ile yüzünün neye benzediğini ortaya çıkarıyor.

Sen ne yapıyorsun?

İtalyan mafyasının çaycısı kılığında Tik Tok çekip, aleme şarkılar eşliğinde ayar veriyorsun.

Adam, damarların içinden kablo geçirerek insan beynini Windows 10 işletim sistemli bilgisayara bağlamayı başarıyor.

Sen?

Aynı bilgisayar ile akşama kadar kim ne yemiş, ne giymiş, kim kiminle birlikte olmuş onu kovalıyorsun.

Adam, bir kara deliğin yakından neye benzediğini merak ediyor ve çabalayıp fotoğrafını çekmeyi başarıyor.

Peki sen?

Daha gözündeki çapağı yıkamayı beklemeden, kargalar ilk kahvaltısını etmeden önüne çıkan ilk kadına “Selam tanışalım mı?” yazıyorsun.

Adam, bir mantar türünün bir beyine ihtiyacı olmadan hafızası olduğunu keşfedip bunu Alzheimer tedavisi için kullanabileceği yolları arıyor.

Ya sen?

Akşama kadar bir beyine sahip olup olmadığını düşündürtecek kadar makyaj videoları izleyip, “çantanda neler var göster n’ooluuur Ece ablaaağ” diye yorum yazıp, üstelik erinmiyorsun.

Yoo, kınamıyorum.

Kızmıyorum da…

Du bakim acıyor muyum, yoo acımamışım da..

Anlamaya çalışıyorum sadece, neden?

İnternet ile buluşunca basit bir bileklik akıllı oluyor, sade bir ev internet devreye girince akıllı ev oluyor, çok sıradan bir saate internet entegre edince akıllı saat oluyor da; bazı (!) insanlar internet ile buluşturunca neden böyle geri zekâlı oluyor anlamıyorum.

Neden yapıyorsunuz bunu kendinize?

Bu kadar mı sevmiyorsunuz kendinizi, aldığınız nefesler bu kadar mı kıymetsiz? Hiç mi değeri yok aynada gördüğünüz yüzün? Can ile patlıcan arasındaki o ince çizgide siz hep mi patlıcan olmak istiyorsunuz?

Gerçekten anlamıyorum…

Ezgi Akgül
 

Lacivert24

Extra/Dini Konular
Admin
Katılım
20 Ocak 2013
Mesajlar
7,767
Beğeni
22,133
Puanları
113
Konum
Erzincan

Eşimin eşcinsel eğilimleri var, neler tavsiye edersiniz​


Cevap
Değerli kardeşimiz,
Öncelikle böyle bir teşhisi neye göre koyduğunuzu bilemiyoruz. Çünkü kişi kendisi itiraf etmediği sürece, böyle bir yargıya varmak sanıldığı gibi kolay değildir. Buna rağmen kişiler, kolayca bir diğerini damgalayabiliyorlar. Örneğin bazen toplumda kabul edilen tipik erkeksi davranışlara uymayan hâl ve hareket sahipleri eşcinsel olarak tanımlanıyor. Oysaki, farklı farklı mizaç ve karakterde yaratılan insanların, tek kalıptan çıkmış gibi aynı şekilde davranması mümkün değildir. İdeal erkek davranışları olarak tanımlanan davranışların, sıfırdan yüze kadar derecesi var. Eşiniz de bu skalada orta bir yerde bulunmuş olabilir. Bu onu eşcinsel yapmaz.
Aynı şekilde eşcinsel porno filimler seyredenler de öyle algılanabilir. Oysaki bu da tek başına bir kişiyi eşcinsel yapmaz. Çünkü aile ve evlilik hayatını ve de kişinin mahrem yaşantısına çok büyük zarar veren porno filimler, tıpkı uyuşturucu gibi kişiyi bağımlı hale getirir. Yine tıpkı uyuşturucu maddelerde olduğu gibi, porno filim izleyenler de en sıradan filmlerle başlar, zamanla bu yetmez ve aşama aşama eşcinsel filimler izleme gibi uç noktaya kadar işi ilerletirler.
Şayet eşinizin böyle biri olduğundan emin iseniz, size şunları tavsiye edebiliriz:
Bu çerçevede yapacağınız ilk şey, böyle bir konuyu görmezlikten gelmek yerine, kendisiyle suçlamadan, aşağılamadan sakince açık açık konuşmanızdır. Kaygılarınızı, şüphelerinizi ve kanaatinizi delilleriyle birlikte kendisine anlatıp cevap beklemenizdir. Kendisinin de bunu kabul etmesi durumunda, birlikte üstesinden gelmeniz daha kolay olacaktır.
Bu arada eşinizin bu durumunun sizden kaynaklandığını düşünüp kendinizi suçlamayın. Çünkü böyle bir cinsel sapmanın sizin fiziğinizle, kadınlığınızla, duygu ve davranışlarınızla değil, kişinin iç dünyası ve cinsel duygularıyla alakalı olduğuna inanın.
Daha da önemlisi; eşcinsel duygular taşıyanların, bunu eyleme vurmadıkları sürece, masum olduklarına inanıp eşinizi dışlamak yerine daha çok sahip çıkmalısınız. Çünkü böyle bir cinsel sapmanın nedeni, öyle zannedildiği gibi, sadece şehvet düşkünlüğü veya sapıklıktan kaynaklanmadığı, kişinin çocukluk dönemi yaşantılarından, travmalarından kaynaklandığı biliniyor. Burada önemli olan, bunun bir hastalık olduğunu, travma sonucu oluştuğunu, normal olmadığını, kişinin imtihanı olduğunu, eyleme vurduğunda dünya ve ahiret hayatını yakacağını kabul edip gerekli tedbirleri almasıdır.
- Öncelikle şunu bilmeniz gerekir ki, bu duyguya sahip kişilerin bütün bütün kurtulması çok kolay değil. Bu da onların imtihanıdır. Ancak bazı tedbirler dahilinde kendisini zorlamadan hayatına normal devam etmesi mümkündür. Bunun için kısa sürede kesin çözümler beklemeyin, sabırlı olun.
- Eşinize, eşcinsel duygular taşımasının onun doğasının bir parçası olmadığı, daha sonradan kazandığı, her ne kadar hemcinsine cinsel ilgi duyuyorsa da bu duygunun aslında cinsellikten kaynaklanmadığı anlatılmalıdır. Çünkü böyle erkekler, çocuklukta babalarından alamadıkları şefkati, sevgiyi başka erkekleri erotize ederek onlardan almak isteyebilir. Burada arzulanan aslından cinsellik değil de baba şefkati olabilir.
- Bu illetin en tesirli çaresi,
kuvvetli bir imana, Allah korkusuna sahip olmak ve ibadet zırhına bürünmektir. Bunun için bir taraftan iman hakikatleri okunup içselleştirilirken, diğer taraftan da takvayı esas tutup ibadetlere ağırlık vermek, kişiyi cinsi sapmalara karşı koruyacaktır.
- Bir diğer çare ise, huzurlu ve mutlu bir evlilik hayatıdır. Eşler ne kadar birbirlerine yakın olurlarsa, ne kadar çok duygu ve düşüncelerini paylaşırlarsa o kadar sapkın duygulardan uzaklaşabilirler. Eşiyle arasına mesafe koyan, duygusal kopukluk yaşayan, çeşitli konuları bahane edip eşiyle sürekli tartışan kişi, eşini bir başka duygu ve eyleme iter. Diğer eş, duygusal boşluğunu bazen maneviyatla doldurur, daha çok dine ve dini hizmetlere sarılır, bazen de maalesef sefahate ve fani zevklere yönelir. Bunun için başta mahrem hayatı canlı tutma olmak üzere, eşe evde huzurlu ve güvenli bir atmosfer sağlanmalıdır
- Kişinin bu sapkın duygulardan kurtulması için, kendisine bunları hatırlatan veya çağrıştıran şeylerden uzak durması gerekir. Bu çerçevede özellikle sosyal medyayı hemen kapatması, Whatsap dahil hiçbirini kullanmaması gerekir. Hatta telefonunda, kendisine bu duyguları hatırlatan kişilerin ismini de silmesi en doğrusudur. Çünkü sosyal medya, kişinin normalde kontrol altına alabilecek duygularını, daha da tahrik ederek bağımlı hale getirebilmekte, dolayısıyla kontrolsüz taşkın duygular haline sokabilmektedir.
- Arkadaş çevresi de çok önemlidir, değişmesi gerekir. Eşinizin de muhtemelen böyle düşünen veya en azından ona bu duyguları yaşatan sınırlı da bir arkadaş çevresi vardır. Arkadaşları böyle olmasa da sadece haz üzerine konuşan, haz peşinde koşan, mahrem konuları konuşmaktan çekinmeyen bir arkadaş çevresi de eşinizi bu girdaba daha çok çeker.
Sorun çözülmezse, dindar ve uzman bir psikoloğa veya bir ruh uzmanına beraber gitmenizde fayda var.
Selam ve dua ile...
 

Lacivert24

Extra/Dini Konular
Admin
Katılım
20 Ocak 2013
Mesajlar
7,767
Beğeni
22,133
Puanları
113
Konum
Erzincan
Kazak almak için bir mağazaya girmiştim sanırım geçen yıl kış aylarının başıydı. Ben bakarken yanıma bir kadın geldi o da bakmaya başladı kazaklara. Onun arkasından da bir adam geldi kadını beklemeye başladı. Kadın döndü "şunu mu deneyim şunu mu" diye sordu. Adam hayatımda duyduğum en iğrenç kahkahayı patlatıp "ne fark eder ki?" dedi.

Kadın ile göz göze geldik o an.

Kızardı, gözleri doldu, elindekileri bırakıp oradan gitti. Peşinden gidip sarılmak istedim kadına, "üzülme ne olur çok güzelsin" diye teselli etmek istedim.

Olmadı...

Erkek akrabam anlatmıştı yine buna benzer bir durumu.Eşinin kendisini devamlı başka adamlar ile kıyasladığını, dizilerde gördüğü adamları örnek gösterip "bak şunlar gibi ol" dediğini, en ufak hatasında onu beceriksiz, işe yaramaz ve kötü baba olmak ile suçladığını ve bunun kendisini çok yorduğunu söylemişti.

Evliliklerin bitme sebeplerinin temel nedenlerine baktığım zaman hep "beklenti" eşiğinin fazla tutulmasından olduğunu görüyorum.

İnsanlar artık "en iyisini" kendisinin hak ettiğini düşündükleri için evin içinde de en iyisi (!) dolaşsın istiyorlar.

Ama koridorda Adriana Lima ile karşılaşmak isteyen adamların Fred Çakmaktaş'tan hallice olmaları ayrı ironi, Vehbi Koç gibi başarılı adam bekleyen kadınların da en büyük başarısının, biten şampuana su koymayı akıl etmesi ayrı ironi.

Bir çocuğun çizdiği resime "bu ne kadar kötü resim, hiç o dağlar kırmızı olur mu, kalem öyle mi tutulur, hem sen neyi becerebiliyorsun ki zaten" dediğiniz zaman mı yoksa, "dağların kırmızı olabileceği hiç aklıma gelmemişti ne güzel hayal gücün var, kalemi şöyle tutsan sanki daha güzel şeyler ortaya çıkacak" diye motive etmek mi onun başarısına katkı sağlar?

Biz genelde birinciyi seçiyoruz. Karısının fazla kilosundan şikayetçi olan "hayvan gibi oldun" diyerek ona kilo verdireceğini zannediyor. Ya da kocasının sorumsuz olmasından şikayetçi olan kadın "bi işi de düzgün yap" dediği zaman adama o gün bir aydınlanma geleceğini falan düşünüyor.

Okullarda yabancı dil dersinin yanına gönül dilini de eklemek lazım belkide. Çünkü en yabancısı olduğumuz konu artık gönül almak oldu.

Ezgi Akgül
 
Üst