Eskiçağda Ölü Kültü ve Ölü Gömme Adetleri

cantar

Vip Üye
Katılım
27 Ağustos 2012
Mesajlar
8,795
Beğeni
11,115
Puanları
113
Cevap: Eskiçağda Ölü Kültü ve Ölü Gömme Adetleri

ÇANAK ÇÖMLEĞİN OLMADIĞI ZAMANLARDA....

Neolitik Çağ uzun yıllar basit tarımcı köy topluluklarının yaşadığı bir dönem olarak yorumlansa da, yakın bir zamanda göründüğünden de karmaşık ve dinamik bir süreç olarak tanımlanmaya başlanmıştır.

Bu dönemde Yakındoğu’daki bazı göçebe avcı-toplayıcıların neden yerleşik topluluklara dönüştükleri, bu dönüşümü gerçekleştiren halkların düşünsel, dinsel, hiyerarşik ve ideolojik oluşum ve gelişimleri kısaca sosyal yapılarının hangi temel dinamiklere bağlı olarak nasıl şekillendiği büyük merak konusudur.

Bu sorunlar, bu makalenin inceleyeceği ana temaları oluşturur.Konuyla ilgili yerleşmelerden Çayönü, Hallan Çemi, Nevali Çori ve Göbeklitepe’deki arkeolojik kanıtlara göre Neolitik Çağın en başından beri açık bir biçimde sivil ve kült amaçlı kamusal yapılar ayrımı gözlenir.

Hatta Göbeklitepe’nin yalnızca bir kült merkezi olarak tasarlandığı anlaşılır. Anıtsal ve sembolik bir dinsel mimarinin yanı sıra, bu kült yapılarında ele geçen aynı nitelikteki heykeltıraşlık eserleri ve prestij eşyaları, şimdilik arkaik formlarını bilemediğimiz son derece incelikli, anıtsal ve sofistike bir dinsel sanat anlayışını gözler önüne serer.

Ayrıca bu yapıların ve eserlerin kullanımıyla ilgili bazı değişik uygulamalar da komplike seramonik gelenekleri ortaya koyarlar.Söz konusu arkeolojik bulguların analiz edilmesi sonucunda, Çanak Çömleksiz Neolitik Çağda toplumsal yapıyı şekillendiren ana unsurun, katı ve karmaşık bir inanç sistemi olduğu anlaşılmaktadır.

Bu sistemin oluşumunda kült merkezleri ve yapıları, ayrıcalıklı grupların oluşturduğu bir toplum yapısı ve bu merkezler ve ruhban sınıfın
etrafında şekillenen bir “tapınak ekonomisi”nin rol oynadığı görülür.

Yakındoğu’da çekirdek bölge olarak nitelendirilen Verimli Hilal bölgesinde, Neolitik Çağın tipik yaşam biçimi olan yerleşik yaşama geçiş, hayvan ve bitkilerin evcilleştirilmesi ve sonrasında bu yaşam biçiminin gelişmesi, yayılması ve çöküşü de, dönemin kurumsal bir niteliğe dönüşmüş inanç sistemi ile ilişkilendirilir.

İnsanlık tarihindeki önemli dönüşümlerin öncüllerinin Güneydoğu Anadolu Bölgesini de içine alan Verimli Hilal bölgesinde günümüzden 13-14 bin yıl öncesinden başlayarak var olduğu anlaşılır.

Bu gelişmelerin birçoğu sonraki dönemlerde bölgedeki kentleşmeye yol açan sosyal bir alt yapı ya da dinamikler olarak düşünülebilir. Bununla birlikte Çanak Çömleksiz Neolitik Çağın sosyal yapısı için, kentleşme dönemindeki gibi uzmanlaşmış ve sınıf farklılıkları derinleşmiş, kompleks bir toplum düşünmek doğru olmaz.

Neolitik Çağ halkları “karmaşık”tan çok “karmaşıklaşma”ya başlayan, tam zamanlı bir uzmanlaşmanın olmadığı,ayrıcalıklı bir sınıf tarafından olasılıkla da bir ruhban sınıf tarafından yönetilse de henüz tam
anlamıyla örgütlenmiş bir yapıda olmayan bir toplum şeklinde tanımlanabilir.

Bu satırların yazarına göre, Kuzey Mezopotamya’daki bu elit kesimin ve bölgenin genlerine işlemiş bu baskıcı inanç sistemi ve yönetim anlayışının birdenbire ve tümüyle yok olması mümkün görünmemektedir.

Bu gruplar ve onların temsil ettiği anlayış, bu defa Güney Mezopotamya’daki Obeyd evresinde birer katalizör olarak tekrar ortaya çıkmış ve kentleşme süreci ile birlikte dinsel merkezlerin etrafında şekillenen tapınak ekonomisini yönlendirmiş olabilirler.

Daha da ötesi Güneydoğu Anadolu’da günümüzdeki katı aşiret sistemi yapısı bile aradan geçen binlerce yıla karşın, Neolitik Çağın başlarında ortaya çıkan bir sistemin uzantısı olabilir. Bu da bize bölgedeki
Neolitik Çağın bir “hediyesi / mirası” olsa gerektir.

Bugünkü arkeolojik kanıtlara göre, yaklaşık olarak M.Ö. 12000/11000 ile 6000/5000 yılları arasına tarihlendirilen Neolitik Çağın MÖ yaklasık 7000’lere kadar devam eden beş bin yıllık ilk evresi Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ (Akeramik Neolitik Çağ), insanlık tarihinde “devrim” niteliğinde gelişmeler gösteren en belirleyici süreçlerden biridir.

Bu dönemin Verimli Hilâl’in kuzey kısmını oluşturan Güneydoğu Anadolu’daki (Kuzey Mezopotamya) en tanınmış temsilcilerinden olan Çayönü Tepesi, Hallan Çemi ve Nevali Çori gibi merkezler ile Göbeklitepe, Urfa-Yeni Mahalle ve Körtik Tepe gibi halen
kazılmakta olan yerleşmeler, umulmayacak biçimde gelişkin ve sonraki
dönemlerin en tipik buluşlarının öncülleri sayılabilecek yeniliklerle dolu
arkeolojik kanıtlar sunmuşlar ve sunmaya devam ediyorlardır.

Yakın bir zamana kadar, basit tarımcı köy topluluklarının yaşadığı bir
dönem olarak yorumlansa da, göründüğünden de karmaşık ve dinamik bir süreç olduğu fark edilen Neolitik Çağ’da, Yakındoğu’daki bazı göçebe avcı-toplayıcı topluluklar neden yerleşik hayata geçmeye başlamışlardır?

Güneydoğu Anadolu’da, Proto-Neolitik Dönemde ve Neolitiğin erken safhalarında bu dönüşümü gerçekleştiren halkların düşünsel, dinsel, hiyerarşik ve ideolojik oluşum ve gelişimleri kısaca sosyal yapılarının hangi temel dinamiklere bağlı olarak nasıl şekillendiği gibi konular, dönem çalışmaları içinde üzerinde fazlaca durulmamış ve büyük merak uyandıran konulardır.

Bu çalışmanın ana temalarını oluşturacak bu tür sorunların değerlendirilmesinde bundan yaklaşık on-yirmi yıl öncesine kadar ekolojik ve materyalist bir bakış açısı etkili olacaktı. Ancak son arkeolojik bulgular ve yeni bakış açıları, insan kültüründe sembolik düşünce biçiminin ve kutsalla doğrudan ilişkili bir yaşam tarzının ne denli etkili olduğunu ortaya çıkarmış ve eski yorumların yeniden gözden geçirilmesine yol açmıştır.

İnsanı bir “religious animal” olarak nitelendiren James Mellaart’ın1 bu görüşünü desteklercesine, bu çalışmada ayrıntılı olarak inceleyeceğimiz Göbeklitepe’nin kazıcısı Klaus Schmidt insanlığın gelişimini “.. önce tapınak kuruldu sonra şehir..” şeklinde özetler.

Jacques Cauvin ise, yine Neolitik Çağ içindeki tüm dönüşüm ve değişimler ya da başka bir değişle “Neolitik Devrim”in, yeni dinsel fikirler ve sembollerle açığa vurulan insan mentalitesinin, bir yeniden yapılanması olduğunu öne sürer .

Çayönü’ndeki yoğun çalışmalarına dayanarak ise Akeramik Neolitik Çağda, Güneydoğu Anadolu’da katı bir dinsel sistemin ve sosyal yapının varlığına vurgu yapmaktadır.

Elimizdeki arkeolojik kanıtlar, Akeramik Neolitik Çağda toplumsal
yapıyı şekillendiren ana unsurun, dönemin inanç sistemi olduğunu ve bu konuyu irdelemeden sosyal yapı üzerine tartışmanın olası olamayacağını göstermektedir.

Bu durumda Neolitik halkların “kutsal” ile ilişkilerinin boyutları ve bu ilişkinin maddi kültür üzerine yansıması, burada ayrıntılı olarak
ortaya konulmalıdır.

Bir topluluğun, özellikle de günümüzden yaklaşık 14 bin yıl kadar önce
yaşamış Tarihöncesi halkların kutsalla ilişkileri için; ritüel, sembolizm, mit sistemi, kült sistemi, ortak sembolik öğeler, ideoloji, ruhsal yaşam, dinsel sistem, inanç sistemi vb. birçok tanımın kullanıldığını ve bunların hangisinin kullanılmasının daha doğru olacağı konusunda ise bir ortak karar olmadığını görürüz.

Bununla birlikte, bu konuya basit bir akıl yürütme ile bakabiliriz.Neolitik Dönemde, anıtsal kült merkezleri ile tapınaklar ve bu tapınakların
içlerini donatan “T” biçimli dikilitaşlar, bunların üzerlerinde son derece gelişkin hayvan figürleri ve işaretlerden oluşan bir semboller dünyası, yine bu kült yapılarında bulunan sembolik heykeltıraşlık eserleri ve bazı prestij eşyaları ile tanımlanabilecek bir “dinsel sanat” varsa, bu dönemdeki kutsalla ilişkiyi “din”olarak tanımlamak son derece akla yatkındır.

Diğer taraftan, yukarıda kısaca değinsek de “kutsal”ın terminolojisi bu çalışmanın konusu içinde yer almaz ve Neolitik Dönemdeki “din” anlayışının ayrıntılı bir tanımını ve tam olarak ne olduğunu ortaya koymak da şimdiki verilere göre kolay değildir.
Bu çalışmanın temel amacı, yaklaşık olarak M.Ö. 10200-7500 yılları
arasına verilen Çanak Çömleksiz Neolitik A ve B dönemlerinde (PPNA-PPNB),
Güneydoğu Anadolu halklarının sosyal yapılarının oluşum ve gelişimleri
üzerinde etkili olan unsurları sorgulamaktır. Diğer taraftan bu unsurlar arasında ekoloji, ekonomi vb. gibi diğerlerinin arasında sivrilen dinsel ideolojinin yeri birincil olarak sorgulanacak ve bunun materyal kültür üzerindeki izdüşümü anlaşılmaya çalışılacaktır.

İncelediğimiz dönem, bölge ve konuyla ilgili olarak,Çayönü , Hallan Çemi , Nevali Çori ve Göbeklitep gibi yerleşmeler örnek merkezler olarak ele alınacaktır. Bir kültürün sosyal bileşenleri incelenirken en önemli veri kaynakları, ölü gömme gelenekleri ve mimari gibi bazı uygulamalar ve prestij eşyaları gibi buluntulardır.

Yakındoğu’da Verimli Hilal olarak tanımlanan Fırat, Dicle ve Ürdün nehirleri havzalarında, Neolitik Çağın başlarından itibaren tüm
yerleşmelerde, şimdilik arkaik formlarını bilemediğimiz son derece incelikli,anıtsal ve sofistike bir dinsel sanat anlayışı ve objeleriyle karşılaşılır.

Bu arkeolojik kanıtlar arasında sözü edilen yerleşmelerin mimarisinde, dönemin en başından beri açık bir biçimde günlük kullanım yapıları (evler) ve dinsel ve törensel içerikli kamusal yapılar (kült yapıları) ayrımı gözlenir. Bu ayrım dönemin sosyal yapısıyla ilgili daha başından bir fikir verse de, bu çalışmada incelediğimiz konuyla ilgili asıl verileri kült yapılarından, bu yapılara özgü bezeme elemanlarından ve ayrıca bu yapılar ve elemanların kullanımıyla ilgili bazı gelenekler ve uygulamalardan elde ederiz.

Neolitik Çağdaki sosyal yapıyla ilgili değerlendirmelere geçmeden önce bunlardan söz etmek yerinde olur.Arkeolojik Kanıtlar Yukarıda adı geçen Akeramik yerleşmelerde gün yüzüne çıkarılan ünik yapılar arasında; benzer mimari teknikler ve plastik bezemeler, yapılar ile
eşyaların kullanımları açısından bazı ortak gelenek ve uygulamalar ve buralarda ele geçen prestij eşyaları bakımından benzerlikler gözlenmektedir.

İncelediğimiz konuya ilişkin değerlendirmemiz gereken bu arkeolojik kanıtların dışında, bir de başlı başına “kült merkezi” niteliğinde tasarlanmış yerleşmeler de vardır.

Kült merkezleri:
Göbeklitepe’deki kazı çalışmalarına başkanlık yapan K. Schmidt, yerleşmede ortaya çıkarılan MÖ 10. ve 9. bin yıllarına ait görkemli
yapıların bir köy yerleşimine ya da sürekli ikamet edilen bir yerleşim alanına ait olmadıklarını ifade eder . Ona göre yakın bir zamana kadar böyle bir olgunun varlığı düşünülemese de, bu alan açık bir biçimde bir “dinsel merkez”dir.

Göbeklitepe’de dört adet dairesel yapı ortaya çıkarılmıştır ve yerleşim
planına göre meydana çıkarılmayı bekleyen on altı tane daha benzer yapı vardır. Bu yuvarlak ya da oval yapıların çapları 10-30 m arasında
değişir. Her biri iç içe dairelerden ve aralarındaki dar koridorlardan oluşan
yapılar duvarlarına bitişik ortalama 12 adet ve ortada iki adet daha olmak üzere 13-14 arası stellerle donatılmışlardır. Böylece Göbeklitepe gibi bir ritüel merkezinde toplamda 200’ün üzerinde büyük taş sütundan söz edilebilir.

Bugüne kadar yaklaşık 50 tanesi kazılarak açığa çıkarılmıştır .
Göbeklitepe’ye benzeyen diğer bazı merkezler arasında Urfa-Yeni
Mahalle ve yine hepsi Urfa’da yer alan Karahan, Sefer Tepe, Hamzan Tepe’nin adlarını sayabiliriz . Bu merkezlerde herhangi bir kazı çalışması
yoktur ve daha çok yüzey buluntularından tanınırlar. Söz konusu yerleşmeler de T biçimli dikilitaşları ile dinsel bir öneme sahip ve dinsel bir amaca hizmet ediyor görünmektedirler.

Fakat hem merkezler hem de buralarda ele geçen 1.5-2 m boyutlarındaki steller Göbeklitepe’ye göre daha küçük boyutludurlar. Bu steller Göbeklitepe’nin geç tabakalarında ortaya çıkarılan stellere benzerler ve bu nedenle ele geçtikleri merkezler görünüşe göre Göbeklitepe kadar erken değildirler. Bununla birlikte, ileride adı geçen yerleşmelerde yapılacak kazılar,Göbeklitepe kadar erken tabakalar sağlayabilirler.

Kült yapılarının yerleşme planı içindeki konumları:
Çanak Çömleksiz Neolitik Dönemin kült yapıları içinde, bu yapıları konutlardan ayıran bazı ortak özellikler vardır. Bu dönemin en erken evrelerinde, Hallan Çemi ve Çayönü’nde sivil yapılar ile kült yapıları yerleşme planı içinde aynı alanı paylaşıyorken, aynı yerleşmelerde PPNB evresinin başları ile birlikte kült yapılarının özel alanlar içine inşa edildiklerini ve yerleşmenin yaşamı boyunca aynı alanların çoğunlukla hep ritüelistik alanlar olarak kullanıldıklarını görüyoruz .

Nevali Çori’deki Kült Yapısı da (Cult Building II-III), PPNB evresinin başlarına tarihlendirilir ve yerleşmenin en erken evresinden son evresine kadar aynı yerde hizmet vermiştir . Bu geniş, iyi korunmuş ve son derece incelikli bir işçilik gösteren, evresine göre değişse de bir kenarı yaklaşık 12-14 m boyutlarındaki kareye yakın yapı, sivil evlerden uzakta ve farklı bir planda, yerleşmenin batı ucunda inşa edilmiştir. Nevali Çori’nin konutları yerleşmenin orta ve sağ kısımlarında yer alırlar.

Kült yapılarının planları, boyutları ve temelleri: Neolitik Çağın en
erken evrelerinde (PPNA) Göbeklitepe ve Hallan Çemi gibi merkezlerde kült yapıları dairesel ya da oval planlara sahipken, daha sonraları Nevali Çori’deki Kült Yapısı ve Çayönü’ndeki Saltaşlı Yapı (Flagstone Building), Kafataslı Yapı (Skull Building) ve Terazzo Yapı (Terazzo Building) gibi tek bir geniş avlu şeklinde ve genellikle dikdörtgen ya da kareye yakın bir planda inşa edilmeye başlanmışlardır. Kült yapılarının çoğu oldukça anıtsal ve kütleseldir ve ayrıca çoğu zeminden aşağıda açılan bir çukur içine taş temellerle inşa edilmişlerdir .

Kült yapılarının iç tasarımı; tabanlar ve ritüelistik öğeler:
Kült yapılarında taban nadiren üzeri düzeltilmiş ve sonrasında cilalanmış saltaşlarından (Saltaşlı Yapı) , çoğunlukla ise üzeri cilalanmış ve boyanmış, söndürülmüş kireçten beton sertliğindeki “terrazzo” tekniğinde yapılmıştır .

Mimarideki bu gösterişli ve büyük iş gücü gerektiren teknikler yalnızca kültsel mekanlara özgüdür.
İncelediğimiz yerleşmelerdeki tüm dinsel içerikli kamusal yapılar, en
azından bir duvarına bitişik olmak üzere sekiler, nişler ve payandalar gibi ritüelistik öğeler içerirler . Nevali Çori Kült Yapısının üç tarafı taş bir seki ile çevrilmiştir ve giriş merdiveninin hemen karşısına denk gelecek şekilde içinde in situ heykeliyle birlikte bulunan bir nişe sahiptir.

Göbeklitepe’de ise, ortaya çıkarılan dört tane dairesel tapınak yapısından birinde (Enclosure C),karşılıklı yerleştirilmiş aslan benzeri iki hayvan heykeli ile başlayan bir giriş koridoru (dromos) görülür . Bazı kutsal yapıların tabanlarında ise, üzerlerinde sunu ve libasyon yapıldığının kanıtları olarak düşünülebilecek sıvı kalıntıları tespit edilmiştir.

Bu durum Çayönü’ndeki kamusal yapılardan biri olan Sekili Yapı (Bench Building) içinde bulunan bir kanal ile teyit edilir.

Yine Çayönü’nde, Kafataslı Yapının avlusunda ölü gömme törenleri için yapıldığı tahmin edilen altar benzeri bir platform vardır21. Bin yıllardır geniş bir coğrafyada görmeye alışık olduğumuz kutsal ve törensel sembollerden biri olan boğa başı (bucrania) motifi ise, Hallan Çemi’deki kamusal yapının duvarına asılmış, Göbeklitepe’de ise stellerin üzerlerindeki kabartmalarda betimlenmiştir.Hallan Çemi’deki kamusal yapıların tabanlarında öğütme taşları gibi günlük işlere ait buluntular ele geçmemiştir .

Kült yapılarındaki tek parça ve anıtsal “T” biçimli steller ve dikilitaşlar: Göbeklitepe’deki yapılarda ve Nevali Çori’deki tapınakta Tbiçimli,tek parça, anıtsal steller, Çayönü’nde ise T biçimli olmayan düz dikilitaşlar yükseltilmiştir. Urfa yöresinde, Göbeklitepe’de 200’ün üzerinde,Nevali Çori’de 13 tane ve diğer benzer yerleşmelerde de olmak üzere çok sayıda T-biçimli stellerin olduğu anlaşılmıştır.

Bunların üzerleri çoğunlukla betimlemelerle doludur.Göbeklitepe’deki tek parça sütunların yükseklikleri 3-5 metre arasında değişir, ağırlıkları ise 10 tona yakındır. 7 metre yüksekliğinde 50 ton ağırlığında bir örnek de vardır .

T biçimli stellerin, yatay kısmı baş, dikey kısmı ise vücut olmak üzere insanı temsil ettikleri (antropomorfik) düşünülür. Hem Göbeklitepe’deki bazı geç örneklerin hem de Nevali Çori dikilitaşlarının
üzerlerindeki stilize insan kolu ve parmakları betimlemeleri, T biçimli
sütunların insanı sembolize ettikleri fikrini destekler (Resim 7). Ancak steller üzerinde anlaşılır bir biçimde cinsiyet temsil eden figürlere rastlanmaz. Kült yapılarının ortalarında duran iki stel her zaman çevredekilerden daha büyüktür ve kaliteli bir işçilik gösteren figürlerle bezenmişlerdir.

Dar yüzeylerinde iki paralel çizgiyle bezenmiş Göbeklitepe’deki bazı,
Nevali Çori’deki ise tüm stellerin, rahiplerin pelerinlerine benzer bir tür özel
kıyafet giymiş bir grup insanı temsil ettiği sanılır24 (Resim 8). Göbeklitepe’de
ortaya çıkarılan 50 kadar stelin çoğunun üzerinde hayvan kabartmaları olup
bazen sütun başlığı hayvan olarak işlenmiştir. En sık betimlenen hayvanlar,yılan, yabani domuz ve tilki olup ayrıca ayı, turna, akbaba, yabani eşek, yabani sığır, böcek, kırkayak, akrep, leopar ve büyük sürüngen (çöl varanı gibi)tasvirleri yer alır . Betimlenen memeli hayvanların tümü erkektir.

Göbeklitepe stelleri üzerinde M veya H harfleri olarak tanımlanabilecek,
ya da hilal ve daire şeklindeki kimi sembollere rastlanır . Schmidt’e göre steller üzerindeki tasvirlerin tanziminde ve bunların ilk dikilişlerinde belirli bir düzen olmalıdır, ancak stellerin yeniden kullanımı ve yerlerinin
değiştirilmesi gerçeği karşısında bu sıralama mantığını anlamak şimdilik olası değildir.

Göbeklitepe’deki dikilitaşlar üzerinde karmaşık bir simgeler sisteminin varlığı açıktır. Bu sütunların üzerleri, Neolitik dönemin diğer çağdaş Göbeklitepe ve Nevali Çori’de, stellerin üzerinde rastlanan hayvan kabartmaları ve bazı sembollerin dışında, diğer bazı anıtsal sanat eserleriyle de karşılaşılır. Bu tür buluntulara Çayönü’nde rastlanmamıştır.

Anıtsal heykeller ve kabartmalar gibi sanatsal betimlemeler:
Özellikle Nevali Çori’de çok sayıda anıtsal heykel parçası bulunmuştur .Bunlardan biri hariç tümü, kült yapısının geç evrelerine bilinçli bir biçimde gömülmüş olarak yani ikincil bağlamda bulunmuşlardır.

Bu buluntular kült yapılarına bırakılan sunu objeleridir.
Söz konusu heykeller arasında, kült yapısındaki bir stel başlığı olduğu
sanılan, bir kadın başını pençeleriyle yakalamış bir kuş dikkat çekicidir . Pençe ve gövdesi korunmuş bu kuşun başı kayıptır, ancak olasılıkla “ata ve kafatası kültü” ile ilişkili olması gereken bir akbabaya ait olmalıdır. Tapınağın iç duvarındaki bir niş içinde orijinal yerinde bulunan bir erkek başı heykelinin arkasında bir yılan figürü vardır ve başın tüm öğeleri bir erkek sembolizmini akla getirir .

Yine birer sütun başlığı olması gereken yaklaşık yarım metre boyunda uçan bir kuş, olasılıkla akbaba, kuş gövdeli, stilize insan başlı karışık (hybrid) yaratık ve başlarının üzerlerinde olasılıkla bir akbaba ile tasvir edilmiş sırt sırta vermiş iki kadın heykeli ile kompozit bir heykel grubu diğer önemli ve sembolik kült objelerini oluştururlar.

Kült yapılarında ele geçen küçük buluntular ve prestij eşyaları:
Kült yapılarında steller ve heykellerden başka ele geçen diğer buluntuları ise,figürinler, kabartmalar, bakır ya da malahit cevherleri, oluk ve yiv bezemeli kil ve taş kaplar gibi sunu ve prestij eşyaları oluştururlar .

Benzer simgesel buluntular ve prestij eşyaları: Göbeklitepe’de anıtsal
boyutlarda ele geçen birçok sembolik buluntu, burada incelenen ya da
incelenmeyen Akeramik Neolitik yerleşmelerde de çoğunlukla minyatür
ölçeklerde ele geçirilmiştir .

Bunlar; insan boyutunda heykeller (Urfa-Yeni Mahalle), kabartmalı figür bezemeli taş levhalar, küçük taş levhalar, üzerinde oluklu ve yivli semboller olan ok düzelticiler, oluklu kil ya da taş nesneler,boncuklar, asa başları, düğme biçimli pandantifler gibi prestij eşyaları ve stilize edilmiş minyatür taş boğa başları ve dört ayaklı büyük sürüngen, yılan, örümcek ve akrep gibi bazı ikonografik figürlerdir.

Yerleşme planı içinde ayrıcalıklı yapılar: Çayönü’nde, yaklaşık 20x60
m’lik bir alanı kaplayan “Plaza”, ilk evrelerinde terazzo tabanlı ve etrafı
stellerle çevrili bir açık kutsal alanken, sonradan yenilenmiş ve son derece temiz tutulan bir kil tabakası ile kaplanarak steller bu tabanın altına gömülmüştür.

Plazanın kuzey kenarında düzenli olarak sıralanmış bazı sivil yapılar ile batısında düzensiz olarak inşa edilmiş sivil yapılar benzer planlara sahip olsalar da aralarında önemli farklılıklar gözlenir (Resim 12). Kuzey sınırı oluşturan yapılar, düzenli bir planlama ile ve daha geniş olarak tasarlanmışlardır ve içlerinde maden cevherleri, kil kaplar ya da ev modelleri gibi yüksek statü eşyaları ele geçirilmiştir.

Ölü gömme gelenekleri: Çayönü’nde yerleşme katları boyunca ölü
gömme törenleri ve kültü için kullanılan bir yapı olan “Kafataslı Yapı”
dikdörtgen bir plana dönüştürülen evresinde bazı küçük odacıklar içerir. Yapıda ilk inşasından son evresine kadar farklı ölü gömme gelenekleri ve
uygulamaları gözlenir ve içinde yaklaşık 450 bireye ait iskelet kalıntısı
bulunduğu için “Ölüler Evi” olarak da adlandırılmıştır.

Yapı içindeki odacıkların bazılarına yalnızca çok sayıda kafatasının yerleştirildiği, bazılarında ise yığınlar halinde uzun kemiklerin sıralandığı, aralarında ise ölü hediyesi olarak taş ve malahit boncuklar ile deniz kabuğu bir pandantifin bırakıldığı görülmüştür.

Bazı odacıklarda ise yanlarında eşyalarıyla birlikte gömülmüş hoker tarzında gömülere rastlanır. Ölülerin bazıları yapının yenilenme evrelerinde taşınarak ikincil gömü yapılmıştır.

Kafataslı Yapı, ölülerin Hazırlanması işlemleri ile de ilişkili bir yapıdır. Bu durum yapının avlusunda yer alan bir “altar” ve odacıklar ya da çukurlar içine süpürülmüş büyük miktardaki ezik kırık kemik kalıntılarından anlaşılır.

Ölülerin yanlarına bazen domuz alt çene kemiği gibi sunular da bırakılmıştır. Avlunun dış duvarı üzerinde yabani sığır kafatasının asılı olduğu anlaşılmıştır .

Tüm yerleşmenin, kült yapılarının ve bazı objelerin bilinçli olarak
gömülmesi: İncelediğimiz yerleşmelerde ölülerin yanı sıra, başta kült yapıları olmak üzere yapıların ve bazı eşyaların da bilinçli olarak gömülme geleneği uygulamalarda yapılar önce temizlenir, bazı objeler
adak eşyası olarak bırakılır, sonra ana toprak ya da elenmiş bir toprakla doldurulur.

Steller, heykeller ya da figürinler gibi bazı nesneler ise bilinçli olarak kırılır veya yeni tabanın altına ya da yeni binanın duvarları içine adak eşyaları olarak gömülürler. Gömülen yapının tam üzerine yeni yapı inşa edilir ve gelenek devam eder.

Nadiren de olsa, Göbeklitepe örneğinde olduğu gibi tüm yerleşmenin temiz bir toprakla gömüldüğü ve bu dolgunun üzerine yeniden inşa edildiği görülür. Kimi zaman ise bazı özellikli yapılar Kafataslı Yapı’da olduğu gibi önce bilinçli olarak yakılır ondan sonra üzeri toprakla kapatılarak gömülür.

Din ve Toplumsal Yapıya İlişkin Değerlendirmeler
Akeramik Neolitik Çağa ilişkin arkeolojik kanıtlar içinde, toplumsal yapı
üzerine fikir yürütebileceğimiz en önemli ve etkili kaynaklar olan dinsel
merkezler, yapılar, objeler ve bunların kullanımlarıyla ilgili gelenekler yukarıda ayrıntılı bir biçimde tanıtılmıştır. Bu bölümde ise söz konusu kanıtlardan yola çıkararak yapılan değerlendirmelere yer verilecektir.

Önce “tapınak” inşa edildi, sonra şehir: Göbeklitepe, MÖ yaklasık olarak 10 bin yıllarına tarihlenen ve henüz kazılmamış dolgu birikimiyle belki Paleolitik Çağ içlerine kadar eskiye gidebilecek bir tapınaklar alanıdır. Schmidt’e göre, avcıtoplayıcı topluluklar tarafından inşa edilmiş Göbeklitepe’de sürekli bir yerleşimin izlerine rastlanmamıştır ve bu tip dinsel merkezler yerleşik toplumların ortaya çıkışından bir hayli önce var olan bir olgudur .

Urfa yöresindeki Akeramik Neolitik Dönem’in avcı toplayıcıları, eğer törensel bir merkez yapımı için bir araya geliyorlarsa, o halde dinsel inanç sistemlerine ilişkin kuralları, ritüelleri ve simgeleri oluşmuş ve ideolojik olarak belli bir yaptırım gücüne ulaşmış demektir.

Yerleşik yaşama geçmeden önce örgütlenebilen göçebe avcı-toplayıcılar olgusu, bize toplulukları bir arada tutan bazı dinamiklerin ve ideolojinin daha yerleşik hayat kavramından önce oluştuğunu gösterir. Bu durum, insan kültüründeki birçok gelişmeyi, özellikle de gelişkin mimari ve heykeltıraşlık eserlerini yerleşik yaşamın birer unsuru gibi görmeye alışık olduğumuz bir düşünce sistemine yabancı gelse de aslında şaşırtıcı değildir.

Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde henüz Göbeklitepe ve bunun gibi kült merkezlerini yaratan kültürlerin Üst Paleolitik Çağdaki öncüllerini bilmiyor olsak da , örneğin Güney Avrupa Üst Paleolitik göçebe kültürlerinde mağaraların birer kutsal alan olarak görülüp
kullanıldıklarını ve ilk “sanat eserleri”nin buralarda yaratıldığını biliyoruz.

Göçebe avcı ve toplayıcıların kutsal alan seçimleri: Güneydoğu
Anadolu’daki Tarihöncesi avcı ve toplayıcılar dinsel seremonileri için bir araya gelerek neden ve nasıl özel alanlar seçmişler ve buralarda kült yapıları inşa etmişlerdir? Bu konuda hem söz konusu halkların kutsal anlayışları üzerine düşünülerek, hem de seçilen bölgenin karakteri göz önüne alınarak bazı varsayımlar ileri sürülebilir.

Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde Göbeklitepe gibi kutsal merkezlerin tek olmadığı, Urfa etrafında Göbeklitepe gibi birkaç dinsel merkezin daha olduğu yukarıda ifade edilmişti. Görünüşe göre Yakındoğu’nun
avcı-toplayıcıları, önceki dönemlere göre daha karmaşık ve ortak bir inanç sistemine ve geçmişe sahip olmuş olmalıdırlar.

Paleolitik Dönemde olduğu gibi,mağara ya da kayalık alanlar gibi doğal mekanları tercih etmek yerine, seçtikleri özel bir bölgede ve alanda karmaşık inanç sistemleri ve törenleri için sabit ve
gösterişli tapınaklar inşa etmişlerdir.

Yakındoğu’nun Prehistorik avcı-toplayıcıları için neden bir bölgenin ya
da alanın kutsal görüldüğü kuşkusuz kesin cevaplanabilecek bir soru değildir.

Bu soru aslında belki de her dönemde ve kültürde var olan tüm kutsal alanların seçimi için de geçerlidir. Kimi zaman bir su kaynağı, kimi zaman Göbeklitepe birçok gelişmeyi, özellikle de gelişkin mimari ve heykeltıraşlık eserlerini yerleşik yaşamın birer unsuru gibi görmeye alışık olduğumuz bir düşünce sistemine yabancı gelse de aslında şaşırtıcı değildir.

Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde henüz Göbeklitepe ve bunun gibi kült merkezlerini yaratan kültürlerin Üst Paleolitik Çağdaki öncüllerini bilmiyor olsak da , örneğin Güney Avrupa Üst Paleolitik göçebe kültürlerinde mağaraların birer kutsal alan olarak görülüp
kullanıldıklarını ve ilk “sanat eserleri”nin buralarda yaratıldığını biliyoruz.

Göçebe avcı ve toplayıcıların kutsal alan seçimleri:

Güneydoğu Anadolu’daki Tarihöncesi avcı ve toplayıcılar dinsel seremonileri için bir araya gelerek neden ve nasıl özel alanlar seçmişler ve buralarda kült yapıları inşa etmişlerdir? Bu konuda hem söz konusu halkların kutsal anlayışları üzerine düşünülerek, hem de seçilen bölgenin karakteri göz önüne alınarak bazı varsayımlar ileri sürülebilir.

Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde Göbeklitepe gibi kutsal merkezlerin tek olmadığı, Urfa etrafında Göbeklitepe gibi birkaç dinsel merkezin daha olduğu yukarıda ifade edilmişti. Görünüşe göre Yakındoğu’nun
avcı-toplayıcıları, önceki dönemlere göre daha karmaşık ve ortak bir inanç sistemine ve geçmişe sahip olmuş olmalıdırlar.

Paleolitik Dönemde olduğu gibi, mağara ya da kayalık alanlar gibi doğal mekanları tercih etmek yerine, seçtikleriözel bir bölgede ve alanda karmaşık inanç sistemleri ve törenleri için sabit ve gösterişli tapınaklar inşa etmişlerdir.

Yakındoğu’nun Prehistorik avcı-toplayıcıları için neden bir bölgenin ya
da alanın kutsal görüldüğü kuşkusuz kesin cevaplanabilecek bir soru değildir.

Bu soru aslında belki de her dönemde ve kültürde var olan tüm kutsal alanların seçimi için de geçerlidir. Kimi zaman bir su kaynağı, kimi zaman Göbeklitepe gibi Harran Ovası ile çevreye hakim bir konum, kimi zaman bir hammadde kaynağına yakınlık gibi nedenler bu seçimlerde rol oynamış olabilir.

Yakındoğu’nun Akeramik Neolitik Dönem halklarının üzerinde bulundukları zengin coğrafyada, daha doğru bir deyişle “Verimli Hilal” bölgesinde, değişen çevre ve iklim koşullarıyla birlikte başlayan Holosen dönemin yeni besin kaynakları buğday, arpa, koyun ve keçi sürülerinin bol bulunduğu alanları “kutsal” olarak belirleyerek ve buralarda tapınaklar inşa ederek tanrılarına ya da efsanevi atalarına şükranlarını ve minnettarlıklarını göstermek istemiş olmaları da olasıdır.

Yakın Doğu’da Verimli Hilal’i oluşturan üç büyük nehir olan Fırat,
Dicle ve Ürdün nehri havzalarının, Eski Ahit içinde adı geçen ve Yahudiler tarafından Cennet Bahçesinin de içinde bulunduğu ve kendilerine Tanrı tarafından sunulmuş “Vaat Edilmiş Topraklar”ı oluşturması, bölgenin insanlık tarihi ve kültüründeki yerini göstermesi bakımından en iyi ve yakın örneklerden biridir.

Örnekse Göbeklitepe’nin seçiminde, belki eteklerindeki zengin buğday gibi Harran Ovası ile çevreye hakim bir konum, kimi zaman bir hammadde kaynağına yakınlık gibi nedenler bu seçimlerde rol oynamış olabilir.

Yakındoğu’nun Akeramik Neolitik Dönem halklarının üzerinde bulundukları zengin coğrafyada, daha doğru bir deyişle “Verimli Hilal” bölgesinde, değişençevre ve iklim koşullarıyla birlikte başlayan Holosen dönemin yeni besin kaynakları buğday, arpa, koyun ve keçi sürülerinin bol bulunduğu alanları “kutsal” olarak belirleyerek ve buralarda tapınaklar inşa ederek tanrılarına ya da efsanevi atalarına şükranlarını ve minnettarlıklarını göstermek istemiş olmaları da olasıdır.

Yakın Doğu’da Verimli Hilal’i oluşturan üç büyük nehir olan Fırat,
Dicle ve Ürdün nehri havzalarının, Eski Ahit içinde adı geçen ve Yahudiler tarafından Cennet Bahçesinin de içinde bulunduğu ve kendilerine Tanrı tarafından sunulmuş “Vaat Edilmiş Topraklar”ı oluşturması, bölgenin insanlık tarihi ve kültüründeki yerini göstermesi bakımından en iyi ve yakın örneklerden biridir.

Örnekse Göbeklitepe’nin seçiminde, belki eteklerindeki zengin buğdayalanları ve günümüze gelindiğinde bile kutsal sayılan buğdayın daha o dönemde “kutsallık” vasfını elde etmiş olması olasılığı da etkili olmuş olabilir. Kazı ekibinin bölgedeki Karacadağ eteklerinde yaptığı son araştırmalara göre yüzlerce genetik varyasyonu bulunan buğdayın atasının ilk olarak bu bölgede
yetiştiği anlaşılmıştır .

Bununla birlikte, Yakındoğu’nun bu geniş ve zengin coğrafyasında daha buzul dönemlerinden beri yaşayan ve geleceğin müstakbel çiftçileri olacak olan avcı-toplayıcıların yukarıda tartışadurduğumuz “kutsal
anlayışları”nın içeriği ve mahiyeti bugün için son derece karmaşık ve yorumu güç bir karakterdedir.

Bu nedenle yukarıda yaptığımız çoğu yorum ve öne sürdüğümüz olasılıklar eldeki verilere bakılırsa son derece tartışmaya açıktır.
Göbeklitepe gibi kült merkezlerinin

Neolitik topluluklar üzerindeki seküler işlevleri:

Kült merkezleri, dinsel ve ruhsal işlevlerinin yanı sıra, insanlar,
eşyalar ile çeşitli fikirler ve bakış açıları arasında da birer değişim ve dönüşüm noktası olmuş olmalıdırlar. Ortak bir inanç sistemi ve merkezi bir kutsal alanın,farklı bölgelerde yaşayan avcı-toplayıcıların yüz yüze konuşarak iletişim kurmaları, etkileşim içine girmeleri ve ortak etkinlikleri organize etmelerini sağladığı düşünülebilir.

Bu etkinlikler büyük dikilitaşları inşa etmekten,gelişmiş av pratiklerine kadar geniş kapsamlı olmalıdır . Bu bağlamda,incelediğimiz dönemde ve bölgede dinsel merkezler Neolitik yaşam biçiminin yayılmasında adeta birer kültürel “katalizör” görevi üstlenmiş görünmektedirler.

Kutsal alanların “gerçek” sahipleri ve yerleşik yaşam:
Göbeklitepe gibi kutsal merkezlerin tasarlanması ve inşası gibi konular üzerinden toplumsal yapı ile ilgili ipuçları elde etme denemesini hemen aşağıdaki satırlara bırakarak,bu alanların kimler tarafından nasıl kullanıldığı ya da idare edildiği üzerinedüşünmek yerinde olur.

Kutsal alandaki taş stellerin oluşturduğu dairesel tapım yapılarının yasaklı birer alan olarak mı tasarlandıkları ya da bu dar koridorlardan oluşan iç içe dairelerin insanlar tarafından hınca hınç doldurulmuş
mekanlar mı oldukları konusunda belirgin veriler mevcut değildir.

Belki de günümüzden geçmişe doğru gittiğimizde kutsal mekanların hemen tüm kültürlerde halka yasak ama belli bir ruhban sınıfın kullanımına açık olduğu gerçeğinden yola çıkarak, bu en eski kült alanlarının da yalnızca belli bir grup din adamı tarafından kullanılmış olabilecekleri varsayımı ortaya atılabilir.

Ayrıca Göbeklitepe ve diğer kült merkezlerinde bir ruhban sınıfın varlığını,buralardaki tapınakların yapımında gereken büyük işgücünü, ancak dinsel bir yaptırımı olan bir grubun organize edebileceği fikrine dayanarak da öne sürebiliriz.

Bu olası grupların tapınaklarda sürekli mi kaldıkları, yani bir başka deyişle tapınakları adeta birer “idari merkez” gibi kullanıp kullanmadıkları ya da diğer avcı-toplayıcılarla birlikte belli zamanlarda bu kutsal mekanlara gelerek mi toplulukları yönettikleri bugün için tam olarak bilinemez.

Bununla birlikte, büyük olasılıkla yine bin yılların kutsal alan ve ruhban sınıf geleneğini göz önüne aldığımızda, Göbeklitepe gibi merkezlerde sürekli yaşayan ve belki bu alanı koruduklarına inanılan, önemli kutsal günlerin dışındaki yılın diğer zamanlarında tapınakların inşaat faaliyetlerini yürütmek için liderlik yapan ve kuvvetle muhtemel ki bazı önemli dinsel günlerde büyük toplantıları ve şölen anlarındaki törenleri yöneten bir dinsel sınıfın varlığından söz etmeliyiz.

Bu konuya ekleyebileceğimiz bir diğer açılım da tapınakları kullananlar ile yerleşik yaşama geçiş arasında kurabileceğimiz bağdır. Belki de Yakındoğu’da neden bazı avcı-toplayıcıların yerleşik topluluklara dönüşürken bazılarının göçebeliğe devam ettikleri de, topluluk içindeki “belli” bir grup insanın sabit kutsal mekanlar oluşturup, buraların inşası ve kullanımıyla ilgili işler için toplulukları organize ederek yerleşiklik olgusuna yaklaşmasıyla açıklanabilir.

Tarım ve hayvancılığa geçiş ve kült merkezleri: Çanak Çömleksiz
Neolitik Çağın Göbeklitepe gibi dinsel merkezlerinde olası bir ayrıcalıklı sınıfın kutsal alanlardaki sürekli ikametinin doğurabileceği sonuçlarla ilgili Schmidt çok önemli bir iddiayı daha gündeme dahil etmektedir. Ona göre, yerleşik yaşama geçişle birlikte bitki ve hayvan evcilleştirme faaliyeti de, tapınaklarda sürekli kalmak durumunda olan bir rahip sınıfıyla başlamış olabilir .

Yukarıda ifade edildiği gibi yerleşik yaşama geçişin başlıca nedeni, avcı-toplayıcı toplulukların, dinsel törenlere katılmak için Göbeklitepe gibi dinî merkezlerde düzenli olarak bir araya gelmelerinin ve burada sürekli yaşayan bir dinsel grubun sonucu olarak açıklanabilir.

Bu gruplara, kutsal alanların inşası için aynı bölgede yaşamak ya da belli zamanlarda kalmak durumunda olan tapınak inşacılarını da eklersek, böyle kalabalık grupları, çevredeki hazır yiyecek
kaynakları ve av hayvanlarıyla beslemenin olanaksız olduğu sonucuna
varılabilir.

Bu durumda bitki ve hayvan evcilleştirme denemelerinin; kutsal
alanlarla ilişkili olarak o bölgelerde yaşayan toplulukların, hem geçim sorunu gibi pratik nedenlerle hem de etraftaki kaynakları tüketen ya da kontrol altında tutmayı amaçlayan ruhban sınıfın güç ve iktidar kaygılarıyla yöneldikleri birer faaliyet olabilecekleri öne sürülebilir.

Bu varsayım da henüz kanıtlanmamış bir görüş olarak bekleyedursa da, Neolitik Çağdaki toplumsal dinamikleri anlamaya çalıştığımız bu makalede bir hayli çarpıcı bir biçimde yerini bulmuştur. Diğer taraftan bu görüşü destekleyecek bir bulgu olarak, yukarıda da ifade edildiği gibi buğdayın atasının ilk olarak Göbeklitepe'nin eteklerinde yetiştiğinin
anlaşıldığını burada tekrar vurgulamakta fayda vardır.

Halkın sosyal yapısı; büyük işgücü ve organizasyon:

Çanak Çömleksiz Neolitik Dönemde, başta Göbeklitepe ve çevresindeki Sefertepe, Hamzan Tepe,Karahan, Urfa-Yeni Mahalle gibi kült merkezleri olmak üzere, Çayönü ve Nevali Çori gibi yerleşmelerde ortaya çıkarılan anıtsal ve sembolik sanat eserleriyle dolu kült yapıları toplumsal yapıyla ilgili son derece önemli verilere işaret eder.

T-biçimli dikilitaşlardan oluşan anıtsal kült yapılarının, belirli bir plan ve organizasyon sayesinde ve yalnızca büyük bir işgücü desteğiyle inşa
edilebilecekleri ortadadır.

Ağırlığı on tona kadar ulaşabilen taş stellerin kaynağında tek parça halinde işlenip çıkarılmaları, taşınmaları ve tapınaklarda yerlerine dikilmeleri, kireçtaşından gerçek boyutunda ya da daha büyük yapılan kabartma ve heykeltıraşlık eserleri,söndürülmüş kireçten yapılan beton sertliğindeki terazzo tabanlar yalnızca birkaç kişi ile gerçekleştirilemeyecek denli büyük çaplı faaliyetlerdir.

Etnografik bir örnekle karşılaştırılarak yapılan bir tahmine göre yalnızca tek bir steli taşımak için 525 erkek gücüne ihtiyaç vardır. Bazı nadir örneklerde ise yaklaşık 7 m boyundaki ve 50 tona varan stellerin bir yerden bir yere götürülmesi büyük bir güç ve mukavemet gerektirir.

Yapıların inşa edilmelerine ek olarak, bu yapıları kullanma ve idare etme ve yapıların süreli işlevleri bittiğinde bunları iptal etme ve gömme faaliyetleri de büyük ve organize bir işgücüne ihtiyaç gösterir. Çoğu bilim insanına göre, tüm bunlar ayrıcalıklı bir sınıfın yönettiği katı bir dinsel sistem ile gerçekleşebilir ve bu yorumlara neden olan arkeolojik kanıtlar yakın bir zamana kadar tahmin bile edilemeyen bir sosyo-kültürel karmaşıklığın göstergesidir .

Yerleşme planı ve sosyal sınıf ayrımı:

Yukarıdaki bölümde aktarılan Çayönü’ndeki açık hava tapınağı Plazanın etrafındaki yerleşme planında, kuzey kenarındaki yapıların düzenli bir mimari plan içinde yan yana sıralanmaları,batısındaki yapıların ise dağınık bir yerleşme planı içinde ve kuzeydekilere göre daha küçük inşa edilmiş olmaları, ayrıca kuzeydeki yapıların içinde ele geçen statü eşyaları, yerleşme içindeki sosyal bir ayrımın göstergesidirler.

Bu da yine Akeramik Neolitik Çağda topluluklar içinde ayrıcalıklı gruplar olduğunun kanıtlarından biri olarak görülebilir.

Ölüler dünyası ve yaşayanlar dünyası:

Çanak Çömleksiz Neolitik Dönem yerleşmelerinde saptanan ölü gömme gelenekleri bize o dönem toplumunun düşünsel, dinsel ve sınıfsal yapısı hakkında son derece değerli bilgiler sağlar. Bu kanıtlar arasında en çarpıcı veriler Çayönü’ndeki Kafataslı Yapıdan gelmektedir . Bu yapıda gözlenen farklı ölü gömme biçimleri ve ölü yanlarına konulan eşyalardaki farklılıklar topluluk içindeki bir statü farkını gösterirler.

İskeletlerin bazı kısımlarının, özellikle “ata kültü” ile ilişkilendirilebilecek kafataslarının, bazen de uzun kemiklerin özel bir saygı gördükleri anlaşılmaktadır.

Yakındoğu ölü gömme geleneklerine bakıldığında,
kafataslarının saklandığı, bazen kille etlendirilerek ve gözlerine değerli taşlar konularak ölen kişinin adeta canlandırılmaya çalışıldığı ata kültünün yalnızca topluluk içindeki bir grup saygın insana, olasılıkla “ata”lara uygulanan bir gelenek olduğu sanılmaktadır.

Ayrıca hemen tüm evreler boyunca yaklaşık iki bin yıl kadar aynı işlevde varlık göstermiş bir ölüler evinde 450 kadar bireyin gömülü olması, bu kadar uzun bir süreçte Çayönü halkının tümünün birden buraya defnedilmediğini, büyük olasılıkla yalnızca bazı “ayrıcalıklı” kişilerin bu
alana gömüldüğünü düşündürür.

Yapının kullanım evreleri değiştikçe
iskeletlerin yerinden çıkarılıp ikincil gömü olarak tekrar defnedilmeleri de bize yine ataların anılarının korunduğu ve yeni kuşaklara aktarıldığını gösterir.

Kafataslı yapının içinde, ölülerin değişik biçimlerde gömülme seremonileri için hazırlandıkları bir avlu, bu avluda bir altar ve altarın çevresinde ise sekiler olması yine toplumsal ve dinsel yapı ile ilgili fikir elde etmemizi sağlar.

Görünüşe göre Kafataslı Yapıda gömülecek kişi için belli bir grup insanın
önünde, yine belli bir kişi ya da grup tarafından yürütülen bir ritüel yapılmıştır.

Dolayısıyla topluluk içindeki tüm bireylerin gömülmediği bu yapıda, bir ölü gömme töreni içinde yer alan kişiler de toplum içindeki “statü” sahibi ya da ruhban sınıf olarak nitelendirebileceğimiz bireyler olmalıdır.
Avlunun dış duvarı üzerindeki yabani sığır kafatasının varlığı bize ölü
kültü ile boğa kültü arasında bir ilişki olabileceğini gösterir.

Bu yapıda gerek yalnızca kafataslarının gömülü olduğu çukurlarda, gerekse hoker tarzı gömülerin yanında ölü hediyesi olarak taş ve malahit boncuklar ile deniz kabuğu bir pandantifin bırakıldığı görülmüştür. Bunlar malahit gibi yeni keşfedilen hammaddelerden yapılan ya da ince bir işçilik gösteren statü eşyalarıdır.

Ölülerin yanlarına bazen domuz alt çene kemiği gibi sunuların da
bırakılması, insanlar ile hayvanlar arasındaki sembolik ilişkiler dünyasına işaret eder. Bu dönemin ölü gömme gelenekleri ile ilgili tek bir yapıyı örneklesek de, Kafataslı Yapıdaki uygulamaların nerdeyse tümünü diğer çağdaş yerleşmelerdeki halklarda da görürüz.

Törenle gömülen yapılar ve eşyalar:

Arkeolojik kanıtlar bölümünde anlatılan, Nevali Çori’deki Kült Yapısı gibi tek bir yapının ve/ya da Göbeklitepe gibi tüm bir yerleşmenin üzerinin temiz bir toprakla, hatta Kafataslı Yapıda olduğu gibi önce yakılıp sonra toprakla gömülmesi ve ardından gömülen yapıların tam üzerlerine yeni yapıların inşa edilmesi geleneği mekanların
kutsanması ve inanç sistemiyle ilişkili görülür .

Ayrıca bu faaliyetler yine Akeramik Neolitik topluluklar içinde katı, belirgin kuralları ve yaptırım gücü olan bir inanç sistemine ve bu sistemin motivasyonu ile işgücünü organize eden bir “rahipler topluluğu”na işaret eder.

Yapıların içlerindeki steller, heykeller yada figürinler gibi taşınabilir objelerin de binalarla aynı kaderi paylaşmaları, yani yapıyla birlikte işlevlerini noktalayarak kırılmaları ve yeni tabanın ya da binanın duvarları içine birer adak eşyası olarak yerleştirilmeleri görünüşe göre büyüsel bir bakış açısıyla ilişkilendirilebilir.

Neolitik din: Akeramik yerleşmelerdeki tapınakların çoğunda rastlanan
stellerin ve üzerlerindeki figürlerin anlamlarını çözebilmek, o dönem insanının düşünsel, dinsel ve sembolik dünyasını aralayabilmeyi mümkün kılabilirdi.

Bugünkü veri kaynaklarımıza göre bu türde bir çözümlemeye ulaşabilmek pek olanaklı olmasa da, yine de söz konusu buluntular üzerine bazı yorumlar yapılabilir.

Stellerin antropomorfik bir anlam taşıdıkları açıktır. Schmidt’e göre turna
ve yabani eşek gibi bazı hayvanlar için geçerli olmasa da, steller üzerinde tasvir edilen hayvanların onları korudukları düşünülebilir . Burada, steller üzerinde betimlenen her hayvanın ikonografik analizini yapmak mümkün değildir. Bu çok uzun ve tartışmalı bir konu olacağı için bu çalışmanın konusu dışında tutulmalıdır.

Ancak bu tasvirlerdeki hayvanlarla tanrılar dünyası arasında bir
bağ kurulabilir, daha doğru bir deyişle bu semboller sonraki bin yıllar boyunca çoğu kültürün inanç sisteminde görüldüğü gibi belirli tanrıların sembolleri olabilirler. Söz konusu hayvan tasvirleri belki de koruyucu bir mesaj vermeleri ya da mitsel bir hikayeyi nakletmesi için yapılmışlardı.

Semboller dünyası:
Göbeklitepe ve benzeri yerleşmelerdeki değiş-tokuş sistemi, ruhsal değerlerin paylaşılmasını ve yayılmasını zorunlu kılmış ve sonuç
olarak sembolik bir iletişim sisteminin kullanılmasını gerektirmiş olmalıdır.

Göbeklitepe’de birçok sütunun üzerinde soyut bazı işaretler, semboller ve hayvan betimlemeleri vardır. Söz konusu çoğu işaret, Yakındoğu’da geniş bir bölgedeki birçok yerleşmede bulunan küçük taş levhalar ve ok düzelticilerin üzerinde daha küçük ölçekte kazıma tekniğinde tekrar edilmiştir. Söz konusu motifler bu çalışmada söz ettiğimiz ve henüz tam olarak tanımadığımız birçok yerleşme arasındaki yakın bir bağlantının göstergesidir. Tüm bu yerleşmeler ortak bir dinsel sisteme ve ortak bir geçmişe sahip olmuş olmalıdır .

Bilim ve sanatın bazı öncülleri:

Akeramik Neolitik Dönem toplumu
içindeki neredeyse tüm gelişmeler ve sonraki zamanlarda görülen mimari,heykel, mitsel tarih ve sembollerden oluşan bir tür yazı sistemi gibi sanatsal ve bilimsel birçok olgunun arkaik öncülleri dönemin inanç sistemi ile bağlantılı bir biçimde başlamış ve ilerlemiş görünmektedir.

Mezopotamya tapınaklarının ataları:

Birçok bilim insanına göre,Kuzey Mezopotamya’nın Nevali Çori gibi Çanak Çömleksiz Neolitik Döneme tarihlenen anıtsal kült yapıları, beş altı bin yıl kadar sonra Güney Mezopotomya’da gördüğümüz anıtsal Sümer tapınaklarının habercileridirler.

İncelediğimiz erken dönem tapınakları, sonraki dönemlerdeki gibi nişler,
dromoslar, sekiler, steller (sütunlar), altarlar, sunu heykecikleri ve eşyaları,prestij eşyaları ve bu buluntular üzerinde yoğun sembolizm içerirler ve büyük olasılıkla da Yakındoğu’daki en erken yazılı belgelerin köklerini oluştururlar
Çalışmanın ortaya koyduğu arkeolojik bulguların analiz edilmesi
sonucunda; çekirdek bölge olarak nitelendirilen Verimli Hilal bölgesinde,
Neolitik Dönemin tipik yaşam biçiminin doğuşu ve oluşumuna neden olan temel olgulardan; yerleşik yaşama geçiş, hayvan ve bitkilerin evcilleştirilmesi ve sonrasında bu yaşam biçiminin gelişmesi, yayılması ve çöküşünün büyük oranda dönemin inanç sistemi ile ilişkili olarak şekillendiği görülmektedir.

Çanak Çömleksiz Neolitik Çağda, Güneydoğu Anadolu’daki yaşamın neredeyse tüm unsurlarını kontrol eden ve elinde tutan karmaşık ve fakat katı bir dinsel sistemin ve ayrıcalıklı bir dinsel sınıfın varlığı anlaşılmıştır. Mimarisi,tapınakları, heykeltıraşlık eserleri, sembolizmi ile yaşanan bu görkemli süreç,Çanak Çömlekli Neolitik Çağa yakın bir dönemde bir dönüşüm geçirerek son bulur.

Dönemin sonlarına doğru “Neolitik Çöküş” olarak adlandırılan bu sürecin ve çekirdek bölgedeki tipik Neolitik yaşam biçiminin yozlaşarak ve şekil değiştirerek çevreye yayılmasının en temel nedeni olarak, bölgede Neolitik Çağın başından beri hüküm süren bir ruhban sınıfına karşı duyulan bir tepki ve sosyal bir çalkantı görülür. Çanak Çömlekli Neolitik Dönemin başları ile birlikte, bu katı dinsel sistemin eski gücünü ve önemini kaybettiği anlaşılır.

Neolitik Çağda insan kültürünün aldığı yolda sosyal ve düşünsel yapı, ekoloji ve ekonomi gibi diğer birçok etmenden daha belirleyici olmuşa benzemektedir.Güneydoğu Anadolu’da Akeramik Neolitik Dönemin düşünsel, dinsel,sembolik, sınıfsal ve ideolojik yapısı büyük oranda, söz konusu “ruhban sınıf”tarafından şekillendirilen ve yönetilen ortak inançlar sistemi ve bu sistemin kuvvetli yaptırım gücünden kaynak bulmuş görünmektedir.

Çanak Çömleksiz Neolitik Çağdaki gelişmelere baktığımızda, sanki Geç Kalkolitik ve Tunç Çağlara özgü olarak düşündüğümüz birçok olgu daha günümüzden 13-14 bin yıl öncesinde filizlenmeye başlamış gibidir. Ayrıcalıklı grupların oluşturduğu bir toplum yapısı, anıtsal ve sembolik bir dinsel mimari ve heykeltıraşlık eserleri,prestij eşyaları, bir tapınağın ve ruhban sınıfın etrafında şekillenen tapınak ekonomisi, günlük yaşamın tüm boyutlarına hükmeden katı ve karmaşık bir dinsel sistem vb. sayabileceğimiz birçok özellik, sonraki dönemlerde bölgedeki
kentleşmeye yol açan sosyal bir alt yapı ya da dinamikler olarak düşünülebilir.

Görüldüğü gibi insanlık tarihindeki hemen her dönüşümün öncüllerinin
Akeramik Neolitik Çağdan başlayarak bölgede var olduğunu aşikardır, ancak sosyal yapı içinde kentleşme dönemindeki gibi uzmanlaşmış ve sınıf farklılıkları derinleşmiş, karmaşık bir Neolitik toplum düşünmek doğru olmaz.

Bu dönemin topluluk yapısı için; “karmaşık” (complex) tanımından çok
“karmaşıklaşma”ya (complexity) başlayan, tam zamanlı bir uzmanlaşmanın olmadığı, ayrıcalıklı bir sınıf tarafından olasılıkla da bir ruhban sınıf tarafından yönetilse de henüz tam anlamıyla örgütlenmiş bir yapıda olmayan ve inanç sistemiyle ilişkili belli katı yaptırım güçlerine karşı işlerlik gösteren bir toplum tanımını kullanmamız yerinde olacaktır.

Kuzey Mezopotamya’daki bu elit kesimin birdenbire yok olması mümkün olamayacak büyük çoğunluğu ve bölgenin genlerine işlemiş bu katı yönetim anlayışı, yine Mezopotamya’daki Obeyd evresinde birer katalizör olarak tekrar ortaya çıkmış ve kentleşme süreci ile birlikte dinsel merkezlerin etrafında şekillenen tapınak ekonomisini yönlendirmiş olabilirler.

Daha da ötesi Güneydoğu Anadolu’da günümüzdeki katı aşiret sistemi yapısı bile aradan geçen binlerce yıla karşın, Neolitik Çağın başlarında ortaya çıkan bir sistemin uzantısı olabilir. Bu da bize bölgedeki Neolitik Dönemin bir “hediyesi mirası” olsa gerektir.
 

cantar

Vip Üye
Katılım
27 Ağustos 2012
Mesajlar
8,795
Beğeni
11,115
Puanları
113
Cevap: Eskiçağda Ölü Kültü ve Ölü Gömme Adetleri

Smithsonian_map_g%C3%B6bekli_tepe.jpg



800px-G%C3%B6bekli_Tepe%2C_Urfa.jpg


800px-G%C3%B6bekli2012-8.jpg


398px-Gobekli_Tepe_2.jpg


578px-G%C3%B6bekli2012-27.jpg


home1.jpg


home7.jpg


T biçimindeki sütunların ağırlıkları 40 ila 60 ton arasında değişiyor. İlkel el aletlerinden başka bir aletin olmadığı bu dönemde sütunların nasıl taşındığı ve dikildiği arkeologlar tarafından henüz çözülemedi.
 

msftdftr

Kullanıcı
Katılım
21 Ocak 2014
Mesajlar
104
Beğeni
22
Puanları
18
Cevap: Eskiçağda Ölü Kültü ve Ölü Gömme Adetleri

Ölü ruhunun rahat etmesi için onlara düzenli aralıklarla su verilmesi gerektiği inancı doğrultusunda 3. Ur kral mezarlarından Urartu Çağı’na kadar Libasyon Sunakları inşa edilmiş, ya da toprağa açılan Libasyon Çukurları kullanılmıştır. bunu belirtelim usta ki öğrensin cümbür cemaat nedir bu oyuklar ....ama her oyuntuda mezar değil ...(mezar olanlarında genellikle bir mezara akar yönü olur) herşeyi yerinde yerine göre değerlendirince çözüme ulaşırsınız....
 

cantar

Vip Üye
Katılım
27 Ağustos 2012
Mesajlar
8,795
Beğeni
11,115
Puanları
113
Cevap: Eskiçağda Ölü Kültü ve Ölü Gömme Adetleri

YENİ VERİLER IŞIĞINDA
BAŞLANGICINDAN M.Ö. II. BİNİN SONUNA KADAR
ANADOLU'DA YAKARAK GÖMME (KREMASYON)
GELENEĞİ

Son yıllarda Anadolu ve çevresinde yapılan araştırmalarda tespit edilen yakarak gömme (kremasyon) mezarlar, bu konudaki bilgilerimizin artmasını sağlamıştır. Özellikle Çayönü, Demirköy ve Aşıklı Höyük'te bulunan yanmış iskelet kalıntıları, Anadolu'da kremasyon geleneğinin Neolitik Dönem'e kadar uzandığının göstergesidir. Bunlara ek olarak İstanbul-Yenikapı'da bulunan urneler kremasyon geleneğinin söz konusu dönemde geniş bir alana yayıldığını göstermiştir.
M.Ö. II. bine ait Hitit yazılı belgelerinde kral ya da kraliçenin ölümünün ardından cenaze törenlerinin nasıl yapıldığını ayrıntılı bir biçimde anlatan metinlerde, kral ya da kraliçenin yakıldıktan sonra gömüldüğü kaydedilmiştir. Bu güne değin, söz konusu döneme ait metinlerde anlatıldığı gibi bir kral mezarı bulunamamışsa da bu dönemde kremasyon geleneğinin varlığını gösteren çok sayıda mezar veya mezarlık keşfedilmiştir.

Söz konusu mezar veya mezarlıkların sayısı son yıllarda yapılan araştırmalar sonucunda artmıştır. M.Ö. II. bine ait yazılı belgelerde yer verilen ölü yakma geleneği ile ilgili olarak geçtiğimiz yüzyılda Anadolu ve çevresinde yapılan arkeolojik kazılarda, son derece önemli bilgiler elde edilmiştir, buna paralel
olarak çeşitli görüş ve tartışmalar da ortaya çıkmaktadır.

Anadolu ve çevresinde Neolitik Dönem'e ait evlerin tabanları altında veya
sekilerin içinde açığa çıkarılan çok sayıda mezar, ölülerin toprağa açılan basit çukurlara gömülmesi (ceset halinde/inhumasyon) geleneğinin yerleşik hayata geçiş ile birlikte yaygın hale geldiğini göstermektedir. Son yıllarda yapılan araştırmalar,
Yakındoğu'nun çeşitli bölgelerinde Neolitik Dönem'den itibaren yakarak gömme (kremasyon) geleneğinin de geliştiğini göstermiştir. Bu gömme biçiminde, cesedin yumuşak dokuları tamamen, kemikleri ise belirli ölçülerde boyut ve biçimlerini kaybedinceye kadar yakılmaktadır. Yakma işleminin ardından geriye kalan kemik parçacıkları ve küller bir kabın içerisine konmakta ve son olarak mezar kabı (urne) daha önceden hazırlanmış çukurun içine yerleştirilmektedir. Bazen de cesedin yakılmasından sonra geriye kalan artıklar doğrudan doğruya mezar çukurlarına
bırakılmaktadır. Cesedin tamamen yanmadığı, sadece yumuşak dokularından arındırıldığı veya kemiklerin yüzeysel olarak ateşe maruz bırakıldığı durumlar için genellikle kısmi yakma ifadesi kullanılmaktadır. Ancak ceset
ister tam anlamıyla küle dönüşmüş olsun ister yumuşak dokularından arındırılacak şekilde yakılsın her iki durum da yakarak gömme/kremasyon olarak değerlendirilmektedir
“Yakmak” anlamına gelen, Lâtince “cremare” kökünden türetilmiş olan
kremasyonun neden yapıldığı, yani ölülerin neden yakıldığı konusunda çok çeşitli görüşler bulunmaktadır. Bunlar arasında yeniden doğuş kötülüklerin uzaklaştırılması ruhun ve bedenin temizlenmesi bedenin ve ruhun öteki dünyaya eksiksiz olarak
ulaşabilmesi gibi düşünceler yer almaktadır. Diğer bir görüş ise
yer tasarrufunun ve hijyenin sağlanmasıdır . Farklı bir öneri de bu dünyadan öteki dünyaya geçiş aşamasını temsil eden ölünün gömülmesi işleminin sorunsuz gerçekleştirilmesi ve ruhun bedene geri dönmemesi için ölünün yakılmış olduğudur. Bir başka görüşe göre de cesedin yakılması yoluyla ruhun bedenden çıkışı ve öteki dünyaya geçişi hızlandırılmaktadır.

II. ANADOLU VE ÇEVRE KÜLTÜR BÖLGELERİNDE YAKARAK
GÖMME (KREMASYON) GELENEĞİNİN ORTAYA ÇIKIŞI

Avustralya'da Mungo Gölü'nde bulunan ve günümüzden yaklaşık 26 000
yıl öncesine ait kremasyon gömü, bu uygulamanın bilinen en eski örneği olarak
kabul edilmektedir (Bowler ve diğ., 1970: 39, 56-58).
Geçtiğimiz yüzyılda Yakındoğu'nun çeşitli bölgelerinde yapılan
araştırmalar, yakarak gömme geleneğinin Epipaleolitik Çağ'a kadar uzandığını
göstermiştir. Levant'ta, Kebara Mağarası ve
kültür evrelerinde (yakl. M.Ö. 11500-9500) tespit edilen kremasyon mezarlar söz konusu coğrafyada bulunan en eski kremasyon mezarları temsil etmektedir. Yine bu bölgede Gezer,Jericho ve Ala Safat yerleşimlerinin Proto-Urban A Dönemi'ne ait yapı katlarında kremasyon geleneğinin varlığını gösteren mezarlar açığa çıkarılmıştır.
Avrupa'da yakarak gömme geleneği ile ilgili en erken bilgilere Franchti
Mağarası'nın Mezolitik Çağ'a ait kültür katlarında ulaşılmıştır. Mağarada bulunan iskeletlerin, yüzeysel olarak ateşe maruz bırakıldığı tespit edilmiştir. Makedonya'da Nea Nikomedeia Teselya'da Prodromos ve Soufli Magoula
yerleşimlerinde açığa çıkarılan kremasyon mezarlar, Balkanlar'da kremasyon
geleneğinin Erken Neolitik Çağ'a kadar uzandığını göstermektedir. Kuzey
Yunanistan'da Avgi Doğu Trakya'da Tell Azmak ve Tisza
Vadisi'nde Gorza'da bulunan kremasyon mezarlar da Erken
Neolitik Dönem'de kremasyon geleneğinin Doğu Avrupa'da geniş bir alana
yayıldığına işaret etmektedir.
Kafkaslar'da, İran ve Azerbaycan'da en eski kremasyon mezarlara Trialeti
Fedorovo ve Andronovo kültürlerinde
rastlanmıştır. Hindistan'da ise bu geleneğin en erken örnekleri
Mohenjo-Daro ve Harappa kültürlerinde (yakl. M.Ö. 3000-1500) tespit edilmiştir .
Son yıllarda Anadolu'da yapılan araştırmalarda bu geleneğin, Akeramik
Neolitik Çağ'a kadar uzandığını gösteren sonuçlara ulaşılmıştır. Çayönü'nde,
Kafataslı Bina'nın kuzeyindeki bir çukur içinde depolanan çok sayıda kemiğin
bazılarında belirgin yanma izleri tespit edilmiştir . Bu uygulamanın inanç ya da gelenek anlamında ki bir uygulamadan çok, ikincil gömmelerle ilgili bir işlem olduğu ifade edilmiştir.

Yine Çayönü'nde bulunan bir başka örnek Akeramik Neolitik Dönem'e ait DE yapısının kuzeyindeki bir platformun içerisinde bulunmuştur. İskeletin ayak ucuna çakmaktaşı ve obsiyenden bazı aletlerin bırakıldığı belirtilmiştir . Söz konusu örnekte görülen yanma izleri eğer bilinçli bir uygulama ise kremasyon geleneğinin Anadolu'daki en eski kanıtlarını oluşturmaktadır.

Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde yakma âdeti ile ilgili bilgilere ulaşılan bir başka merkez Demirköy'dür. Bu yerleşimde bulunan bir iskeletin bir dereceye kadar yakılmış olduğu kaydedilmiştir .

Anadolu'da, Neolitik Çağ'a ait yakarak gömme uygulamasına ilişkin
bulgulara ulaşılan bir başka yerleşim, Aşıklı Höyük'tür. Bu yerleşimin iskeletleri üzerinde inceleme yapan Aşıklı Höyük'te inhumasyon geleneğinin
yanında kremasyon geleneğinin de var olduğunu gösteren bulgular tespit ettiğini belirtmektedir.

Yakma işleminin vücudun tamamını kapsayacak biçimde Gerçekleştirildiği ve ölülerin 200 C'yi geçmeyen hafif bir ateşe maruz bırakıldığı ifade edilmiştir. Her yaştan ve her cinsiyetten bireylerin yakılabildiği hatta birkaç aylık bebeklerin bile yakıldıktan sonra gömüldüğü belirtilmiştir.

Ölülerin gömüldüğü taban altı çukurlarda yanma izinin olmaması, bunların bir başka yerde yakıldıktan sonra evlerin taban altlarına gömüldüklerini göstermiştir. Ayrıca erişkin bir iskelet üzerinde bulunan çok miktardaki yanmış odun parçacıkları, ölülerin genellikle yakıldıktan hemen sonra çukura gömüldüğünün göstergesi olarak kabul edilmiştir. söz konusu iskeletlerin Ortadoğu'da bilinçli bir şekilde yakarak gömme geleneğini yansıtan en eski mezar örneklerinden olduğunu belirtmektedir.
Orta Anadolu'da, iskeletler üzerinde yanma izlerinin görüldüğü bir başka
merkez Çatalhöyük'tür. Çatalhöyük'te, Neolitik Dönem'e ait evlerin tabanı altında bulunan iskeletlerin belirli bölümlerinin eksik, kafatasının gövdeden ayrılmış ve anatomik pozisyonlarının büyük ölçüde kaybolmuş olması nedeniyle bunların ikinci gömmeler sırasında yumuşak dokularının yakarak temizlenmesi için ateşe maruz bırakılmış oldukları düşünülmektedir .

Adı geçen örneklerin yanı sıra Marmaray Projesi kapsamında İstanbul-Yenikapı'da gerçekleştirilen kazılarda, Geç Neolitik Çağ'a ait altı kremasyon mezar bulunmuştur. Marmaray örnekleri, ölünün yakılmasının ardından arta kalan kemik ve küllerinin kaplara (urnelere) konduğu mezarlar olması bakımından Anadolu'da bulunan diğer erken dönem örneklerinden farklılaşmaktadır.

Anadolu'nun güneyinde kremasyon mezarların erken örneklerine Mersin-
Yumuktepe ve Tell Kurdu'da rastlanmıştır. Yumuktepe'de, Kalkolitik Dönem'e
tarihlendirilen XIX-XX. yapı katında üç kremasyon mezar bulunduğu ifade
edilmiştir. İlk mezar bir çocuğa aittir. Kemiklerin üzerinde ve mezar çevresinde yanma izleri görülmüştür.

Yine aynı tabakadaki bir başka kremasyon mezar,yetişkinlere ait bir toplu mezardır. Mezarda bazı kemik kalıntıları ile birlikte ezilmiş ve yanmaktan dolayı kararmış seramikler bulunmuştur.Kurdu'da ise Amuq C evresine tarihlendirilen bir mekânın güneydoğu köşesinde şiddetli yanmış bir çömleğin içinde, yanmış insan kemikleri bulunmuştur.

Özetle, Neolitik Çağ'dan itibaren Yakındoğu'nun neredeyse tamamında
görülmeye başlayan kremasyon geleneğinin, ceset gömmeler kadar yaygın olmasa da çeşitli kültür bölgelerinde bilindiği açıkça görülmektedir. Bu geleneğin ortaya çıkışı ve inançsal anlamda ifade ettikleri konusunda çeşitli görüşler bulunmaktadır.
Avrupa'da geniş bir alanda görülen kremasyon geleneğinin inançsal bir uygulama olduğunu, ölü yakma yoluyla dünyevi kabuğundan kurtulan ruhun başka bir varoluşa sahip olduğunu belirtmiştir. Bacvarov ise bu uygulamanın da öteki dünya kavramının bir sonucu olduğunu, ceset gömmelerle beraber görülüyor olmasından dolayı onlardan farklı bir inancın sonucu ortaya
çıkmadığını vurgulamaktadır. Bazı araştırmacılar Avrupa'nın çeşitli yerleşimlerinde Mezolitik Çağ'a ait kültür evrelerinde bulunan az sayıdaki kremasyon mezarların bu dönemde mevsimlik hareketlilikler sırasında
uzun mesafelerde ölen kişinin taşınmasının kolaylıkla sağlanabilmesi için
gerçekleştirilmiş olabileceğini öne sürmektedir.

Yakarak gömme geleneğinin Mezopotamya'da Proto Urban A Dönemi'nden itibaren bilinmesine rağmen Avrupa'daki örnekler kadar yaygın olarak karşılaşılmaması bazı araştırmacılar tarafından, bölgede ağacın az bulunması ve bu nedenle önemli bir ekonomik boyutunun olması ile açıklanmıştır .
Araştırmacıların bazılarının kremasyonun toplumun sadece bazı gruplarına özgü
bir uygulama olduğunu önermesine karşın, Akkermans Yarım Tepe II ve Mersin
örneklerinden yola çıkarak, kremasyonun belirli bir topluluğa ya da aileye ait
olamayacağı fikrini benimsemektedir (Akkermans, 1989: 85-86).
Mallowan, Ninive'de Ubeyd Dönemi mezarlarının ve Arpachiyah'ta daha
erken döneme ait bazı mezarların kısmen yakma içerdiklerini belirtmektedir.
Mallowan bu mezarları da yakarak gömme mezarlarla birlikte değerlendirmekte ve
bunları Hindistan ve Belucistan'da görülen kısmen yakma mezarlarla
ilişkilendirmektedir. Ayrıca, Tell Chuera ve Ur kral mezarlarının bazılarında
görülen kısmen yakma âdeti gibi, bu geleneğin yer tasarrufu elde edilmesi ve mezar mahallinin temizlenmesi ile ilgili ihtiyaçlarla geliştiğini ve daha sonra bu işlemin bir gelenek haline dönüştüğünü belirtmektedir .
Esasında mezar veya mezarlık alanının tasarruflu bir şekilde kullanılması işlemi Anadolu ve çevresinde erken dönemlerden itibaren karşılaşılan bir durumdur.

Batı Anadolu ve Ege adalarında Erken Kiklad II (yakl. M.Ö. 2700-2300) döneminden itibaren nüfusun artmasına paralel olarak bazı mezarlarda zemindeki taş levhanın altının bir ya da iki kat açıldıktan sonra kemiklik olarak kullanıldığı ve yeni bir defin için yer gerektiğinde önce defnedilen kişinin kemiklerinin mezarın bir ucuna veya alt katlardan birine konduğu bilinmektedir.

Yine benzer şekilde Minos Dönemi'ne ait tholos mezarlarda da bir önceki
gömülerin bazen hediyeleri ile beraber mezar odasının belirli bir yerine depolandığı görülmektedir.

Orta Anadolu'da, Kaniš-Karumu'nda taş sanduka mezarlardan birisinde
cesetlerin belirli bölümlerinin ve yanındaki bazı hediyelerin yakıldığını ve bu
uygulamanın kısmen yakma/tütsüleme amacıyla yapıldığı hafir tarafından
belirtilmekte ve bu işlem için “tathir” ifadesini kullanılmaktadır. T. Özgüç, bu
işlemin Kaledoruğu'nda ve Alaca Höyük krali mezarlarında benzeri şekilde görüldüğünü belirtmiştir bu uygulamayı anlam olarak Myken kültür bölgesindeki oda mezarlarda, mezarların ikinci defa kullanımı sırasında odanın ateşle tütsülenmesi ile ilişkilendirmektedir . Kıta Yunanistan ve Rodos'taki Bronz Çağı'na ait mezarlardan bazılarında mezara bırakılan kaplar üzerinde yanma izleri bulunmaktadır.

yanma üzerinde yanma izi bulunan kapların buhurdanlık olarak kullanılmış olabileceklerini ve sembolik olarak soğuk olan ruhu ısıtmaya yaradıklarını ifade etmektedir. Kıta Yunaistan'da ve Batı Anadolu'da yaygın bir gelenek olduğu görülen insan kemiklerinin tütsüleme maksadıyla ateşe maruz bırakılması Müskebi'de birçok mezarda tespit edilmiştir .bu işlemin yakma olarak değerlendirilmesi gerektiğini ve bu durumun bir inanç değişikliğine işaret ettiğini belirtmektedir bu uygulamanın tütsüleme şeklinde gerçekleştiği ve Osmankayası'ndaki yakarak gömme mezarlarla karşılaştırılmaması gerektiğinin üzerinde durmaktadır .

Kafkaslar'da ve Hindistan'da kronolojik olarak Anadolu ve
Mezopotamya'ya göre daha geç dönemlerde görülen yakarak gömme geleneğinin Neolitik Çağ'da Mezopotamya'dan, Orta Avrupa'ya kadar geniş bir sahaya yayıldığı anlaşılmaktadır. Güneydoğu Avrupa ve Balkanlar'da Erken Neolitik yerleşimlerde bulunan kremasyon mezarlara göre Orta Avrupa'da bulunan özellikle yerleşim dışı mezarlıkların 500 yıl kadar daha geç olduğunu ve bu nedenle kremasyon âdetinin Orta Avrupa'ya, doğu ve güneydoğudan girmiş olduğunu belirtmektedir.

Neolitik Çağ'da Orta Avrupa'da görülen kremasyon geleneğinin zamanla Güney Rusya'ya, buradan da güneye doğru yayıldığını ifade etmektedir bugünkü bilgiler ışığında Anadolu ve Yakındoğu'daki yakarak gömmelerin kronolojik ve coğrafi dağılımlarına bakıldığında, bu geleneğin Anadolu'ya daha çok güney ya da güneydoğudan geldiği düşünülebilir.

İslâhiye Ovası'nda, Gedikli-Karahöyük'te, Erken Tunç Çağı'nın sonundan
M.Ö. II. binin başına kadar uzanan süreçte kullanılan mezarlıkta, 270'e yakın
yakarak gömme mezar bulunmuştur. Gedikli mezarların ölü
yakma geleneğini gösteren birçok bulguyu içermesi, bu geleneğin Anadolu'ya geliş yönüne ışık tutması ve M.Ö. II. binde Anadolu'da yaygın hale gelen bu geleneğin öncüsü olması bakımından da büyük öneme sahiptir (Emre, 1978: 64). Bu bölgede Erken Tunç Çağı'na ait yakarak gömme geleneğini yansıtan bir başka yerleşim ise Girnavaz'dır.

Yerleşimin kuzeydoğu terasındaki mezarlıkta bulunan ve ikinci kez kullanıldığı görülen kerpiç sanduka mezarlardan birisinde kemikler üzerinde yer yer yanık izlerine rastlanmıştır. Özellikle iskeletlerden birinin kemik yapısı bozulmayacak şekilde tamamen yandığı ifade edilmiştir.
Erken Tunç Çağı'nda, Orta Anadolu'da da yakarak gömme geleneğinin var
olduğunu Çorum-Kuşsaray'dan öğrenmekteyiz. höyüğün batı eteklerinde Erken Tunç Çağı'nın sonuna ait urnelerin ve yanmış insan kemiklerinin köylüler tarafından bulunduğunu belirtmektedir. Batı Anadolu'da ise Afyon-Kaklık'ta açığa çıkarılan Erken Tunç Çağı'na ait mezarların arasında bir
örneğin yakarak gömme türünden olduğu belirtilmektedir.

Öte yandan Joukowsky, Aphrodisias'ta ele geçen bazı küp mezarlarda ve
mezarlık alanında yer yer görülen kül ve yanık artıklarının kremasyonu işaret
ettiğini belirtmek için yeterince kanıt bulunmadığı belirtilmektedir . Yine benzer şekilde, Afyon'un İşçehisar ilçesinde, Karaağaç Köyü'nde bulunan höyüğün yakınlarında ele geçen bir pithos mezarda yanmış insan kemikleriile beraber, bazı pişmiş topraktan eserler ve mermer idol bulunmuştur. Mezarın bir kremasyon mezarı olup olmadığı hakkında herhangi bir bilgi bulunmamaktadır

III. M.Ö. II. BİNDE ANADOLU'DA YAKARAK GÖMME
(KREMASYON) GELENEĞİ
A. Arkeolojik Verilere Göre M.Ö. II. Binde Anadolu'da
Yakarak Gömme (Kremasyon) Geleneği
1- Mezar ve Mezarlıkların Yayılımı
M.Ö. II. binin ilk yarısında, Orta Anadolu'da, Acemhöyük'te yerleşim
içinde yakarak gömme geleneğini gösteren bir örnek bulunmasına rağmen, söz konusu yerleşimin yaklaşık 500 m güneydoğusunda
bulunan Arıbaş Mezarlığı'nda bu geleneği gösteren 139 mezar açığa çıkarılmıştır Yakarak gömme geleneğine, yine bu döneme ait, yerleşim
içinde Konya-Karahöyük'te, yerleşim dışında Ayaş-Ilıca ve Osmankayası mezarlıklarında rastlanmıştır. Batıda, ise Eskişehir yakınlarındaki Demircihüyük-Sarıket Çavlum ve Afyon-Dede Mezarı mezarlıklarında görülen yakarak gömme örnekleri M.Ö. II. binin ilk çeyreğine tarihlendirilmişlerdir. Güneyde, Tarsus-Gözlükule'de bu geleneği gösteren tek örnek bulunmuştur. Söz konusu yerleşimde Geç Tunç I Dönemi'ne (M.Ö. 1650-1450) ait yapı katında bulunan urnenin ağzının bir kap parçası ile kapatıldığı kaydedilmiştir .
Güneyde, M.Ö. II. binin ilk yarısında yakarak gömme geleneğini gösteren diğer bir merkez Tell Açana'dır. Yerleşimin V. yapı katında bulunan 2 çömleğin içinde yanmış insan kemikleri bulunmuştur. Güneydoğu Anadolu'da,M.Ö. II. binin ilk yarısında bu âdetin bilindiğini gösteren bulgulara Diyarbakır-Salat Tepe'de ulaşılmıştır. Höyükte, 2008 yılı kazılarında, L14 açmasında bir urne mezar bulunmuştur. Bunun dışında L13 açmasında bir mekân içerisindeki kil platformun çevresinde yoğun kül yığıntıları ile birlikte yanmış insan ve hayvan kemiklerinin bulunması, buranın bir kremasyon alanı olabileceğini akla getirmiştir.M.Ö. II. binin ikinci yarısına ait mezar veya mezarlıklar içinde Troia VI Mezarlığı öncelikle akla gelmektedir . Yine Batı Anadolu'da bu döneme ait kremasyon mezarlara Panaztepe, Müskebi , Beşiktepe ve Baklatepe'de rastlanılmıştır. Ayrıca, İzmir-Ulucak Höyüğü'nün güneyinde yer alan mezarlıkta M.Ö. II.binin ikinci yarısına ait yakma mezarların bulunması söz konusu uygulamanın Batı Anadolu'da yaygın bir gelenek haline geldiğini göstermiştir. Orta Anadolu ve güneyinde kremasyon âdetinin M.Ö. II. binin ikinci yarısında devam ettiğini gösteren mezar veya mezarlıklar da bulunmaktadır. Bunlardan, Bağlarbaşıkayası M.Ö. 14. yüzyıla tarihlendirilmiştir. Güney'de, Tell Açana'da açığa çıkarılan kremasyon mezarlar ise M.Ö. 15-12. yüzyıllara aittir. Mersin-Soloi'de bulunan Hitit İmparatorluk Çağı'na tarihlenen 2 kremasyon mezar örneği bu âdetin güneyde uzun süre devam ettiğini göstermesi bakımından önemlidir.
2-İnhumasyon-Kremasyon İlişkisi
Anadolu'da M.Ö. II. bine ait münferit halde ele geçen bazı örnekler hariç,
kremasyon mezarların genellikle inhumasyon mezarlarla bir arada bulunduğu ve inhumasyon mezarların kremasyon mezarlara göre daha yoğun olduğu dikkati çekmektedir.

Osmankayası Mezarlığı'nda olduğu gibi aynı alanda iki farklı gömme geleneğinin görülüyor olmasını, öteki dünya inançları farklı olan iki topluluğun aynı mezarlık alanını kullanıyor olması ile açıklamaktadır.

Bazı araştırmacılara göre, belirli bir kültür bölgesinde ölü yakma Geleneğinin ortaya çıkması, o bölgeye sonradan gelen yabancı kültür gruplarının
varlığına işaret etmekte ve genellikle Hint-Avrupalı kavimlerin göçleriyle
ilişkilendirilmektedir. bir bölgede kremasyon geleneğinin görülmeye
başlanmasının, tek başına yabancı toplulukların bölgeye gelişiyle açıklanamayacak kadar karmaşık bir konu olduğunu belirtmektedir. Ona göre, aynı toplum içinde yakarak gömme veya ceset gömme uygulamasını tercih edenler olabileceği gibi,toplumların biri yerine diğerini tercih etmeye başlaması her zaman yabancıların gelişine veya dini görüşlerdeki değişikliklere işaret etmeyebilir .

Aynı şekilde de yakarak gömme ile ceset gömme âdetinin bir arada
görülmesini bölgede yaşayan farklı etnik gruplar veya dinlerle açıklamak yerine yerel farklılıklar ve ölen kişinin ya da geride kalan aile bireylerinin tercihi olarak
yorumlamanın daha doğru olacağını belirtmiştir. Bir başka
açıdan bakıldığında ise maliyeti daha fazla olan ölü yakma işleminin tercih
edilmesinde, ekonomik sebeplerin etkili olduğu akla gelmektedir.
Bir yerleşim yerinde yaşayanların farklı alanları mezarlık olarak
kullandığını gösteren örnekler de bulunmaktadır. Konya-Karahöyük örneğinde
olduğu gibi yerleşim içerisinde, merkezde yer alan kremasyon mezarlar, höyüğün
güneyinde bulunan ve daha çok küp mezarlardan oluşan inhumasyon mezarlarla,
aynı zamanda kullanılmışlardır . Buradan hareketle, aynı yerleşim yerinde yaşamalarına rağmen, farklı inanç veya öteki dünya
anlayışına sahip toplumların farklı mezar yerlerini kullandıkları görülmektedir.

3- Mezar Tipleri
Anadolu'da M.Ö. II. bin yıla ait kremasyon mezarların biçimsel
özelliklerine bakıldığında genellikle kap mezar/urne, küp mezar, basit kremasyon mezar, sanduka mezar ve oda mezar olmak üzere beş farklı mezar tipinin olduğu görülmektedir. Bunlardan yaygın olarak görüleni kap/urne mezarlardır.
Orta ya da küçük boydaki çömleklerin urne olarak kullanımı çoğu mezar veya mezarlıkta tespit edilmiştir. Çömleklerden başka çeşitli formlarda testiler, mataralar, çift veya tek kulplu vazolar, kantharoslar, büyük fincanlar, tabaklar, kâseler ve ev modeli şeklinde
kaplar da urne olarak kullanılmışlardır.

Tabak ve kâselerin urne olarak kullanıldığını gösteren tek mezarlık Arıbaş Mezarlığı'dır. Yine benzeri şekilde Troia ve Osmankayası'nda bulunan matara ile Konya-Karahöyük'te ele geçen ev modeli şeklindeki urnelerin şimdilik tek oldukları görülmektedir.Arıbaş Mezarlığı'nda, diğer mezarlıklara göre çeşitli kapların urne olarak seçildiği görülürken, Ilıca'da ele geçen yüzü aşkın urnenin tamamı gaga ağızlı testilerden oluşmaktadır . Buradan hareketle, mezar kaplarının seçiminde sıkı kuralların olup olmamasının bölgelere göre değiştiği anlaşılmaktadır.

Arıbaş Mezarlığı'nda kullanılan mezar kaplarının yerleşim içinde tam benzerlerinin bulunuyor olması ve bezemeli kapların sayıca az olması, mezarlar için özellikle kap üretilmediğini göstermektedir Osmankayası'nda ölülerin küllerinin konduğu pişmiş toprak
kapların birçoğunun benzerlerine yerleşim yerinde rastlanmasına karşın, yine urne olarak kullanılan çift kulplu vazolara yerleşim içinde rastlanmamasından dolayı bunların özellikle kremasyon mezarlar için seçildiklerine işaret etmektedir .

Gedikli-Karahöyük'te açığa çıkarılan çok sayıda kremasyon mezar, ölü
yakma işleminin nasıl yapıldığı ve kremasyon kaplarının nasıl kullanıldığına dair
önemli ipuçları sunmaktadır. ölü bir yerde yakıldıktan sonra cesedin tamamen küle dönüşmediği bir anda ateş bir sıvı ile söndürülmektedir.Daha sonra bir beze sarılan kemik kalıntıları bir iğne ile tutturulduktan sonra
dibinde ve gövdesinde genellikle küçük bir delik bulunan kremasyon
kabının/urnenin içine konmaktadır. Kemik ve küllerin üzerine ölü hediyesinin
bırakılmasının ardından ağzı kırılmış olan mezar kabının üstü bir kap parçası ile kapatılmaktadır Gedikli'de görülen söz konusu uygulamalardan bazıları, M.Ö. II. bine ait diğer kremasyon mezarlarda da izlenmektedir.

Osmankayası'nda ve Ilıca'da urne olarak kullanılan testilerin hemen
hepsinin gövdesinde ve ağzına yakın kısımlarında bir ya da birkaç tane küçük delik bulunduğu ve ağızlarının kırık olduğu belirtilmiştir bu delik ve kırıkların bilerek yapıldığını ve ölü gömme gelenekleri ile doğrudan ilişkili olduğu görüşündedir Megalitik Hintliler'de ölümden sonra ruhun bedenden ayrıldığına ve daha sonra geri döneceğine inanılması sebebiyle mezarlara ruh deliği
açılmaktadır .

Arıbaş'ta da urnelerin tamamına yakınının ağız kenarlarının kırık olduğu tespit edilmiştir. genellikle ağız kısımları kırılan kaplar mezar kabı olarak değerlendirilmekte, boyun kısımları ise cesedin yakılmasından sonra arta kalan kemiklerin ve küllerin konulması için yeterli açıklık
elde edilecek şekilde bilinçli olarak genişletilmektedir. Yakılmış
cesetlerin urnelere konulması için mezar kabının ağzının genişletilmesinin yanında,diğer bir uygulama da arta kalan kemiklerin kesilmesidir. Troia'da bulunan bir örnekte, kemiklerin yuvarlak ağızlı testiye kolaylıkla konulabilmesi için kesildiği belirlenmiştir .

tespit edilen bazı iğneler üzerindeki kumaş izleri, belirttiği cesedin yanmasından sonra arta kalanların beze sarıldığı ve bezin bir iğne ile tutturulduğunu destekler niteliktedir.

İri küpler içinde bulunan kremasyonların ikincil gömmelerle ilgili olduğu
anlaşılmaktadır. Bu uygulamaya, Çavlum Dede Mezarı Demircihüyük ve Müskebi mezarlıklarında rastlanmıştır. Aynı şekilde, sonradan yapılan
gömünün yakıldıktan sonra taş sanduka mezara gömüldüğü Demircihüyük'ten
bilinmektedir. Oda mezar içerisinde bulunan kremasyonlara Panaztepe'de ve Baklatepe'de rastlanmıştır.

Basit sığ çukurların kremasyon mezarı olarak kullanıldığını gösteren bulgular ise Konya-Karahöyük ve Arıbaş Mezarlığı'ndan gelmektedir. Anadolu'da, M.Ö. II.bine ait kremasyon mezarların Ilıca Mezarlığı'nda bulunan örnekler hariç belirli bir yön birliği göstermediği görülmektedir. Ilıca'da bulunan kremasyon testilerinin neredeyse tamamı mezarlığa ağızları doğuyu gösterir şekilde, yatay olarak yerleştirilmiştir .

Yön birliğinden söz edilemese de urnelerin ağızlarının genellikle yukarıya bakacak şekilde dik veya dike yakın bir şekilde gömüldükleri dikkati çekmektedir. Bir başka husus da urnelerin sığ bir çukurun içine konduktan sonra etraflarının küçük taşçıklarla veya seramiklerle desteklendiğidir. Hemen hemen bütün kremasyon mezarlarda bu durumu görmek

4- Mezarlık Alanlarının Seçimi ve Mezar Düzenlemeleri
Anadolu'da M.Ö. II. bine ait kremasyon mezarların bulunduğu merkezlere
bakıldığında, mezarların hem yerleşim içinde hem de yerleşim dışında bulunduğu görülmektedir. Troia ve Acemhöyük hem yerleşim içinde hem de yerleşim dışında örnekler içermesi, Konya-Karahöyük ise yerleşim içinde farklı alanlarda mezarların ele geçmesi bakımından farklı özellikler göstermektedir.
Yerleşim dışı mezarlıkların topografik özelliklerine bakıldığında söz
konusu alanların daha çok hafif engebeli veya düzlük alanlar olduğu dikkati
çekmektedir. Yerleşim dışı olan Osmankayası ve Bağlarbaşıkayası ise doğal kaya girintilerinin düzenlenerek, urnelerin konulduğu alanlar olması bakımından ayrıcalıklıdır.
Mezarların etrafında çeşitli düzenlemelerin ve bazı dikkat çekici hususların
olduğu görülmektedir. Özellikle, Ilıca Mezarlığı'nda bulunan ve mezarların yerini işaret ettiği dikili taşların/stellerin varlığı,diğer mezarlıklarda görülmeyen ayırt edici bir özelliktir .
bu dikili taşların bir aile mezarını da temsil etme ihtimali yüksektir. Ilıca Mezarlığı'nda urnelerin etrafında bulunan dikili taşların-stellerin ölü kültü ile ilişkilendirilmesi kanaatindedir.
bunların aile mezarları olup olmadığının anlaşılmasının zor olduğunu ve söz konusu stellerin ölüyü mezarı başında anabilmek, en azından mezarın bulunmasını kolaylaştırmak amacıyla mezarlık alanına konmuş olabileceği üzerinde durmaktadır.
Kaniš-Karumu'nda bazı evlerin önünde bulunan, dikili taşların günümüz
mezar taşlarını anımsattığı belirtilmiştir. Ayrıca, Beycesultan'da yanık sarayın batı girişine yakın bir konumda kireç taşından yapılmış üç stel ortaya çıkarılmıştır . Bu dikili taşları mezarlar için yapılmış dini amaçlı anıtsal mezar stelleri olarak yorumlamak mümkündür. Bu şekilde stellerin-dikili taşların bulunduğu bir başka merkez Troia'dır. dönemi kazılarında Troia VI kalesinin güney girişindeki VIT kapısının önünde bulunan taş stellerin ritüel veya dini törenler için kullanılan sembolik taşlar olduğu Korfmann tarafından ifade edilmiştir . Neve ise söz konusu taş stellerin şehir kapılarının koruyucu tanrıları
veya o şehrin koruyucu tanrılarına özgü kültsel bir işleve sahip oldukları
görüşündedir. Troia'da, sözü edilen stellerin varlığı, Troia I
yerleşmesinden itibaren bilinmektedir. Troia I yerleşmesinde bulunan stilize insan
yüzlü stelin bir benzeri de Menemen yakınlarındaki Helvacıköy-Höyücek'te
bulunmuştur. E. Doğer tarafından yayınlanan stelin, Troia I veya Troia II'nin erken
safhaları ile çağdaş olduğu ifade edilmiş ve kutsal bir mekânda doğaüstü bir varlık
veya yerleşmeyi tehdit eden tehlikelere karşı koruyucu bir büyü olarak kullanılmış
olabileceği ileri sürülmüştür . Kültepe'de Ib yapı katında stelli
oda olarak adlandırılan mekânın içerisinde bir küp mezarın açığa çıkarılması
, bu stelin mezarı veya mezar yerini ifade ettiğini akla
getirmektedir. Kaniš-Karumu'nda bulunan Šalim Aššur isimli tüccarın arşivinde,
Šalim Aššur'un Durhumit'te öldüğü ve oğulları tarafından çeşitli yas törenleri
yapıldıktan sonra mezarının karşısına bir anıt/stel diktirildiği anlatılmaktadır
Hitit yazılı belgelerinde de kutsal işlevi olan “Huvaši” isimli
taşlardan sıkça bahsedilmekte ve bunların dikili steller olduğu anlaşılmaktadır.
Dolayısıyla, gerek yazılı belgelerde ve gerekse arkeolojik verilerden, Orta Tunç
Çağı'nda, Anadolu'da dini amaçlı stellerin kullanıldığını anlaşılmaktadır Darga, Geç Hitit Çağı'na ait arkeolojik buluntuların yardımıyla,bunların stilize bir tepeyi temsil eden, özellikle stel şeklindeki kült taşları olduğunu
düşünmektedir. Buradan yola çıkarak, Darga'nın yorumuna göre Güterbock ve
Goetze'nin Elbistan-Karahöyük stelini Huvaši taşı olarak yorumlamaları doğru
kabul edilirse, Altıntepe'deki Urartu dönemine ait yan yana dört stelin açık hava
tapınağına ait olduğu gibi, Elbistan-Karahöyük steli de bir açık hava tapınağına ait
mimari öğelerden olabilir. Darga'ya göre bunlar, tapınakların olmadığı alanlarda
onların yerini tutuyor ve gerekli törenlerin yapılması için tapınak fonksiyonu
görüyordu. Shaw ise Asur ve erken Suriye-Filistin geleneği ile ilişkilendirdiği, taş stellerin Altıntepe ve Anadolu'daki diğer temsilcilerinin ölü kültü ile ilgili olabileceğini ve Girit-Kommos'taki stellerle benzer özelliklere sahip olduğunu belirtmiştir.Göbeklitepe ve Nevali Çori örneklerinden yola çıkarak söz konusu dikme taşların kökeninin Anadolu'da Neolitik Çağ'a kadar uzandığını belirtmektedir. Ona göre, Frig ve Urartu Dönemi'ne ait dikili taşlar, eski Anadolu'nun düşünce dünyasının ürünleridir ve “soyut insan biçimli tanrısal simgeler”dir.Arıbaş Mezarlığı'nda mezarların dağılımlarına bakıldığında birçoğunun belirli gruplar halinde dizildiği görülmektedir. grup halinde
bulunan ve genellikle kuzeydoğu-güneybatı yönünde dizilmiş kremasyon mezarlar aile mezarlıklarını simgeliyor olabilirler.Bağlarbaşıkayası'nda bulunan urneler, buradaki A ve B olarak adlandırılan oyukların kuzey ve batı kenarları boyunca dizili halde ele geçmiştir . Panaztepe'de oda mezar içerisinde bulunan urneler de dağınık halde olmayıp mezar duvarının dibine dizilmiş halde bulunmuşlardır . Baklatepe oda mezarına en az 12 kişinin gömüldüğü tespit edilmiştir . Söz konusu mezarların da bir aileye veya belirli bir gruba ait olduğunu düşünmek mümkündür.

5- Ölü Hediyeleri

Anadolu'da M.Ö. II. bine ait kremasyon mezarlara genellikle pişmiş
topraktan yapılmış eşyaların bırakıldığı görülmektedir. Ayrıca taş, kemik, fayans,metal ve yumuşakça kabuklarından yapılmış az sayıda mezar eşyası da ele geçmiştir.Söz konusu hediyeler mezar içine veya mezar dışına bırakılmaktadır ve genellikle ölü ile beraber yakılmışlardır. Bazı araştırmacılar kremasyon mezarlarda az sayıda mezar hediyesinin bulunmasını mezar eşyalarının da ölü ile beraber yakılmasına bağlamaktadır. Bu uygulama, kremasyon mezarların çoğunda tespit edilmiştir.

Troia'da urnelere bırakılan eşyaların ateşe maruz bırakılmaları sebebiyle deforme oldukları belirtilmiştir.birinde ele geçen kılıcın, ölü ile beraber yakılmasından dolayı tahrip olduğu kaydedilmiştir.Panaztepe'deki kremasyon
mezarlardan birinde ele geçen ve iğne başı olduğu düşünülen kemik bir eserin ceset ile birlikte yakıldığını belirtmektedir .

Baklatepe oda mezarında bulunan formunu kaybetmiş tunçtan hayvan heykelciklerinin cesedin yakılması sırasında ateşe atıldığını ve bu nedenle formlarını kaybettiklerini bildirmektedir . Arıbaş'ta ele geçen kemik ve
fildişinden yapılmış aplik parçalarının ateşe maruz kalmaları nedeniyle şekillerinde
bozulmaların meydana geldiği görülmektedir. Öztan'a göre, çoğu iç içe giren
halkalar, çapraz, paralel ve zigzag çizgilerle bezeli ve üzerinde çivi delikleri bulunan
kemik objeler bugün ne olduğu anlaşılamayan bir objenin/objelerin parçasıydılar.
Bu parçaların sıcak kemiklerin yanına konmaları sebebiyle renklerinde ve
formlarında değişiklikler olmuştur kremasyon ve inhumasyon mezarlarda görülen kap kırma geleneğinin, bedenin ve ruhun ölümüyle birlikte, eşyalarının da kırılması inancıyla paralel olduğunu düşünmektedir ölü ile beraber, ona ait eşyaların yakılmasının da bu çerçevede açıklanabileceğini belirtmektedir.eşyaların başkaları tarafından bir daha kullanılmaması ve sonsuza kadar ölünün malı haline gelmesi için kırıldığını ve bu eylemin kederden kaynaklı olduğunu belirtmektedir.

Mellink, Gordion Mezarlığı'nda bulunan örneklerden hareketle, mezar
armağanının kırılarak mezara bırakılmasıyla, armağanın günlük kullanımda taşıdığı anlamın dışına çıkarıldığını ifade etmektedir. Gordion dışında,
Beşiktepe ve Yanarlar'da tespit edilen kap kırma geleneği, Kıta Yunanistan ve Girit'te prehistorik devirlerden Ortaçağ'a kadar devam eden yaygın bir gelenektir.

Yarım Tepe II mezarlarında yanma işlemi sırasında çeşitli eşyalar da kırılarak ateşe atılmakta ve bu şekilde söz konusu eşyalar da yakılmaktadır ve kırma ritüeli sırasında ölünün eşyalarının da kırılması ve yakılması onların da ölümünü ifade etmektedir. Yakma işleminden sonra libasyon için kullanılan minyatür kaplar da mezara bırakılmaktadır
Arıbaş Mezarlığı'nda en sık rastlanan gömü hediyesi yonca ağızlı testilerdir. boş ele geçen bu kapların muhtemelen içerisinde sıvıların Bulunduğu libasyon kapları olduğunu belirtmektedir.
6- Ölü Yakma İşlemi ve Ölü Yakma Törenlerine İlişkin Bulgular
Ölü yakma işlemi ve törenlere ilişkin sınırlı da olsa bazı bilgiler
bulunmaktadır. Troia'da yerleşim alanının güneyindeki iki alan ve batısındaki bir başka alan ceset yakma alanı (krematoryum) olarak değerlendirilmiştir.

Mezarlığın yaklaşık 200 m kuzeydoğusunda bulunan ilk alanda,50 cm aralıklarla iri kerpiçlerden örülmüş yarım daire planlı iki mimari eleman ve hemen arkalarında yanma nedeniyle kızarmış ve sertleşmiş taban yer almaktadır. bu alanda, mezarlıkta bulunan kap parçalarının ve diğer buluntuların tam benzerlerinin fazla sayıda bulunması, ayrıca yangın izlerinin görülmesi, yarım daire planlı mimari elemanların bir çeşit ateş yakma yerini anımsatması sebebiyle bu alanları ceset yakma alanı olarak değerlendirmiştir.

Ayrıca bu mimari öğelerin arkalarında bulunan açıklıklar bir çeşit
havalandırma deliği olarak değerlendirilmiş ve bunların da bu mimari öğelerin ceset
yakma yeri olabileceği fikrini desteklediği belirtilmiştir. ceset yakma
yeri olduğunu düşündüğü bir başka alan da yerleşim alanının batısında yer
almaktadır. Bu alanda yarı yanmış insan kemikleri, hayvan kemikleri ve Troia VIh
safhasına ait kap parçalarının bulunması nedeniyle buranın ceset yakma yeri
olabileceği düşünülmüştür Salat Tepe'de ele geçen kremasyon mezarın hemen yakınındaki bir mekan içerisinde ortaya çıkarılan yanmış insan ve hayvan kemikleri ile yoğun kül kalıntılarının bulunduğu alanı kremasyon alanı olarak bu alanda bulunan platformun bir tür sunak olabileceğini ifade etmektedir .

Çavlum'da, F-2 açmasında, yaklaşık 70 cm.lik toprak tabanı korunmuş, tabanı kül ve çakıllarla döşenmiş ve üst kısmı ateşe maruz kalmasından dolayı sertleşmiş bir ocak bulunmuştur. bu ocağın kremasyon geleneği ile ilgili olup olmadığının ve ceset yakma yeri olduğunu belirtmenin zor olduğunu vurgulamıştır Araştırmacıların çoğu, mezarlık alanlarında ölü yakma işleminin
gerçekleştirildiği mekân veya alana dair izlerin neredeyse yok denecek kadar az olmasından dolayı cesetlerin, mezarlığın uzağındaki bir yerde yakıldığı
kanaatindedir.

Baklatepe'de yanmış insan kemikleri ile birlikte karbon kalıntılarına rastlanmaması, yok denecek kadar az külün bulunması ve mezar odasının içerisinde ölü yakma ile ilgili mimari bir öğenin bulunmaması sebebiyle ölü yakma işlemi mezar dışında bir alanda yapılmış olmalıdır .

Ilıca Mezarlığı'nda yapılan çalışmalarda da ceset yakma yeri olabilecek
herhangi bir alan saptanamamıştır.
Ancak urnelerin mezarlığın kuzey kesiminde yoğunlaşması sebebiyle iskân yerinin, hatta ceset yakma yerinin, bu kesimle aynı yönde olabileceği belirtilmiştir .
M.Ö. II. bin mezarlıklarının bazılarında ceset yakma alanı olabilecek
yerlerin yanında, ölü yemeğine ve çeşitli törenlere ilişkin bazı verilere ulaşılmıştır.
Osmankayası'nda mezarlık alanı olarak kullanılan sığınağın hemen kuzeyinde, 9 cm aralıklarla düzenli bir şekilde açılmış, libasyonla ilişkili iki adak çukuru
bulunmaktadır.bu çukurların mezarlık ile ilgili olduğunu ve ölü gömme törenlerinde kullanıldığını belirtmektedir . Panaztepe oda mezarında, mezar duvarlarının alt kısımlarında ve taban üzerinde görülen yanık izlerinin ölü yakma törenleri ile ilişkili olduğu ifade edilmiştir. Troia mezarlığında yanmış ve yanmamış halde ele geçen kuş kemikleri ile birlikte bulunan hayvan kemikleri, ölü gömme törenleri ile ilişkilendirilmiştir. Yine Troia'da ceset yakma alanı olarak tanımlanan alanlarda,yanmış insan kemiklerinin bulunması da ceset yakma yerinden kalıntıların tamamının toplanmadığını ve bunun da ritüelin bir parçası olduğunu göstermiştir.
Arıbaş Mezarlığı'nda bulunan yuvarlak formlu, ocakların içinde,
yanmış hayvan kemikleri, yoğun kül kalıntısı ve kap kırıklarına rastlanmıştır.
bu buluntu ve kalıntılar ölü yemeği törenleri ile ilişkili olmalıdır.
Yapılan antropolojik değerlendirmeler sonunda yakarak gömme mezarlara
hemen hemen her yaştan bireyin gömüldüğünü gösteren sonuçlara ulaşılmıştır.
Ayrıca çoklu gömü yapılmış olan kremasyon mezarlarda cinsiyet ayrımının
olmadığı anlaşılmıştır. Ancak, özellikle Troia Mezarlığı'nda ele geçen bir örnekte,
ceset halinde gömülmüş, biri yeni doğmuş, diğeri ise beş aylık bir bebeğe ait
kemiklerin bulunması, yeni doğmuş bebeklerin yakılmadan gömüldüğünü akla
getirmiştir. Beşiktepe'de bulunan bir örnekte, beş yaşlarındaki bir çocuğa ait yanmış
kemikler ile birlikte, yeni doğmuş bir bebeğin ceset halinde bir urne içerisine
konduğu görülmüştür. Bu örnekler özellikle bir yaşın altındaki bireylerin
yakılmadığı fikrini desteklemektedir. M. Akyurt, Troia ve Beşiktepe'de bir yaşından
küçük bireylerin yakılmadan gömülmesinin, küçük bebeklerin ruhunun ve
bedeninin kirlenmediği düşüncesiyle gerçekleştirilmiş olabileceğini belirtmektedir
(Akyurt, 1998. 15, 123). Öte yandan Troia'da ve Beşiktepe'de ceset halinde
gömülmüş bir yaşından büyük bireylerin olması bu fikrin zayıf bir ihtimal olmasına
neden olmaktadır. Yine Gözlükule'de olduğu gibi yakıldıktan sonra gömülmüş
bebek mezarlarının da bulunması (Goldman, 1956: 47) Anadolu'nun tamamı için
bir yaşından küçük bebeklerin yakılmadan gömüldüğü fikrini zayıflatmaktadır.
B. Filolojik Verilere Göre M.Ö. II. Binde Anadolu'da
Yakarak Gömme (Kremasyon) Geleneği
Anadolu'nun ilk yazılı belgelerinin bulunduğu Kültepe'de ölü gömme
adetleri hakkında yok denecek kadar az bilgi bulunmaktadır. Karum alanında Šalim-
Aššur isimli tüccarın arşivinde, kendisinin Durhumit'de, öldüğü ve oğullarının
burada onun mezarını yaptırdığı ve mezarının önüne 2 talent, 15 mina bakıra mal
olan bir anıt diktirildiği belirtilmektedir. Yine Kültepe'de
bulunan bazı metinlerde, ölünün gömüldüğü oda veya evin terk edilmesini teyit
eden bilgiler de bulunmaktadır. Ancak, bu belgelerde, ölü
gömme törenleri hakkında herhangi bir bilgi yer almamaktadır. Öte yandan, I.
Hattušili vasiyetinde eşi Haštayar'a “(Öldüğüm zaman) [beni] iyice [yıka!? Beni göğ]sünde [tut!] Beni göğsünde [toprağa taşı!] (Beni) toprakta ko[ru]!” demektedir. Söz konusu metinden, Hitit kralının ölümünün ardından ne gibi törenler, uygulamalar yapıldığı anlatılmasa da en azından I. Hattuşili yakılmadan ve belki de dönemin bir
geleneği olarak yıkandıktan sonra gömüldüğü anlaşılmaktadır . Buna
karşılık, Boğazköy'de ele geçen Hitit İmparatorluk Çağı'na ait metinlerde kral ya da kraliçenin ölümünden sonra gerçekleştirilen törenler ayrıntılı olarak
anlatılmaktadır. Bu metinlerde kral ya da kraliçenin ölümü için “šalliš waštaiš”,“büyük günah” anlamına gelen edebi bir ifade kullanılmaktadır .van den . Bu ifade, başlangıç mısralarında “Hattuşa'da büyük günah meydana geldiğinde, kral ya da kraliçe tanrı olur, herkes içki kamışını kaldırır ve ağıt yakmaya başlar”, şeklinde görülmektedir İçki kamışlarının kaldırılmasını gündelik hayatın bir parçası olarak yorumlamak
mümkünken, gömme esnasında kral ya da kraliçenin kutsal bir statüye kavuştuğu ve
tanrısallaştırıldığı kesin bir şekilde ifade edilmiştir . Bazı bölümleri eksik halde ele geçen tabletlerden, en az on dört gün süren cenaze törenlerinde nelerin yapıldığı anlatılmaktadır . Metinlerden, kralın veya kraliçenin ölümü nedeniyle yapılan törenlerin,yaklaşan kötülükler, belalar dönemini temsil eden bir yemek yeme yasağı ile birlikte başladığı anlaşılmaktadır .
M.Ö. II. bin yıl Anadolu'sunda görülen ölü gömme gelenekleri ile ilgili
bilgiler veren Hitit metinlerini, cesedin yakılması işlemi ve kral ya da kraliçenin
heykeline odaklanmak suretiyle gerçekleştirilen ritüeller olmak üzere iki kısma
ayırmak mümkündür. Ritüellerin temelinde genel olarak libasyon törenleri, hayvan
kurban edilmesi ve ölü yemeğinin yenmesi vardır. Kral ya da kraliçenin ölümünün
ardından yapılan törenlerin anlatıldığı metinlerin, Eğer Hattuša'da kral ya da kraliçenin
tanrı olacağı büyük bir fenalık-büyük bir bozulma olursa, şeklinde başlaması, geride kalanlar açısından kral ya da kraliçenin ölümünün büyük bir bozan ve felaket olarak algılanması ile açıklanmaktadır.
Metinlerden, ayinlerin yapılabilmesi için bazı hazırlıkların yapıldığı ve söz
konusu ritüellerin organize bir biçimde gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır.
Hazırlıklar, cesedin yakılacağı alanın ve tören alanının hazırlanması ile tören
alanının ortasına bir çadırın kurulması ile başlamaktadır.

Törenlerin birçoğunun tören alanında yapıldığı ve zaman zaman çadırın içinde ve dışında söz konusu ritüellerin gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. Adı geçen bu alanın, Hitit başkentinde ya da yakınlarında olduğunun düşünülmesine rağmen buranın neresi olduğu kesinlik kazanmamıştır.

Tabletlerde, “cesedin yakılmasından sonra bazı ritüeller yapılır ve geriye kalan kemik kalıntıları ve küller “Taş Ev”e taşınır” ifadesi geçmektedir taş ev, ölü için hazırlanan bir anıt mezar ya da mozole olarak düşünülmelidir .

Bunun yanında, ölü ritüellerini anlatan MEŠ bazı metinlerde, “É.NA ” yani taş evin dışında başka bir takım evlerden de (É ) 4 MEŠ bahsedilmektedir. Börker-Klähn'a göre, farklı yapıları ifade eden É.Na ve É 4 adıyla anılan yapılardan ilki yer üstünden görülebilen, diğeri ise yer altına inşa edilmiş, birbirleri ile bağlantıları olan yapılardır .

Bu şekliyle düşünüldüğünde taş evin tek başına basit bir yapı olmadığı, belirli
zamanlarda ölünün anıldığı, çeşitli törenlerin yapıldığı, görevlileri ve idarecileri
bulunan kompleks bir kamu yapısı olduğu akla gelmektedir.

Söz konusu metinlerde, bazı kral ve kraliçelerin daha hayatta iken kendileri için mezar yaptırdıkları ve hatta heykellerini oraya koydurdukları da anlatılmaktadır. Kral ve kraliçelerin cesetlerinin bulunduğu bu mekânların
kutsallığının son derece önemli olduğu ve herkes tarafından saygı duyulduğu da yine metinlerden anlaşılmaktadır. Öyle ki metinlerin birinde, “havlayan köpeğin bile taş evin bulunduğu yere geldiğinde sustuğu” belirtilmiştir. Metinlerde taş evden sıkça bahsedilmesine rağmen taş ev olabilecek bir yapı henüz keşfedilmemiştir. Ancak araştırmacıların taş ev olabileceğini düşündüğü bazı yerler bulunmaktadır. Bunlar Ankara-Haymana yakınlarındaki Gâvurkale, Boğazköy-Nişantaş, Boğazköy-Sarıkale ve Yazılıkaya B odasıdır . Bazı metinlerde yer alan “O kendi taş evinin bulunduğu şehirde”, “taş evin bulunduğu şehirde”gibi ifadelerden hareketle Hattuša dışında da kral ya da kraliçelerin mezarlarının bulunduğunun anlaşılabileceğini vurgulamaktadır
Yine metinlerde bulunan bilgilerden Hattuša dışında bulunan hanedan
mensuplarının da ölümlerinin ardından Hattuša'ya getirildiği ve burada gömüldüğü anlaşılmaktadır. Bu durumu en iyi anlatan örnek II. Muršili dönemine ait bir belgede karşımıza çıkmaktadır. Belgede, Karkamıš kralı olan II. Muršili'nin kardeşi Šarrukušuh'un ölümünün ardından, cesedinin Hattuša'ya getirildiği ve törenlerin ardından defnedildiğini anlatılmaktadır .
Metinlerde dikkati çeken bir nokta da ölünün yakılmasının ardından geriye
kalan kemik ve küllerin bir kabın/urnenin içerisine konup konmadığının tam olarak
anlaşılamamasıdır. Metinlerde taş eve götürülen kemik ve küllerin bir beze sarılarak
buradaki yatak/sedirin üzerine konduğu belirtilmektedir. İran Choga Zanbil'deki
yakma gömmelere dikkati çeken M.Ö. 13. yüzyıla ait III. no.lu saraydaki 5
krali hipojeden dördünde, beze sarılmış halde çok sayıda yakarak gömme
saptandığını belirtmektedir ve Hitit yakarak gömmelerinin de bu şekilde olabileceği üzerinde durmaktadır.
Metinlerin verdiği bilgilere göre, törenler sırasında özellikle arınma
ritüellerinin yapılması büyük önem taşımaktadır . Şenyurt, bu
seremonilerin büyük bir dikkat ve özenle yapılıyor olmasını, bireylerin tanrıların
huzuruna günahlarından arınmış bir şekilde çıkmak zorunda olmaları ile
açıklamaktadır. Metinlerdeki bir başka husus da törenlerde çok
sayıda görevli oyuncu ve katılımcının bulunmasıdır. Bunlar arasında hizmetkârlar,
berberler, komedyenler gibi görevliler, yeni kral ve kraliçe, üst dereceli memurlar ve
eşleri sayılabilir törenlere pek çok
görevlinin, yüzün üzerinde hayvanın, bol miktarda yiyeceğin ve her çeşit
malzemenin dâhil edildiğini ve bütün bu ritüellerin sorunsuz olarak
gerçekleştirilmesinin önemli olduğunu belirtmektedir .
Bu çerçevede düşünüldüğünde herhangi bir karışıklığa sebebiyet vermemek,
günlerce devam eden cenaze törenlerinin eksiksiz yapılabilmesini sağlamak için bunların kayıt altına alınması doğal karşılanmalıdır. V. Haas detaylı bir şekilde anlatılan Hitit ölü gömme törenlerinde, Hurri kültürünün etkilerinin önemli ölçüde hissedildiğini ve Anadolu'da daha erken dönemlerden itibaren kremasyon geleneğinin varlığının bilinmesine rağmen Hititlerde görülen kremasyon geleneğinin Hurri etkisinden kaynakladığını düşünmektedir .
Araştırmacıların çoğu, Hitit metinlerinde anlatılan ölü yakma törenleri ile
Homeros destanlarında anlatılan ölü yakma törenleri arasındaki benzer veya farklı yönleri ortaya koymaya çalışmışlardır. Homeros tarafından kayıt altına alınan İlyada'da ölü yakma geleneğini en iyi şekilde yansıtan olay Patroklos'un ölümüdür (Homeros,
İlyada, XVI. 820-825). Homeros destanlarında anlatılan ölü yakma işlemi,
kahramanların ölümünden sonra onların yakılması şeklinde görülür. Yakma
işleminden sonra geriye kalanların toplanması, erkek akrabalar tarafından
gerçekleştirilirken, cesedin hazırlanması ve yas törenlerinin yapılmasından ise
kadınlar sorumludur. Araştırmacıların çoğu, Homeros destanlarında anlatılan
olayların Kıta Yunanistan'daki Protogeometrik dönemin bir yansıması olduğunu düşünmektedir. Çünkü olayların yaşandığı dönemde Myken geleneğinde baskın olan gömme biçiminin inhumasyon olduğu görülmektedir. Özellikle Geç Hellas IIIA-B döneminde ölü yakma işlemi çok azdır, Geç Hellas IIIC'de az da olsa bir artış olduğu görülmektedir. Protogeometrik Dönem'de bu oranın gözle görülür birşekilde arttığı dikkati çekmektedir.

Araştırmacıların bazıları ise Kıta Yunanistan'da Protogeometrik Dönem'de yaygınlaşan kremasyon geleneğinin Anadolu'da daha erken dönemlerden itibaren bilindiği ve zamanla Kıta Yunanistan'a aktarılmış olduğu üzerinde durmaktadırlar. Hitit hanedanı ile Batı Anadolu yerli krallıkları
arasında ittifak amaçlı gerçekleştirilen evliliklerin yapıldığı bilinmektedir .

Ayrıca, Yunanistan'da Pylos'ta ele geçen Linear B tabletlerinden Anadolu
kökenli grupların Yunanistan'daki varlığı bilinmektedir. Kremasyonun kültürel
anlamda Anadolu'dan Kıta Yunanistan'a geçmiş olabileceği üzerinde duran
araştırmacılar bu etkileşimin başlangıçta elitler seviyesinde gerçekleşmiş
olmasından dolayı Geç Tunç Çağı'nda Kıta Yunanistan'da kremasyonun az
görüldüğünü belirtmektedirler.

Yakarak gömme geleneğinin Anadolu'dan Kıta Yunanistan'a elitler seviyesinde geçtiği fikri ilk bakışta anlamlı olarak görülse de törenler sırasında gerçekleştirilen uygulamalar ve ritüeller anlamında bazı farklılıklar göze çarpmaktadır.

Hitit metinlerinde yer alan üst düzey memurlar ve törenleri yönlendirmek üzere törene katılan görevlilerin yerine,Homeros destanlarında törenlere akraba ve arkadaş çevresinden kişilerin katıldığı dikkati çekmektedir. Hitit ritüellerinde esas olan nokta, kralın ruhunun bir tür cennette sonuçlanacağıdır ve kralın ölümü sonrasında yapılan ritüeller bir anlamda kralın tanrılık mertebesine çıkışı için de gerçekleştirilmektedir .

Homeros destanlarında vurgulanan ise ölen kişinin bu törenlerin ardından karanlık kötümser bir dünyaya gideceği yönündedir.
Yazılı kaynaklar dışında M.Ö. II. bindeki ölü yakma törenleri hakkında
bilgi veren tasvirli sanat eseri de vardır. Boston Museum of Fine Arts'da korunmakta olan Tyskiewicz mührü Asur Ticaret Kolonileri Çağı'nın geç evresi ile Eski Hitit Çağı aralığına tarihlendirilmiştir . Mühürde iki ana sahne bulunmaktadır, bunlardan ilki tanrılar alayını temsil ettiği düşünülen sahne, ikincisi ise ölü yakma işlemi olduğu düşünülen sahnedir .

Mühürde, masanın üzerindeki kişinin bacaklarının duruş şekli yanma pozisyonunu, başucunda duran kişinin elindeki testiyi tutuş şeklinin de ateşi söndürür pozisyonu anımsatmaktadır ve burada bir ölü yakma sahnesi temsil ediliyor olmalıdır.
Mühürde mitolojik bir sahnenin işlendiğini ve eğer bu sahne bir yakma töreni ise bu konuda Anadolu'da bilinen en eski ve tek tasvirin bu eser olduğunu belirtmektedir yakma töreni olarak değerlendirdiği bu mühürdeki sahnede, ölünün ayakucunda bulunan kişinin elinde tuttuğu ok ucuna benzer nesnenin körük olabileceğini belirtmiştir.son yıllarda yapılan çalışmalarda elde edilen arkeolojik
ve filolojik veriler, yakarak gömme geleneği hakkında bilgilerimizin artmasını
sağlamış olsa da konu hakkında birçok soru işareti güncelliğini korumaktadır. Bu
geleneğin, Anadolu'da kısmen de olsa Neolitik Çağ'a kadar uzandığını gösteren
bulgulara Çayönü, Demirköy ve Aşıklı Höyük'te ulaşılmıştır. Marmaray kazılarında
bulunan urneler, söz konusu geleneğin tam manası ile Geç Neolitik Çağ'da var
olduğunu kanıtlamıştır. Eski Tunç Çağı'nın sonunda Güneydoğu Anadolu'da
Gedikli-Karahöyük'teki çok sayıda örnekten ve Anadolu'nun çeşitli yerlerinde
bulunan tekil örneklerden bilinen kremasyon mezarların sayısı Orta Tunç Çağı'nın
başında artış göstermiştir. Ancak bu dönemde tamamı kremasyon mezarlardan
oluşan bir mezarlık henüz keşfedilmemiştir. Söz konusu dönemde kremasyon
mezarların daima inhumasyon mezarlarla bir arada bulunduğu dikkati çekmektedir.
Kremasyon geleneği, M.Ö. II. binde Anadolu'nun birçok bölgesinde yerleşim
içinde ve yerleşim dışında karşılaşılan bir gelenek olsa da tek geçerli gömme biçimi
halini almamıştır.
Hititlere ait yazılı belgelerde, kral veya kraliçenin cesedinin yakılmasından
önce ve sonra gerçekleştirilen törenlerin nasıl ve hangi sırayla yapıldığı detaylı bir
biçimde anlatılmıştır. Bu filolojik belgeler sayesinde, yakarak gömme geleneğinin
Hititlerde yaygın bir gelenek olduğu anlaşılmaktadır. Hititlerin etnik kökeninden
 
Üst