Dilsiz dudaksız sözler söyleyeceğim sana... Bir şeyler anlatacağım
Bütün kulaklardan gizli, herkesin ortasında konuşacağım ama, senden başka duyan olmayacak söylediklerimi! (Şeyh Şems-i Tebrîzi)
Şeyhim!
Gassâlın elindeki bu ölü neler söyler? Diz kapaklarım çoktan kurudu sana körce yürümekten! Eğer kendimden kaçışın ismi ölüm değil de aşksa, dur denir mi giden yolcuya? Sabaha duran melekler gücenmez mi? Göğe çakılmış bir yıldız gibi duran o son bakış gücenmez mi? Dut ağacının kirli ışığı altında öten bu horoz Güneşe inat kararan bulutlar gücenmez mi? Sen kalırsan biz ölürüz âlemde demez mi?
Şeyhim!
Gölgem ellerinde! Yuğ beni! Bütün ömrümce arzum bu yağmuru kucaklamaktı! Zifiri bir bataklığın içinde çırpınan bu beden, bilemezsin nasıl da gökkuşağının ellerinden tutunmak istemekte!
Şeyhim!
İnsan hangi tarihten beri ağlıyor bu yeryüzünde? Ki, her kabrin üzerinde başka bir hikâye ile inliyor yediverenler, duyuyorum Belh Çarşılarında dinlerken besteni, sadece bir harf aradım Mezopotamya'daki kitabelerde! Şimdi yağmur suyu ile dolu bu kabirde yapayalnız ve kimsesiz, güneşin ve ateşin geçmişini özleyen tenimle yeniden dirilmektir dileyim!
Şeyhim!
Yüreğinde yağmurun ve aşkın ritmi olan Hilâfet bulutları çoktan sürgün edildiler yurtlarından uzaklara! Kurak yüreklerin yürüyecekleri o güneş ülkesi şimdi yaban baldıranların engerek şafaklarında tutsak kaldı!
Şeyhim!
Balkan ülkelerinden savrulan yapraklar ve prangalara vurulmuş bir Niyâzinin âhını aldım ben! Şimdi evcil ülkelerim var Ortadoğuda! İnsanca bir ölüm istiyor halifesiz ve yetim ülkelerimin mazlum halkaları! Kan gölünün içinden çıkmazsa hayat, bu zulüm çağından hangi âhiret sabahına huzurla varılacak?
Şeyhim!
Çok sözün var biliyorum!
Şam, Filistin, Mısır, Lübnan, Kırım, Doğu Türkistan topraklarında her an giyotin elinden çıkan bedenleri öperek kucaklayan ölüm meleğine de selâm olsun! İsmi olmayan bu hayatın kollarında ve bir sükûnet vahşetinin ortasında nasıl yaşıyorum sormasın bana!
Şeyhim!
Her kalbin toprakla kucaklaştığı o gün, daha çürümeden vereceği bir hesabı vardır elbet! Yaşarken gözlerimde çürüyen şafaklar Fas, Tunus, Cezayir ve kollarımın saramadığı bütün bir zulüm coğrafyası üzerinde ihanetin göğsümü daralttığı bu kafes ve inleyerek alıp verdiğim her nefes yok olmasın toprağın kimyasında! Ve daha ne ölü gemiler taşıdım toprağın eczasına! Şimdi dirilirsem ve bu ölüm oyununu bozarsam bütün insanlığın kalbi bir anda susar!
Şeyhim!
Mezarımı koklayabilir Kafkanın böcekleri dirilmek için yeniden! Artık gövdeme oturt binlerce kez vurulan başımı! Yoruldum bir ömür koltuğumda taşımaktan! O büyük gün duyulacak duyulmayan sesim biliyorum! Rabbim dinledikten sonra kim duymaz olur?
Şeyhim!
Ölüm gelir, dil susar, menekşe solar saksıda! Ölümsüz bir rengi kuşanır sabah! Bir kalp çırpıntısı Gök, kar ve ateş aynı anda büzülür! Sevdanın ve aşkın olmadığı o son durağa gelecekse değişmeli bu gemiyi kıyıya varmadan!
Şeyhim!
Bir dut ağacının altında bekleyen bu tabut benim!
Bu ölü benim ölüm!
Bu ölü benim ölüm!
Kör bir heykelin bu ruhsuz hâline değmeli değil mi artık mübarek ellerin?
Şeyhim!
Dilsiz, dudaksız, sessiz, sözsüz ve isimsiz çağır beni!
Hazırım!..
Saliha MALHUN
Şeyhim!
Gassâlın elindeki bu ölü neler söyler? Diz kapaklarım çoktan kurudu sana körce yürümekten! Eğer kendimden kaçışın ismi ölüm değil de aşksa, dur denir mi giden yolcuya? Sabaha duran melekler gücenmez mi? Göğe çakılmış bir yıldız gibi duran o son bakış gücenmez mi? Dut ağacının kirli ışığı altında öten bu horoz Güneşe inat kararan bulutlar gücenmez mi? Sen kalırsan biz ölürüz âlemde demez mi?
Şeyhim!
Gölgem ellerinde! Yuğ beni! Bütün ömrümce arzum bu yağmuru kucaklamaktı! Zifiri bir bataklığın içinde çırpınan bu beden, bilemezsin nasıl da gökkuşağının ellerinden tutunmak istemekte!
Şeyhim!
İnsan hangi tarihten beri ağlıyor bu yeryüzünde? Ki, her kabrin üzerinde başka bir hikâye ile inliyor yediverenler, duyuyorum Belh Çarşılarında dinlerken besteni, sadece bir harf aradım Mezopotamya'daki kitabelerde! Şimdi yağmur suyu ile dolu bu kabirde yapayalnız ve kimsesiz, güneşin ve ateşin geçmişini özleyen tenimle yeniden dirilmektir dileyim!
Şeyhim!
Yüreğinde yağmurun ve aşkın ritmi olan Hilâfet bulutları çoktan sürgün edildiler yurtlarından uzaklara! Kurak yüreklerin yürüyecekleri o güneş ülkesi şimdi yaban baldıranların engerek şafaklarında tutsak kaldı!
Şeyhim!
Balkan ülkelerinden savrulan yapraklar ve prangalara vurulmuş bir Niyâzinin âhını aldım ben! Şimdi evcil ülkelerim var Ortadoğuda! İnsanca bir ölüm istiyor halifesiz ve yetim ülkelerimin mazlum halkaları! Kan gölünün içinden çıkmazsa hayat, bu zulüm çağından hangi âhiret sabahına huzurla varılacak?
Şeyhim!
Çok sözün var biliyorum!
Şam, Filistin, Mısır, Lübnan, Kırım, Doğu Türkistan topraklarında her an giyotin elinden çıkan bedenleri öperek kucaklayan ölüm meleğine de selâm olsun! İsmi olmayan bu hayatın kollarında ve bir sükûnet vahşetinin ortasında nasıl yaşıyorum sormasın bana!
Şeyhim!
Her kalbin toprakla kucaklaştığı o gün, daha çürümeden vereceği bir hesabı vardır elbet! Yaşarken gözlerimde çürüyen şafaklar Fas, Tunus, Cezayir ve kollarımın saramadığı bütün bir zulüm coğrafyası üzerinde ihanetin göğsümü daralttığı bu kafes ve inleyerek alıp verdiğim her nefes yok olmasın toprağın kimyasında! Ve daha ne ölü gemiler taşıdım toprağın eczasına! Şimdi dirilirsem ve bu ölüm oyununu bozarsam bütün insanlığın kalbi bir anda susar!
Şeyhim!
Mezarımı koklayabilir Kafkanın böcekleri dirilmek için yeniden! Artık gövdeme oturt binlerce kez vurulan başımı! Yoruldum bir ömür koltuğumda taşımaktan! O büyük gün duyulacak duyulmayan sesim biliyorum! Rabbim dinledikten sonra kim duymaz olur?
Şeyhim!
Ölüm gelir, dil susar, menekşe solar saksıda! Ölümsüz bir rengi kuşanır sabah! Bir kalp çırpıntısı Gök, kar ve ateş aynı anda büzülür! Sevdanın ve aşkın olmadığı o son durağa gelecekse değişmeli bu gemiyi kıyıya varmadan!
Şeyhim!
Bir dut ağacının altında bekleyen bu tabut benim!
Bu ölü benim ölüm!
Bu ölü benim ölüm!
Kör bir heykelin bu ruhsuz hâline değmeli değil mi artık mübarek ellerin?
Şeyhim!
Dilsiz, dudaksız, sessiz, sözsüz ve isimsiz çağır beni!
Hazırım!..
Saliha MALHUN